Mudanya Mütarekesi sonucu, kesin barış antlaşması görüşmelerine gidilmiş ve tarafsız bir ülkenin şehri olarak Lozan (İsviçre) görüşmelerin yapılacağı yer olarak seçilmiştir.
Lozan Barış Konferansında, yalnız Yunanistanla bir hesaplaşma ve savaşa son veren bir barış antlaşması yapma söz konusu değildi. Aynı zamanda, I. Dünya Savaşının galipleri ile hesaplaşma, hukuki ve siyasi yönden uyuşmazlıkları çözümleme, yüzyıllardan beri süre gelen sorunlara çözüm aranmaktaydı. Açıkça, Doğu Meselesi bütün konferansın ağırlık merkezini oluşturuyordu.
Barış Konferansı, 20 Kasım 1922 Salı günü saat 16da Lozan şehrinin Mont Benon Gazinosunda toplandı. Tarafsız İsviçre Konfederasyonunun Başkanı Hababın konuşması ile açıldı. Lord Curzondan sonra söz alan İsmet Paşa (İnönü), daha ilk andan itibaren istiklal ve hakimiyet davasını önemle belirtmiş, Bütün medeni milletler gibi hürriyet ve istiklal istiyoruz diyerek sesini duyurmuştur.
Konferans, 4 Şubatda Antlaşmazlık yüzünden kesilmiş, 23 Nisan 1923te ikinci defa toplanarak, 24 Temmuz 1923te Barış Antlaşması imza edilmiştir. Lozan Barışı sekiz aylık çetin ve uzun bir müzakere devresinden sonra, Lozan Üniversitesinin tören salonunda imzalanmıştır. Lozanda imzalanan belgeler, esas Barış Antlaşması, 16 adet sözleşme, protokol, beyanname ile bir de nihai senetten ibarettir. Lozanda imzalanan bu belgelerle, sadece bir barış Antlaşması yapılmamış, aynı zamanda Türkiye ile Batı devletlerinin siyasi, hukuki, iktisadi ve sosyal ilişkileri yeni baştan düzenlenmiştir.
Lozan Barış Antlaşması önsözünde, devletlerin istiklal ve hakimiyetine saygı gösterilmesi ilkesine yer vermiştir. Bu ilke, yeni Türkiyenin 1. Dünya Savaşının galipleri ile eşit şartlar altında, Lozanda siyasi bir mücadeleye giriştiğini gösteren bir hükümdür. Türk istiklal ve hakimiyetinin tanınması bakımından da önem arz eder.
Esas Barış Antlaşması, bir önsöz ve 5 bölümden oluşan 143 maddedir.
Lozan Barış Antlaşması nda düzenlenen önemli konular aşağıda özetle belirtilmiştir bulunmaktadır:
20 Ekim 1921 Ankara Antlaşması gereğince, Fransa ile anlaşılarak güney sınırı kararlaştırılmış, Lozanda bu sınır sadece teyit edilmiştir.
Irak sınırıIrak sınırı uyuşmazlığı çözülememiştir. Antlaşmada, Türk topraklarının tahliyesinden itibaren, bu uyuşmazlığın dokuz ay zarfında dostane bir şekilde halledileceği belirtiliyordu.
Batı SınırlarımızYunanlılarla batı sınırı, Misak-ı Milliye uygun, Mudanya Mütarekesinde ön görüldüğü gibi, Meriç nehri sınır olmak üzere düzenlenmiştir. Karaağaç ve çevresi Yunanlılardan alınarak savaş tamiratı karşılığı Türkiyeye bırakılmıştır. Ege Denizinde Bozcaada ve İmroz Türkiyeye verilmiştir. Ayrıca, Yunanlıların elinde bırakılan Anadolu kıyısına yakın adalar da, askersiz hale getirilmiştir.
Birinci Dünya Savaşına son veren barış antlaşmalarında azınlıkların himayesine ait hükümler mevcuttur. Lozan Barış Antlaşmasının bu hususla ilgili hükümleri incelendiğinde, azınlıklar bir ayrıcalığa sahip olmamışlardır. Türk tebaasından sayılan gayri Müslimlerin kanun ve hukuk düzeni önünde eşitliği söz konusu olmuştur. Antlaşmanın 42. maddesi ile gayrimüslim azınlıklar yararına olarak kabul edilen şahsi haklar ile aile hakları, Medeni Kanunumuzun yürürlüğe girmesi ile önem ve anlamını yitirmiştir. Böylece Patrikhanelerin dünya işlerinde ve azınlıkların şahsi muamelelerinde hiç bir yetkileri kalmamıştır.
Kapitülasyonlar, adli, mali ve idari sahada yabancılara tanınan imtiyaz ve muafiyetlerdir. Antlaşmanın 28.maddesiyle, kapitülasyonlar bütün sonuçları ile birlikte kaldırılmış ve yeni Türkiye, yüzyıllardan beri çekilen bir beladan sonsuza dek kurtulmuştur.
1. Dünya Savaşının galipleri, bizden 1.Dünya Savaşı sebebi ile tazminat talep ettiler. Ayrıca buna ek olarak, işgal masraflarını, kendi tebaalarının zarar ve ziyanlarını da eklemişlerdir. Savaş içinde Almanyadan borç karşılığı rehini bulunan beş milyon altın ve savaş yıllarında İngiltereye sipariş edilen donanma bedeli de kendi ellerinde bulunduğundan, bizlere verilmemiş ve tamirat karşılığı tutulmuştur.
1. Dünya Savaşına giren mağlup devletlere ciddi bir mali yük olan bu beladan, geleceğe bir borç bırakılmadan, sadece fiilen elimizde bulunmayan meblağ karşılık gösterilerek, büyük bir başarı ile sıyrılınmıştır.
2. Türkiye, Yunanistanın harbin devamından ve bunun neticelerinden doğan mali vaziyetini dikkate alarak, tamirat hususunda her türlü taleplerinden Karaağaç ve çevresinin Türkiyeye bırakılması şartı ile vazgeçmiştir.
Lozanda imza olunan en önemli belgelerden biri de, Türk Boğazlarının statüsü ile ilgili sözleşmedir. Boğazlar sorunu, madde 23de genel olarak yer almış, Barış Antlaşmasına ek Lozan Boğazlar Sözleşmesi ile ayrıca ayrıntılı olarak düzenlenmiştir. Boğazlardan serbest geçişi, Boğazlar Komisyonunun kurulmasını, boğazların ve civarının askersiz hale getirilmesini hedef tutan ve Milletler Cemiyetinin de garantisini sağlayan hükümleri ihtiva eden bu Sözleşme, 1936da Montrö (Montreux) Boğazlar Sözleşmesi ile değiştirilmiştir. Milli hakimiyeti sınırlayıcı hükümler kaldırılmış, milli çıkarlarımıza uygun hale getirilmiştir.
G. Nüfus Değişimi
Lozanda çözümlenen bir diğer önemli sorun da, İstanbulda yaşayan Rumlarla Batı Trakyada yaşayan Türkler hariç, Türkiyedeki bütün Rumlarla Yunanistandaki Türklerin değiştirileceğini öngören sözleşmenin, Barış Antlaşmasına ek olarak konmasıdır.
Lozan Barış Antlaşması, Türk Kurtuluş Savaşının sağladığı, Türk milletinin hayati haklarını ve emellerini gerçekleştirdiği bir eserdir. Lozan aynı zamanda, Orta Doğunun en önemli bölgesinde, barış ve güvenliği kurmak ve devam ettirmekle dünya barışına da hizmet etmiştir. Türkiye Lozanda genel olarak, Misak-ı Milliyi gerçekleştirmiştir.
(HAZIRLAYAN: Gülten ABDULLA)
▲ Cuprins ▲ İçindekiler ▲ Contents ▲
- Alma-Ata, 10 septembrie 2003 -
Distinşi participanţi,Forumul Economic România-Kazahstan reprezintă în acelaşi timp expresia bunelor relaţii dintre ţările şi popoarele noastre, cât şi o excelentă ocazie pentru a găsi noi căi şi oportunităţi pentru dezvoltarea schimburilor comerciale bilaterale.
România a recunoscut independenţa de stat a Republicii Kazahstan la 17 decembrie 1991, şi de atunci, prin eforturile ambelor state, am reuşit să creăm cadrul legislativ necesar unor relaţii normale, bazate pe principiile dreptului internaţional, relaţii lipsite de orice fel de condiţionări ideologice, ca în trecut.
În acest moment ţările noastre negociază o serie de noi acorduri, care răspund nevoilor reale ale economiilor ţărilor noastre, pentru amplificarea schimburilor comerciale şi pentru diversificarea ofertei de produse, de bunuri şi servicii.
Destrămarea CAER şi ulterior, a fostei Uniuni Sovietice a generat, practic, o evoluţie contradictorie a schimburilor comerciale între România şi Kazahstan. Începând din 1999, ele au cunoscut o creştere notabilă, mai ales datorită importurilor româneşti de resurse energetice. Anul trecut, ele au însumat 365 milioane de dolari, din care exporturile româneşti au reprezentat circa 23 milioane de dolari. Deficitul de balanţă, de 342 de milioane de dolari în defavoarea României, reprezintă o problemă serioasă, şi avem o bună ocazie să căutăm, şi să găsim împreună soluţii pentru creşterea exporturilor româneşti pe piaţa Kazahstanului.
România, ţară cu o economie diversă şi aflată în plin proces de creştere şi restructurare, din perspectiva îndeplinirii condiţiilor de aderare la Uniunea Europeană, poate oferi produse şi servicii la înalte standarde de calitate, caracteristice pieţii europene.
Dorim ca la o serie de produse tradiţionale, să adăugăm altele, precum maşini şi echipamente agricole, autoturisme de teren şi de oraş, echipamente pentru industria alimentară, bunuri de larg consum: alimente, vinuri, mobilă, sticlărie, confecţii şi tricotaje, echipament electric.
Ţară cu o tradiţie recunoscută în industria petrolului: foraj, exploatare sonde, transport, procesare ţiţei şi gaze naturale, petrochimie, România este interesată să-şi extindă cooperarea cu Republica Kazahstan în acest domeniu.
Firme româneşti importante, precum SNP Petrom, Foradex, Petroconsult, Rompetrol, Upetrom, Atlas GIP, etc, au deschis reprezentanţe în ţara dumneavoastră şi sunt active pe piaţa prospecţiunilor şi exploatării petrolului. Ele proiectează investiţii semnificative, de peste 220 de milioane de dolari, în prospectarea şi exploatarea zăcămintelor în perimetrele concesionate.
Un alt domeniu de perspectivă pentru relaţiile economice şi bilaterale îl reprezintă construcţiile civile şi industriale: locuinţe, şosele, căi ferate, distribuţie de utilităţi: energie electrică, apă, gaz.
Pentru reuşita proiectelor noastre este necesară impulsionarea dezvoltării sectorului serviciilor financiar-bancare, prin deschiderea unor filiale ale unor bănci româneşti şi Kazahe în ţările noastre.
Important este să ne cunoaştem mai bine, să ne planificăm pe termen lung relaţiile economice, să le oferim stabilitate şi predictibilitate. Guvernele noastre au partea lor de răspundere pentru amplificarea şi diversificarea schimburilor economice bilaterale, dar rolul esenţial revine agenţilor economici, oamenilor de afaceri, firmelor interesate.
De aceea consider importante acţiunile de promovare reciprocă a ofertelor, prin participarea la târguri şi expoziţii specializate, prin stimularea serviciilor de informare în legătură cu evenimentele economice care au loc în ţările noastre. Amplificarea schimburilor turistice poate duce la o mai bună cunoaştere reciprocă.
România se află, în acest moment, într-un proces de creştere economică robustă, în ritmuri de peste 4,5% pe an, în condiţii de stabilitate macroeconomică. Deficitul bugetar s-a situat sub 3% din PIB, deficitul comercial este în scădere, iar inflaţia, o problemă în toţi aceşti ani, se apropie de momentul în care va scădea sub pragul de 10% pe an. Şomajul se află şi el pe un trend descendent.
Principala noastră preocupare este legată în acest moment de consolidarea şi continuarea acestor evoluţii pozitive, pentru succesul negocierilor de aderare la Uniunea Europeană, pe care dorim să le încheiem în prima jumătate a anului 2004. România, membră a Uniunii Europene cu începere din 2007, oferă deja importante avantaje pentru toţi cei care doresc să investească în economia românească.
Dorim, de asemenea, să intensificăm cooperarea cu ţările membre ale Cooperării Economice la Marea Neagră, cu ţările din Caucaz şi din zona Asiei Centrale. Considerând că renaşterea celebrei rute comerciale a Drumului Mătăsii este necesară şi posibilă, România a semnat acordurile TRACECA, şi crede că portul Constanţa poate fi principala poartă de intrare în Europa a mărfurilor provenind din aceste zone.
Închei, exprimându-mi speranţa că în cadrul lucrărilor Forumului economic vor fi găsite soluţii pentru unele dintre problemele care, în acest moment, limitează dezvoltarea schimburilor economice între România şi Kazahstan, că vor apărea noi idei de afaceri, că ne vom cunoaşte mai bine.
Vă mulţumesc pentru atenţie şi vă urez succes în tot ceea ce întreprindeţi.
▲ Cuprins ▲ İçindekiler ▲ Contents ▲
- Alma-Ata, 10 septembrie 2003 -
Domnule Rector,Doresc să încep prin a vă mulţumi pentru onoarea pe care mi-aţi făcut-o acordându-mi titlul de Doctor Honoris Causa al Universităţii dumneavoastră. Văd în această decizie aprecierea preocupărilor mele constante pentru problemele cu care se confruntă economiile şi societăţile moderne, puse în faţa exigenţelor cetăţenilor lor, pe de o parte, şi în faţa constrângerilor de mediu şi de resurse finite, pe de altă parte.
România şi Kazahstanul au multe lucruri în comun, deşi sunt situate în zone geografice diferite. În primul rând, dorim să construim în ţările noastre economii de piaţă funcţionale, care să pună în valoare resursele umane şi materiale de care dispun. În al doilea rând, eşecul modelului comunist ne-a învăţat valoarea democraţiei şi nevoia de a respecta drepturile şi libertăţile cetăţeneşti. În al treilea rând, am învăţat cât de valoroase sunt cooperarea reciproc avantajoasă între naţiuni şi state, respectul identităţilor lor culturale şi naţionale.
Pe această bază construim astăzi relaţii normale şi extinse între ţările şi popoarele noastre, conştienţi că numai prin cooperare şi prin deschidere putem participa activ la procesul de globalizare economică. Acest proces, cu toate limitele sale inerente şi cu toate criticile îndreptăţite care i se aduc, oferă unor ţări precum România şi Kazahstan oportunităţi importante de progres economic, tehnologic, educaţional, şansa democratizării şi modernizării societăţilor noastre.
Ţara dumneavoastră se poate mândri că, în perioada eroică a începuturilor explorării spaţiului cosmic, a contribuit, alături de Federaţia Rusă, de specialişti din ţările foste socialiste, dar şi din ţările occidentale, la dezvoltarea unor tehnologii de vârf, care acum îşi dovedesc pe deplin utilitatea, contribuind la accelerarea proceselor de globalizare economică, de valorificare superioară a resurselor planetei, la supravegherea fenomenelor naturale periculoase, şi la alte aplicaţii necesare tuturor locuitorilor planetei. De la Baikonur a plecat în spaţiu şi un astronaut român, Dumitru Prunariu.
Este de domeniul evidenţei că nu mai putem aborda problemele dezvoltării economice şi sociale nici în termenii începutului de secol XIX, când capitalismul de tip industrial începea acumularea primitivă, nici în termenii capitalismului de sfârşit de secol XX.
Societăţile moderne şi-au bazat ritmurile înalte de dezvoltare şi prosperitate pe folosirea ştiinţei, cunoaşterii în general. Şi în continuare ştiinţa şi cunoaşterea vor juca un rol central în procesul de dezvoltare al societăţii globale, care este pe cale să se nască.
Ca şi accesul la bunăstare, şi accesul la cunoaştere nu este egal pentru toţi. Polarizarea socială, împărţirea lumii în bogaţi şi săraci este dublată acum de polarizarea educaţională şi informaţională. Iată de ce este vital pentru ţări precum România şi Kazahstan să-şi păstreze şi să-şi extindă sistemele publice de educaţie, să-şi dezvolte puternice sisteme de cercetare ştiinţifică şi tehnică, să beneficieze cât mai mult de oportunităţile oferite de noile tehnologii informaţionale şi de Internet.
Sfidările noului secol ne obligă să regândim problemele dezvoltării, plecând de la premisa că resursele de care dispunem sunt un bun public universal şi, în în plin proces de constituire a structurilor Societatăţii informaţionale, ca societate post-industrială, intelectual şi cultural-intensivă, în care creaţia intelectuală este factorul determinant de progres.
Ne adresăm în primul rând educaţiei şi formării tinerilor, printr-un program care prevede dotarea şcolilor cu 500.000 de calculatoare în următorii trei ani, toate legate la Internet.
Ţara dumneavoastră este un mare producător şi exportator de petrol şi cred că în acest domeniu este reciproc benefică dezvoltarea unei colaborări fructuoase între universităţile şi facultăţile de profil din ţările noastre şi între institutele de cercetări.
Schimbările climaterice la care asistăm, nevoia protejării mediului înconjurător ne obligă să abordăm, într-o manieră cu totul nouă, exploatarea, transportul, prelucrarea şi folosirea hidrocarburilor, să investim mai mult în cercetarea privitoare la tehnologii nepoluante sau de depoluare, la reducerea noxelor. De asemenea, trebuie să ne gândim cum să exploatăm cât mai raţional resursele neregenerabile precum petrolul, să folosim tehnologii alternative şi noi surse nepoluante de generare a energiei. Acestea vor fi investiţii în viitorul nostru comun şi trebuie să le facem acum, când nu este prea târziu.
Dubla mea calitate, de om politic, dar şi de inginer, mă obligă să constat că, pentru reuşita oricărui proiect, în afară de cunoştinţe şi de abilităţi de comunicare, asumarea responsabilităţii este un element determinant al succesului. Acum suntem cu toţii puşi în faţa nevoii de a ne asuma responsabilităţi în privinţa viitorului nostru comun, ca civilizaţie materială şi spirituală. Nu mai putem accepta nedreptatea ca 20% din populaţia planetei să consume peste 80% din resursele planetei. Este un fapt scandalos, potenţial periculos şi profund imoral. Avem însă şi motive de optimism: societatea civilă globală, pe cale de a se naşte, se manifestă, prin organizaţiile ei, şi face presiuni pentru găsirea căilor prin care lumea noastră să devină mai echitabilă, mai curată şi mai sigură şi, evident, mai prosperă.
Închei, mulţumindu-vă încă o dată pentru distincţia pe care mi-aţi acordat-o şi pentru primirea călduroasă pe care mi-aţi făcut-o, în care văd expresia bunelor relaţii româno-kazahe.
Pagini realizate de Ervin Ibraim
▲ Cuprins ▲ İçindekiler ▲ Contents ▲
Bilindiği gibi Kuran-ı Mübinin 17. Suresi Isra Suresidir. Miraç mucizesini anlatan ayetle başladığı için bu adı almıştır. Sizlere ISRA SURESInden âyet-i kerime mealleri sunacağım.
Yüce Allah buyuruyor:
Kendisine ayetlerimizden bir kısmını gösterelim diye kulu Muhammedi bir gece Mescid-i Haramdan, çevresini bereketlendirdiğimiz Mescid-i Aksaya götüren Allahın şanı yücedir. Şüphesiz O, hakkıyla işitendir. Hakkıyla görendir.
- Allah ile birlikte başka bir tanrı edinme. Yoksa kınanmış ve yalnızlığa itilmiş olarak kalırsın.
- Rabbin, kendisinden başkasına asla ibadet etmemenizi, anaya-babaya iyi davranmanızı kesin olarak emretti. Eğer onlardan biri ya da her ikisi senin yanında ihtiyarlık çağına ulaşırsa, sakın onlara öf! bile deme. Onları azarlama. Onlara tatlı ve güzel söz söyle. Onlara merhamet ederek tevazu kanadını indir ve de ki: Rabbim!, Tıpkı beni küçükken koruyup yetiştirdikleri gibi sen de onlara acı.
- Rabbiniz, içinizde olanı en iyi bilendir. Eğer siz iyi kişiler olursanız, şunu bilin ki Allah kendine yönelenleri çok bağışlayandır.
- Akrabaya, yoksula ve yolda kalmış yolcuya haklarını ver. Fakat saçıp savurma. Çünkü saçıp savuranlar, şeytanların kardeşleridir. Şeytan ise Rabbine karşı çok nankörlük etmiştir.
- Eli sıkı olma, büsbütün eli açık da olma. Sonra kınanır ve çaresiz kalırsın. Şüphesiz Rabbin, dilediğine rızkı bol bol verir ve (dilediğine) kısar. Çünkü O, gerçekten kullarından haberdardır ve onları görmektedir.
- Yoksulluk korkusuyla çocuklarınızı öldürmeyin. Onları da, sizi de biz rızıklandırırız. Onları öldürmek gerçekten büyük bir günahtır.
- Zinaya yaklaşmayın. Çünkü o, son derece çirkin bir iştir ve çok kötü bir yoldur.
- Haklı bir sebep olmadıkça, Allahın, öldürülmesini haram kıldığı cana kıymayın
- Rüştüne erişinceye kadar, yetimin malına ancak en güzel şekilde yaklaşın. Verdiğiniz sözü de yerine getirin. Çünkü söz veren sözünden sorumludur.
- Ölçtüğünüzde ölçmeyi tam yapın. Doğru terazi ile tartın. Bu daha hayırlı, sonuç bakımından daha güzeldir
- Hakkında kesin bilgi sahibi olmadığın şeyin peşine düşme. Çünkü kulak, göz ve kalp, bunların hepsi ondan sorumludu.
- Yeryüzünde böbürlenerek yürüme. Çünkü sen yeri asla yaramazsın. Boyca da dağlara asla erişemezsin.
- Bütün bu sayılanların kötü olanları, Rabbinin katında sevimsiz şeylerdir. Bunlar, Rabbinin sana vahyettiği bazı hikmetlerdir. Allah ile birlikte başka ilah edinme. Sonra kınanmış ve Allahın rahmetinden kovulmuş olarak cehenneme atılırsın.
Hazırlayan: Firdevs Veli
▲ Cuprins ▲ İçindekiler ▲ Contents ▲
Kazandığı önemli ödüllerle dünya sinemasında dikkatleri üzerinde toplayan Türk filmleri, 5. New York Türk Filmleri Festivali çerçevesinde yeni dünyada yaşayan Türk ve Amerikalı sinemaseverlerin beğenisine sunulacak.
Moon and Stars Project adlı kuruluş tarafından 17-26 Ekim tarihleri arasında düzenlenen festival bu yıl Cannesda Grand Prix de Jury ve En İyi Oyuncu ödüllerini alan Nuri Bilge Ceylanın Uzakı ile açılacak. 12 uzun, 3 belgesel ve 4 kısa metraj filmden oluşan festival, Los Angeles ve Seattleda ödüle layık görülen Paxton Wintersin Crude adlı filmiyle kapanacak. Festival filmleri, Manhattanın önemli film merkezi Anthology Film Archives salonlarında gösterilecek.
Festival Direktörü Mevlüt Akkaya, Türk filmlerinin bu yıl dünyanın önemli film festivallerinde kazandıkları başarılarla Türk sinemasına umut taşıdıklarını söyledi. Akkaya, Bu umudun yarattığı ivmeyle 2004 yılında Türkiyede prodüksiyon patlaması yaşanabilir dedi.
New Yorka gelecek filmler Cannes, Fipresci, IFP-Los Angeles, Seattle, Venedik, Toronto ve Istanbul Uluslararası Film festivallerinde toplam 16, Antalya, Istanbul ve Ankara Film festivallerinde de 54 ödül aldılar.
Türkiye ve dünyada 24 adet ödül alan Uzakın yönetmeni Nuri Bilge Ceylan, bu yılki festivalin galasına katılacak. New Yorkta Amerikalı ve Türk sinemaseverlerin yoğun ilgi göstermesi beklenen Tomris Giritlioğlunun yakın tarihimize eleştirisel bakış içeren filmiSalkım Hanımın Taneleri ise festivalde iki kez gösterilecek.
Türkiyede yaşayan Amerikalı yönetmen Paxton Wintersin yönettiği Crude, festivalde yer alan ilk yabancı yönetmen filmi olacak. Crude, milliyetçilik, globalleşme ve medyada duygu sömürüsünü alaya alan sürükleyici öyküsüyle dikkat çekmişti.
Altı bölümden oluşan festivalde yer alacak filmler gösterim programına göre şöyle sıralanıyor:
5 New York Türk Filmleri Festivalini düzenleyen Moon and Stars Project, Amerika Birleşik Devletleri ve Türkiye arasında karşılıklı kültürel ve sanatsal yakınlaşma ve işbirliğini arttırmayı hedefleyen ve kar amacı gütmeyen bir kuruluş. Kuruluş yetkilileri, Festival, sanat ve kültür projeleri yoluyla Amerikan ve Türk toplumları ile sanatçılar, kurumlar ve kültürler arasında köprü oluşturma çabasında açıklamasında bulundular.
▲ Cuprins ▲ İçindekiler ▲ Contents ▲
28-30 adet kayısı(hamca olacak), bir buçuk kg. toz şeker, 1 adet limon, 1 su bardağı su 1 avuç sönmüş kireç kaymağı
1- Tencereye bir avuç sönmüş kireç kaymağı koyun ve üstünü geçecek kadar temiz su doldurun. Kireç kaymağı on dakika kaldıktan sonra başka bir tencereye tülbentle süzün.
2- 28 adet kayısının çekirdeklerini çıkartın. Kabuklarını soyun ve hamen kireç kaymaklı suya atın. 20 dakika kalsın.
3- Diğer taraftan emaye bir tencereye birbuçuk kg. şeker ve 1 su bardağı suyu koyun. Çok kısık ateşte tahta kaşıkla durmadan karıştırarak şurup yapın. Şeker suda eridikten sonra ateşi açın ve şurup koyulaşıncaya kadar karıştırmaya devam edin.
5- Kıvamına gelen şuruba kireç kaymağından çıkartıp yıkadığınız kayısıları teker teker atın ve hafif yumuşayıncaya kadar çevirin.
6- Tencereyi ateşten indirerek soğumaya bırakın. Bir kaç gün üstüne tülbentle örterek güneşte bırakın, pişsin ve çeksin.
28-30 adet küçük boy beyaz kavak inciri, bir buçuk kg. toz şeker, bir buçuk su bardağı su, 1 adet limon
1- Bir buçuk kg. toz şekeri bir buçuk su bardağı suda kısık ateşte karıştırarak şurup yapın.
2- Şurup koyulaşınca limon suyunu ilave edin. 3- İri kabarcıklardan sonra, daha evvel soyup hazırladığınız 30 adet kavak inciri son dakikada da şuruba ilave edin. Beş dakika da incirle kaynatarak ateşten kaldırın.
▲ Cuprins ▲ İçindekiler ▲ Contents ▲
Asla makyajı bozulmayan, saçı dağılmayan, cildi parlamayan, koşullar ne olursa olsun her zaman bakımlı ve derii toplu görünen bayan mükemmellerden biri olmak ister misiniz? O zaman dikkat; özellikle yoğun çalışan kadınların, gün boyunca süren koşuşturma sırasında bile harika görünebilmesi için etkili taktikler veriyoruz...
Bunlara göz alınca aslında işinizin o kadar da zor olmadığım sevinerek göreceksiniz. Kozmetik dünyasının son zamanlarda çıkardığı pratik ürünler de hızlı güzellik için en büyük yardımcınız olacak;
Sabahları mümkün olduğunca hızlı olmanın en güzel yolu, yapılması mümkün olan her şeyi akşamdan yapmak: Böylece sabahları, o acelede, boş yere vakit kaybetmez ve rahatça hazırlanabilirsiniz. Bu, ayrıca, güne güzel bir biçimde başlamanın en iyi yolu
Saçlarınızı akşam yıkayın. Böylece hem sabah, duşta sadece vücudunuzu yıkayarak zaman kazanabilir, hem de akşam, daha çok vaktiniz olduğu için bakım yapabilir ve ipek gibi saçlara sahip olabilirsiniz. Akşamdan tüm kıyafetlerinizi kontrol edin ve mümkünse deneyin. Böylece sabahları bozuk bir fermuar ya da kopuk düğmelerle uğraşmak zorunda kalmazsınız.
Kıyafetinize uygun olan çanta ve ayakkabıları seçmeyi ve bir önceki gün kullandığınız çantanın içinde yer alanları diğerine aktarmayı da unutmayın. Sabah kullanacağınız duş jeli ve vücut losyonu, eğer yarıdan daha az dolu ise onları akşamdan baş aşağı çevirin; böylece bir damla krem çıkarmak için dakikalarca uğraşmazsınız!
Çalar saatin sesini duymadınız, arkadaşınız sandığınızdan erken geldi, ya da benzer bir nedenle çok geç kaldınız ve hiç vaktiniz yok! O zaman dikkat; aşağıdaki zaman kaybettiren hataları sakın yapmayın!
Oje sürmek: Hızlı kuruyanların bile tam anlamıyla kuruması vakit alıyor ve bu arada hiçbir iş yapılamadığı için zaman kaybediliyor. O nedenle oje sürme işini bol vaktinizin olduğu bir zamana bırakmak ya da çok gerekliyse sadece bir cila sürmek daha akıllıca. Uygulaması kolay olmayan makyaj malzemelerini denemek ve bozulunca tüm makyajı yeni baştan yapmak, zorunda kalmak: Yenilikleri ve eyeliner sürmek gibi zor işleri akşam makyajına bırakmak en doğrusu!
Naylon çorabı aceleyle giymek: Aceleyle giyilen naylon çorap, büyük ihtimalle kaçacaktır. Eğer yeni bir çorabınız yoksa ve etek giymek üzereyseniz, mecburen pantolon giymek zorunda kalacak ve uygun olanı ararken vakit kaybedeceksiniz.
Telefona yanıt vermek ve sohbete dalmak: En iyisi, vaktiniz darken çalan hiçbir telefonu açmamak!
▲ Cuprins ▲ İçindekiler ▲ Contents ▲
Migren nüfusun %10nunu etkileyen genel bir hastalık. Haftada bir kez de yaşanabilir yılda iki kez de. Kadınlarda migrenin yaşanmasının en önemli sebeblerinden biri estrojen hormonunun seviyesindeki değişimler.
Migren beyin damarlarının çok fazla genişlemesi ya da kısalması sonucu oluşan şiddetli baş ağrılarıdır. İki çeşit migren vardır, klasik ve genel. Genel migren yavaş başlar, 2 ila 72 saate kadar sürebilen bir ağrıyla devam eder. Ağrı şiddetlidir ve genelde ya bir kulağın arkasında ya da kulakla alın arasındaki bir bölgede yoğunlaşır. Kafanın arkasından başlayıp kafanın bir tarafını komple sarabilir.
Migrene genellikle mide bulantısı, kusma, bulanık görme de eşlik eder. Bu rahatsızlıklar saatlerce sürebilir. Klasik migren, genel migrene benzemekle birlikte farklı belirtilere sahiptir. Klasik migren belirtileri konuşma bozukluğu, güçsüzlük, görme ya da duyma hislerinde azalmadır. En çok rastlanan belirti, açık ve net görememektir.
Migren nüfusun %10nunu etkileyen genel bir hastalıktır. Haftada bir kez de yaşanabilir yılda iki kez de. Kadınlarda migrenin yaşanmasının en önemli sebeblerinden biri estrojen hormonunun seviyesindeki değişimlerdir. Kadınlar genelde migreni estrojen seviyeleri düşükken, yani regl dönemlerinde yaşarlar. Migren genellikle 20 ila 35 li yaşlar arasında yaşanır ve yaş ilerledikçe azalır. Fakat buna rağmen çocuklarda migrenden şikayetçi olabilirler. Çocuklarda migren ağrısı bir yere odaklanmak yerine daha dağınıktır. Migren çocukluk döneminde başağrısı yerine karın ağrısı, periyodik karınsal ağrılar, kusma, baş dönmesi gibi belirtilerle kendini gösterir. Yapılan son araştırmalar migrenin son yıllarda her yaş grubunda % 60a yakın bir artışı olduğunu gösterdi.
Stres, az ya da çok uyku, duygusal değişiklikler, hormonal değişimler, parlak ışık, hareketsizlik migreni tetikleyen faktörlerdir. Diş ile ilgili problemler ve düşük kan şekeride bunlardan sayılabilir. Migren esnasında kan şekeri seviyesi düşüktür. Kan şekeri ne kadar düşük olursa migren o kadar şiddetli olur. Sigarada tetikleyenler arasındadır çünkü nikotin ve karbonmonoksit ve sigara dumanının içindekiler kan damarlarını etkilerler. Nikotin onları sıkarken karbonmonoksit genişletmeye çalışır. Bazı gıdalarda migreni arttırır. Örneğin çikolata, turunçgiller, alkol (özellikle kırmızı şarap) gibi.
Her gün boynunuza ve başınızın arkasına masaj yapın.
Tuzlu, kızarmış ve yağlı gıdalardan uzak durun.
Öğünlerinizde çok yememeye özen gösterin, mümkünse öğünler arasında atıştıracak şeyler yiyin ve kan şekerinizi yüksek tutun, kan şekeri düştüğü zaman migrende başlayabilir.
Sigara içmemeye özen gösterin sigara içilen ortamlarda bulunmayın.
Araştırmacılar migren krizlerinin beyindeki kimyasal dengesizliklerden dolayı oluştuğuna inanıyorlar. Serotonin seviyesi başağrısı sırasında düşer. Bu menenjitlerdeki damarların üçlü sinirlerine etki yapıp tetikler ve menejitlerdeki damarları şişirir ve bunun sonucunda migren olur.
kadınlarda migren krizleri menapozdan sonra azalmaya başlar.
Sürekli ilaç kullanımını bırakın çünkü her ağrıda ilaç alınırsa vücut buna alışır ve ilaç kullanılmadığı zamanlarda ağrı tekrar başlar ve şiddetlenir.
▲ Cuprins ▲ İçindekiler ▲ Contents ▲
Her yılda olduğu gibi bu yıl da yaz kurslarında Müftülüğun ve T.C Diyanet Vakfı Din hizmetleri ateşesi tebrik edici bir sonuca ulaştı. Romanya müftüsü Bağış Şahingiray Bey tekrar başarısını bu minicik cocuklarla ilgilenerek gösterdi.
Bu kurslarda başarılı olan öğrenciler için yarışma yapılarak hediyeler ve yemek ikramında bulunuldu. Proğram, Kur an-ı Kerim in okunması ile başladı, Romanya Müftüsü, eski Müftü Osman Necat, T.C Başkonsolosluğunda Din Ateşesi görevınde bulunan sayın Ahmet Erdem Bey söz aldılar.Yarışmayı Müftü Müşaviri Murat Yusuf Bey organize etti ve sundu.
Merasimde konuşmacılar Kur an-ı Kerim i öğrenme, peygamberimizin hayatınını tanıma ve bir müslüman cocuğunun öğrenmesi gereken bilgilerin onemi hakkında konuşmalar yaptılar. Çocukların cevapları, Kur an-ı Kerim den süreler, ilahilerle davetlilere duygulu dakikalar yaşattı-lar. Bu kurslar her yıl olduğu gibi hayır sever Türk İş Adamları tarafından Romanya da yaşayan müslümanla-rın dini bigilerine öğrenme ve pekiştirmek için organize edilmektedir. Kurslar Dobruca bölgesinin 20 merkezinde gerçekleşmiştir. Kurslara yaklaşık 600 talebe katılmıştır.
Sayfayı hazırlayan: Firdevs Veli
▲ Cuprins ▲ İçindekiler ▲ Contents ▲
Türk evi tarih boyunca Türklerin içinde oturdukları ev tipleri olarak tanımlanabilir. Ama Türklerin tarih sahnesine ilk çıktıkları zamandan bu yana mekânları da çok değişmiş; Orta Asyadan Balkanlara Kuzey Afrikadan Arabistana, oradan Karadenizin kuzeyine kadar uzanmışlar, ayrıca pek çok da devlet kurmuşlardır. Biz Türk evi olarak Osmanlı İmparatorluğunun bize miras bıraktığı, zamanımıza gelen örnekleri 17. yüzyıla kadar uzanabilen evlere bakarak şu niteliklere sahip olanlara Türk Evi diyoruz:
Özgün oda düzeni: Türk evinin en önemli öğesi odadır. İzleyebildiğimiz dönemler boyunca nitelikleri pek az değişmiştir.
Plan şeması: Plan şemaları içinde dış ve açık sofalı tipler, köşklü ve eyvanlı uygulamalarla dikkati çeker. Odaların birbirine bitişik olmasından çok, sofanın uzantılarıyla birbirinden ayrılarak özerklik kazanması plan şemalarının en özgün niteliğidir. Daha sonraki dönemlerde orta sofalı tip görülmeye başlar.
Çok katlılık: En az iki katlı olup üst kat yaşama katı olarak belirginleşir ve amaçlanan planı verir. Zemin kat sanki bir sur duvarı imişcesine sağır, yüksek ve kâgirdir. Üst kat çıkmalarla sokağa uzanır.
Çatı biçimi: Çatı dört yana eğimli olup girinti çıkıntılardan kaçınılmıştır. Saçaklar geniş ve yataydır.
Yapım: En belirgin yapım sistemi ahşap çatkı arası dolgu veya bağdadi olan örneklerdir.
Bütün bu özellikler halk evinde olduğu kadar yönetici evlerinde de aynıdır. Zenginlik, oda sayısına ve süslemeye etki eder. Bu ev tipi, Türk kültürünün gittiği her yere vurduğu bir damga gibidir. Diğer kültürlerin oluşturduğu evlerden hemen ayrılır, kendi ağırlığını ortaya koyar.
Türk evi konusuyla ilgilenen çok az kimse olmuştur. Bu alanda en geniş, en erken ve yetkin çalışmalar Türk evinin önemini daha genç yaşında farkederek belge toplayan ve araştıran Sedat Hakkı Eldem tarafından yapılmıştır. Eldem çalışmalarının bir kısmını ölümünden ancak çok kısa bir süre önce yayımlayabilmiştir. Böylece biz Türk evinin son önemli örneklerini onun eserlerinden tanıyabiliyoruz. Arkeolog Mahmut Akok da çeşitli yöre evleri hakkında rölöve ve makaleleriyle konuya katkıda bulunmuştur. 1950li yıllarda İstanbul Teknik Üniversitesi Mimarlık Fakültesinde önemli kentlerin konut mimarisi hakkında yeter-lilik çalışmaları yapılmıştır. Bu konu yirmi yıl kadar unutulduktan sonra, özellikle küçük kentler hakkında, daha bilimsel yöntem-lerle hazırlanmış, doktora tezler ve öğrenci çalışmaları görülmeye başlar.
Geleneksel konut dokusunun giderek yok olmaya başlaması ve yeni yapılarla yozlaşması bu yeni ilginin başlıca nedenidir. Yine de Türk evi konusu hâlâ şaşırtıcıdır. Türk evi bölgesi içinde dolaşırken hayran olabileceğiniz bilinmeyen evler bulabilirsiniz. Bunların çoğunun rölövesi yapılmamış, resmi bile çekilmemiştir.
Türk evi sınırları içinde gördüğümüz ev tipinde zemin kat taş veya kerpiç bir duvarla sokağa kapalıdır, üst kat ağır taşıyıcı duvarlar veya ahşap direkler üzerine oturur. Üst katlar ahşap çatkılıdır. Orta kat, varsa, alçak tavanlı yarım veya tam kattır. Üst kat devirler içinde giderek çok pencereli ve çıkmalarla hareketli bir görünüm kazanmıştır. Pencereler önceleri camsızdır, camın yaygınlaşmasıyla iki yana kanat açılan çerçeveler yapılmıştır. Batı etkilerinden sonra ise düşey sürme pencereler görülmeye başlar. Pencerelerin standart ölçülerde olması ortak bir ritm yaratarak tek eve olduğu kadar, sokağa ve kente de bütünlük sağlamıştır. Tavan geometrik bölünmüş ve bazen boyayla bezenmiştir. Çatı daima dört yana eğimlidir. Bu özellik Türk evinin en önemli ayırıcı niteliğidir.
Türk evinde en önemli birim odadır. Her oda evli bir çifti barındıracak niteliklere sahiptir. Her odada oturulabilir, yatılabilir, yıkanılabilir, yemek yenilebilir ve hatta yemek pişirilebilir. Bütün odalar aynı özelliklere sahiptir. Ölçüler değişebilir ama nitelikler değişmez. Bu özellikler geleneksel yaşama biçimiyle ilgili olup yaşama biçimi çok uzun yıllar değişmediği için oda tasarımı da aynı kalmıştır. Odanın yukarıda saydığımız değişik eylemlere cevap verebilmesi için değiştirilebilir bir düzen geliştirilmiştir. Bu düzenek göçebelikten kalma alışkanlıklar üzerine kuruludur. Orada bir yaşama birimi olan çadır, burada odadır. Çadırda da aynı mekân içinde değişik işlevler yüklenmiş ama sınırları konulmamış bölgeler vardı. Odada ise bu bölgeler bölmeler, yarı bölmeler ve kademelerle ayrılmıştır.. Çadırda ortada olan ocak, evde odanın bir duvarına dayanmış böylece dumanı kolaylıkla dışarı atılmıştır. Mangal ise tıpkı bir ocak gibi ortadadır. Oda iç cephesinin biçimlenmesi insan eylemlerinin gerektirdiği boyutlara göre sağlanmıştır. Odanın değişik işlevleri zaten çok olan taşınabilir eşya ile, eylem süresince sağlanır. Eylem bitince eşya ortadan kaldırılır. Yataklar yüklük denilen dolaplar içinde durur, uyunacağı zaman yere serilir, sabah tekrar dolaba konur. Yemek yenileceği zaman dolaptan çıkarılan sofra bezi, altlık, bakır sini veya tahta tabla ile yemek düzeni kurulur. Yemekten sonra her şey tekrar yerine kaldırılır. Bu amaçla odanın orta alanı boş bırakılmıştır. Oturmak için kullanılan sedirler duvar diplerindedir. Yemek ve yatma düzeni sarayda çadırda da aynıdır. Odanın çok amaçlı kullanımı ve ortada eşya bulunmaması Japon evinin de bir özelliğidir. Pek çok kültür ve kullanım öğesini Çinden almış olan Japonyanın Çin eşyasını almaması düşündürücüdür. Bu konuda Japon toplumunun iki kökeninden biri olan Orta Asyayı hatırlamamak imkânsızdır.
Bu bölümde Kültür Bakanlığı katkılarıyla Reha GÜNAY tarafından hazırlanan Türk Ev Geleneği ve Safranbolu Evleri adlı eserden faydalanılmıştır.
▲ Cuprins ▲ İçindekiler ▲ Contents ▲
De-a lungul istoriei casele turceşti s-au distins prin arhitectura şi modul de construcţie faţă de celelalte case aparţinând altor culturi şi civilizaţii.
În timp, casele au suferit modificări, în arhitectura lor după zona geografică şi după materia primă de construcţie păstrându-şi totuşi identitatea primară.
Această identitate dă posibilitatea să descoperi case turceşti în Asia, Balcani, Africa de Nord, statele Arabe şi Nordul Mării Negre, ceea ce atestă că prin locurile acestea au trăit popoare turcice. În acest articol ne propunem să facem o scurtă incursiune în lumea caselor turceşti din perioada secolului 17, perioadă otomană. După cum bine se ştie locul cel mai important dintr-o locuinţă este odaia,camera, care suferă modificări după modul de folosinţă. Casele au diferite forme de construcţie după tipologia lor. Case obişnuite, vile (konak) şi castele sau palate. Locuinţe de vară, de odihnă sau cele zilnice.
Cel mai dese întâlnite sunt casele cu două nivele (parter şi etaj). Etajul superior are destinaţia de locuinţă propriu-zisă. Parterul are ziduri groase ca şi cum ar fi un zid de apărare. Partea din faţă este puţin ieşită în afară.
Acoperişul se întinde drept pe cele patru laturi sau înclinat pe cele patru laturi. Doar pe trei laturi acuperişul depăşeşte peretele casei. Streaşina este lată şi uneori ondulată sub formă de jgheab. Materialul de construcţie este de obicei lemnul.
Pereţii, dublii, sunt confecţionaţi din scânduri înguste, şindrilă, aşezate cruciş umplute cu chirpici. Referitor la clasele sociale, casele, la exterior, nu se prea deosebesc între ele, acestea fiind determinate de luxul şi împodobirea interioarelor.
Etno-arhitectura şi arheologia caselor turceşti, puţini au fost cei care au studiat şi cercetat acest domeniu.
Hakki Eldem, încă din anii tinereţii a fost atras de acest segment şi întreaga lui viaţă a dedicat-o studiului caselor turceşti. Lucrarea i-a fost publicată cu puţin timp înainte de a muri. Ea a costituit un viu interes pentru urmaşi. Arheologul Mahmut Akak a continuat să cerceteze casele turceşti şi să le claseze după regiuni şi zone. În anul 1950 la Universitatea Tehnică Facultatea de Arhitectură se deschide o secţie de cercetare a caselor turceşti din mediul urban. Apoi urmează o pauză de 20 de ani după care se reia acest studiu devenind atractiv pentru teze de licenţă şi teze de doctorat.
De ce o pauză de 20 de ani? Răspunsul este uşor de găsit. Modernizarea mediului urban a dus şi la modernizarea arhitecturală a caselor.
În pofida modernismului, casa turcească tradiţională incită ochiul cercetătorului care încearcă s-o imortalizeze atât pe peliculă de film cât şi peliculă fotografică. Pentru pictori rămâne un element de studiu şi decoraţiune.
(va urma)
▲ Cuprins ▲ İçindekiler ▲ Contents ▲
Am avut şansa de a face o mică excursie la Istanbul. Pentru prima dată am fost pus in faţa unei noi culturi, având la bază o religie cunoscută mie numai după nume. Religia islamică. Dintr-un motiv sau altul de mic am fost învăţat să urăsc această religie. La şcoală nu-mi aduc aminte să fi învăţat ceva bun despre musulmani. Totul în jurul meu, ori sugera, ori propovăduia caracterul diabolic al religiei musulmane. Adult fiind şi uitându-mă la ştiri, aproape toate actele teroriste au fost puse la cale de musulmani. Oare dacă am face o listă cu toate răutăţile făcute de creştini, cu toate crimele făcute de ei, ar fi acea listă mai scurtă? Oare valoarea unei ideologii, sau a unei religii constă în calităţile morale ale celor care aderă la ele?
Dar să revin la Sfânta Sofia. Pentru cei care nu ştiu, Sfânta Sofia este o bazilică ortodoxă construită între anii 532-537 de către împăratul Justinian I. Bazilica se poate vizita şi astăzi, numai că a fost transformată după căderea Constantinopolului (1453), într-o hagie musulmană. Ceea ce m-a uimit a fost faptul că după sute de ani de fundamentalism musulman, pe pereţii fostei bazilici încă mai sânt picturile creştine.
Mă întreb cum putem noi creştinii să-i numim pe alţii extremişti când am distrus culturi întregi. Unde ne-am dus am avut grijă de a-i creştiniza pe alţii cu forţa. Le-am distrus scrierile, le-am omorât liderii spirituali, i-am torturat pe cei care s-au opus creştinismului... şi toate astea în numele celui care a propovăduit toleranţa...
Mahomed! Mahomed nu a fost un terorist. Din contra el a propovăduit ca şi Isus toleranţa. Este adevărat însă că a luptat cu arma în mâna pentru ideea lui. Nu a fost însă pentru a o impune, ci pentru a se apăra împotriva celor care vroiau să-l distrugă. Deşi a câştigat războiul, şi tradiţia cerea ca cei invinşi să fie omorâţi, el i-a cruţat fiind primul care să dea un exemplu. Poate şi mai paradoxal, Dumnezeul lui este acelaşi cu cel al lui Abraham, este acelaşi ca a lui Iisus. Nu numai atât. El îl recunoaşte pe Iisus ca pe un alt profet dumnezeiesc.
Eu sunt creştin pentru că m-am născut creştin, trebuie însă să spun că eu cred în Dumnezeu, iar profeţii lui sunt numai nişte figuri istorice. Iisus Cristos ne-a dat rugăciunea pe care să o facem, când vrem să ne rugăm lui Dumnezeu. Ea se numeşte Tatăl Nostru. Noi din ce în ce am uitat de Tatăl Nostru şi l-am înlocuit cu Isus, Sfinta Maria, Sfântu Anton, Sfântul... Ceea ce mi se pare remarcabil la Mahomed este faptul ca a realizat faptul că urmaşii lui vor încerca să-l ridice la gradul de divinitate. Probabil că inspiraţia i-a venit tocmai de la religia creştină, în care probabil că în anii 600 când a trăit Mahomed, deja îl diviniza pe Iisus Cristos. La moartea lui, Mahomed i-a rugat pe cei din jur să-l îngroape într-un loc necunoscut tocmai pentru a nu lăsa nimic în urma care să fie venerat.
Deşi locurile creştine se află în imediata proximitate a locului de unde a izvorit religia musulmană acestea au rămas neatinse, dovadă a toleranţei musulmane. Ca şi Sfânta Sofia fie au fost înglobate în tradiţia musulmană, fie au fost tolerate. Într-un fel cred că a fost mai multă toleranţă în ceea ce priveşte persoana lui Iisus Cristos din partea musulmanilor decât din partea evreilor, din ale căror rânduri acesta făcea parte.
▲ Cuprins ▲ İçindekiler ▲ Contents ▲
Leo Butnaru
Când mi s-o fi întâmplat, totuşi, să am o atingere pe viu, aievea, cu spaţiile oriental-islamice, pentru exotismul şi neobişnuitul cărora am simţit totdeauna mărturisesc un interes şi o fascinaţie aparte? Să se fi născut acest sentiment prin 1969 când, dimpreună cu alţi alumni ai universităţii chişinăuiene, vizitam (şi) oraşul Cazan, capitala tătarilor de pe Volga? Oricum, atunci, ghizii nu ne vorbiseră şi despre orişicare vestigii ale mahomedanismului, nu ne arătaseră vreo moschee sau geamie. E de presupus că, în generalizatul debilism ateist sovietic, astfel de edificii fuseseră demolate, desfigurate, camuflate, pângărite, transformate adică în depozite sau săli de sport. Nici în 1976, la Duşanbe ori Culeab, oraşe din Tadjikistan, sau în 1983, în Taşkentul uzbec, n-am remarcat însemne şi vestigii ale islamului. Prima revelaţie a exotismului religios oriental, care îmi resuscită şi extinde oarecum (pe viu, aievea, în (i)realitate!) dimensiunile reflexiv-sugestive ale unor posibile metafore am trăit-o, ţin minte, la Samarkand, acum douăzeci de ani, fiind de-a dreptul fascinant de monumentele din secolele XIV-XVII ansamblurile arhitecturale Reghistan şi Şah-Zinda, Bibi-Zinda, Bibi-Hanâm, mauzoleul lui Hur-Emir etc. Într-adevăr, acolo, văzduhul vibra de comparaţii, vorba lui Mandelstam. Unele din acele impresii le-am trecut în file de publicistică în varianta lor culturală, în ele amintind, bineînţeles, de monumentele lui Navoi (Nevâ-i) sau Firdousi, întâlnite prin urbiile Asiei Centrale. Apoi ? În anul 1987, când, dimpreună cu mai tinerii colegi Vitalie Ciobanu, Vasile Gârneţ şi Teo Chiriac, beneficiind, în sfârşit (un atât de tardiv în sfârşit!), de prima-ne ieşire din perimetrul cuştii ruso-sovietice şi de trecerea peste Prut, la Constanţa, în Dobrogea românească, admiram moschei, geamii din minaretele cărora, se întâmplă, să răsune sotto-voce, adică uşor în surdină (mă rog, şi pe acolo era vorba de unele
sotto-restricţii ateiste), glas de muezin timid sau
intimidat. Încolo, mai spre Tulcea şi mai peste ani, la Babadag, vizitai geamia Gazi al Paşa şi casa imamului, restructurate şi ocrotite ca monumente ale islamului turcesc. Mai apoi, feericul Istanbul de la hotărnicia euro-asiatică, celebru prin Cornul de Aur, Galata, Fanarul, Topkapî
(Iată, aici, trebuie să deschid paranteza, amintind că, în fastuosul ansamblu muzeal Topkapî, cea mai mare coadă turiştii o fac, totuşi, la vizitarea haremului) în fine, la Topkapî, dimpreună cu domnii Mihai Cimpoi şi Todur Zanet, colegul nostru găgăuz, dar creştin, nu musulman, rugasem ghidul să ne arate şi sabia lui Ştefan cel Mare. Fără amânare, amabila călăuză cu ochi migdalaţi ne însoţi spre vitrina unde se afla şi o sabie cum să vă spun? de-a dreptul simplissimă, nearătoasă. Asta e, ni se spuse. Eu şi Mihai Cimpoi schimbarăm priviri de oameni dezamăgiţi, descurajaţi. Chiar asta să fie, oare, renumita spadă a preaslăvitului domn,
Confuzie, jenă, ce mai
Însă agera turcoaică ne surprinde deziluzia din priviri, ghicindu-ne şi abisalele subtexte ale derutei şi muţeniei, ca să ne spună: Dar aceasta a fost sabia lui de lucru
Aha, mărite Ştefane, cel iute la mânie şi repede vărsătoriu de sânge! Deja situaţia se mai limpezise. Iar cea de tron, de gală, e în altă parte, conchise, surâzând, migdalata şi simpatica fiinţă euro-orientală care, ştia ea, cu vorba şi graţiile, ne dăduse lovitura de graţie
spre pozitiv! În ce priveşte chestia aia cu haremul şi turiştii
Aşa e, îmi sugerase câteva versuri: Ce despuiere fremătoare! / îmbăierea laolaltă a/ celor cincizeci şi ceva de cadâne din/ haremul sultanului
Asta, pentru că oricum, ceva mai la vale, intenţionez să vorbesc despre poezie.)
Aşadar, a urmat Istanbulul cu moscheea Ayasofya, Tekfur-Sarai, Kahriye-Camii, palatul Dalmabahce. Alte moschei sau geamii în care am intrat, lăsându-ne încălţările la intrare, sau pe fundalul cărora ne-am fotografiat cu colegii Vladimir Beşleagă, Andrei Burac şi Nicolae Popa: Baiazidiye, Sulimaniye, Yeni-Camii. A urmat Ankara, în apropierea căreia, la 1402, Baiazid I a fot înfrânt de Timur Lenk, zis şi Tamerlan, cavoul căruia îl văzusem, spuneam, la Samarkand. Acelaşi Baiazid numit Trăsnetul (!) a fost înfrânt de Mircea cel Bătrân la Rovine, în 1385, fapt care, însă, nu-i adumbreşte prea mult aura de comandant de oşti ce a tot extins hotarele otomanismului prin însemnate cuceriri în Balcani şi Anatolia, repurtând şi victoria decisivă asupra cruciaţilor, la Nicopole (1396)
Ei bine, acestea ar fi şi ele nişte adnotări publicistice în versiune cultural-eseistică, pe când subsemnatul îşi propusese, de fapt, să schiţeze o succintă prolegomenă la un grupaj de versuri de inspiraţie, să zicem, orientală, uşor
islamică, mahomedană, în care apar invocaţiile către Allah ale opresaţilor ori îndrăgostiţilor, invocaţii în care
(Dar să lăsăm să decidă cititorul însuşi ce şi cum, la momentul potrivit.)
Dat fiind că noi nu avem doar o memorie în stare pură, ci una confabulatorie, inventivă, selectă şi afectivă, aş putea spune, cu inerentul subiectivism, că, în special versurile de atare speţă, unele din ele scrise încă acum trei decenii, ţin, parţial, şi de o înfiorare, de o misteriozitate a juneţii obsedate oarecum (şi) de retro-mitul unei vieţi anterioare în care aş fi, chipurile, contemplat, deci şi studiat şi receptat, realitatea în ipostaze de exotism oriental, în diversitatea ei, atât cât mi se deschidea, cât mi se înfăţişa atunci, e-he! demult, în alchimica metempsihoză a succesivelor reîncarnări în floro-faună sau în alţi oameni. Astfel că transferul sensului poetic devine chiar însuşi transferul
poetului care, iată, parcă ar retrăi reminiscenţele mai speciale dintr-o altă existenţă, sibilinică, sau din mai multe alte vieţi misterioase. Iar o primă concluzie ar fi că, în versurile respective, aspectele şi (re)interpretările unor imagini din mitologia, istoria, cultura spaţiilor oriental-islamice reprezintă interferenţe de spectre vectoriale, unele proiectate din adâncuri imemorabile (spre exemplu, poemele Lamentaţia Semiramidei şi Afurisenia zidarului de piramide sunt
pre-islamice, dar localizate în actualele geografii mahomedane), alte poeme emanate de prezentul trăirilor care, trebuie să recunosc, nu sunt totdeauna totalmente explicite. Bineînţeles, într-o anumită măsură aceste texte sunt şi de sorginte (ori inspiraţie) livrescă, de pe când elevul de ieri, ajuns student la jurnalistică-filologie avusese norocul de-a prinde gustul pentru intensa lectură
privată, care să-l distanţeze de totalitarismul textelor rudimentare, vulgarizatoare ce i se predau în şcoala medie sau superioară. Prin atare lecturi, noi, tinerii de atunci, ne păstram o libertate secretă de a cunoaşte lumea, civilizaţiile umane în permanentă deschidere de alte şi alte orizonturi şi apetituri estetice, diferite de cele propuse de modelele pedagogiei sovietice care zicea un biet şi bicisnic lector este cea mai sovietică pedagogie din lume. Printre autorii care m-au frapat la începuturile mele literare au fost (şi) Esenin cu excepţionalul său grupaj de inspiraţie persană (Şagane, frumoasă Şagane!), Navoi (Zidul lui Iskander, Leili şi Meginun, Confuzia celor drepţi etc.) şi Omar Khayyam, pe acesta din urmă
urmându-l, uneori, încă de la debut, în predilecţia pentru strictul necesar în poezie, pentru concentrarea ideatică şi formulările lapidare, aforistice. (Aş putea spune că anume pe atunci luau sfârşit, probabil, experienţele şi opţiunile la întâmplare ale tinereţii mele literare.) Apoi, chiar şi după ce mi-am publicat prima carte scrisă cap-coadă în vers liber sau alb, citindu-i pe Esenin în original, iar pe Navoi şi Khayyam în excelente traduceri ruseşti, nu puteam să nu remarc în mod special că există şi proeminente poeme elaborate în formă fixă ale căror ritmică şi rime nu numai că nu creează impresia de artificialitate (ca şi la Eminescu sau Arghezi), ci, din contra, anume acestea par să asigure plusul de descătuşare şi libertate asociativă, ca şi cum calităţile ar proveni recte (şi) din
rigurozitatea disciplinei prozodice (la sânge!). Prin acel/acest interes faţă de clasicismul din alte spaţii geo-literare, ca şi cum mă înscriam printre cei care, spunea cineva, nu erau primii care încercau ceea ce e nou, dar nici ultimii care ar abandona ceea ce e vechi. (Mai recent, Marin Mincu remarca, nu fără temei, că, la noi, descoperirea ori redescoperirea scriiturii în temeinicia generală apare cu întârziere, dovadă stând faptul că alţii, în Europa şi nu numai, au revenit deja la unele formule literare clasice, fixe.) Ba chiar o anumită perioadă, circa un deceniu, între 1977-1988, precum o dovedesc şi textele-exemplele preluate din volumele Sâmbătă spre duminică şi Duminici lucrătoare, rezonanţele orientale păreau a se regăsi obsesiv în ordinea firii, existenţei şi de ce nu? destinului meu, ca mod de vis, meditaţie şi simţire convertite de/în acţiunea scrisului sau în scrisul ca acţiune. (Ar fi de presupus că, pe unele din poemele în cauză cineva le-ar trece la capitolul unui conceptualism decorativ, fapt care, sincer vorbind, nu m-ar surprinde.)
Astăzi, în climatul de instabilitate, poate că de criză, a poeticii postmoderne, pot reafirma o concluzie la care ajunsesem acum două decenii, când, cultivând şi formulele fixe ale poeziei, inclusiv sonetul, mi-am zis: Ce importă, colega, dacă eşti romantic sau suprarealist, impresionist sau imagist? O estetică generalizată (azi globalizată?!), supraindividuală, nu garantează valoarea. Ca pondere artistică, principiile valabilităţii nu depind, obligatoriu, de preferinţele de curent, formă (fixă, liberă, albă
) sau de şcoală literară a autorului, ci de harul lui, distinct şi de netăgăduit. Altceva (sau poate
deloc altceva) e că, pe lângă acel incontestabil har cu care au fost dăruiţi, unor poeţi, scriitori în general, le lipseşte cunoaşterea profundă a istoriei artei lor. În acest sens, pentru mine istoria poeziei include necesarmente şi cunoaşterea subtilităţilor ei ideatice, stilistice, de formulă (pură sau
mixtă), care te îndrumează spre calea propriei tale edificări auctoriale.
Implicit, prezenta schiţă de prolegomenă reprezintă şi o pledoarie pentru citirea şi recitirea poeziei orientale care, mie unuia, mi se pare cam uitată pe nedrept aici, în spaţiile psiho-etno-culturale europene. Nu, nu rezistă banalul şi leneşul argument, că Navoi ori Firdousi, Hafiz ori Saadi (ca să nu mai vorbin (şi) de mereu actualul Khayyam!) nu mai sunt la modă. Dimpotrivă, spiritul esenţializat în operele acestor şi altor mari creatori care, vorba lui Borges, fiecare în parte, nu sunt atât un literat, cât o literatură, nu (re)simte influenţa timpului, pe care-l transgresează din epocă în epocă, spre a contribui perpetuu la dezvăluirea şi înţelegerea dialecticii spiritului uman universal, ne-localist, ne-oriental, ne-islamic, stricto sensus vorbind. Unde mai punem că astăzi e de-a dreptul anacronică şi inadecvată tentativa abordării problemei concurenţei pe criterii de valabilitate şi actualitate, între antichitate, clasicism, romantism, simbolism, imagism, futurism (dar
retro-ism?), avangardism
Exegeţii au ajuns, în fine, se pare, la concluzia că nici unul din stilurile afirmate pe parcursul epocilor nu poate fi luat drept punct culminat al artei, literaturii, deoarece fiecare din ele nu reprezintă un mod singular valabil de a recepta lumea cu toate ale ei. În spaţiul european sau islamic, nipon sau latino-american, chinez sau nord-american. Din acest considerent, ca cititor sau peregrin în cuprinderile civilizaţiei orientale, idem, islamice, înţeleg semnificaţiile artistice, inclusiv cele literare, ca pe nişte experienţe/procese de conservare, dar, concomitent, şi de transmutaţie a semnificaţiilor care spiritualizează, depăşind stadiile pur estetice în orientarea/înaintarea spre unul al chintesenţelor, denotaţiilor şi conotaţiilor de ordin existenţial-filosofic. Astfel, pentru scriitorul preocupat (şi) de aceste spaţii, istoria şi cultura islamică sunt imanent fructuoase în planul inspiraţiei, care ar fi un fericit acord al instituţiei cu întâmplarea, cunoaşterea, dar şi cu norocul, cu şansa. Fireşte, şi cu inteligenţa, studiul, experienţa proprie de creaţie. În fine, cu conştiinţa modelată (şi) de toate cele amintite până aici.
▲ Cuprins ▲ İçindekiler ▲ Contents ▲
Undeva
oamenii şi-au ucis speranţa
şi până la mine ajunge sângele
cadavrelor albastre
ajunge ceaţa.
Colorată elegie a văzduhului
presurat ca praful melodiilor orientale
indolent suflat din clarinete
Îmi pun dinaintea ochilor inima
şi cânt
spre-a nu vedea despărţirea de ţară.
Rechem pe buze cuvintele
şi cânt
spre-a înnăbuşi glasul minciunii.
şi cânt
totdeauna având
o bucurie minusculă
barem
cât umbra unei sărbători.
(Aripă în lumină, 1976)
▲ Cuprins ▲ İçindekiler ▲ Contents ▲
Duminică, 10 august 2003, la Brăila s-a desfăşurat spectacolul prieteniei turco-română, spectacol oferit de ansamblul folcloric al municipiului Brăila, Pandelaşul şi formaţia de dansuri populare a primăriei din Nilufer din oraşul Bursa Turcia.
Cele două formaţii ale oraşelor înfrăţite, Brăila şi Bursa au oferit un program amplu care a atras un număr impresionant de spectatori. Formaţia din Turcia a arătat prin diversitatea costumelor şi a dansurilor cât de bogat este folclorul şi muzica turcă, reuşind să schimbe imaginea despre acest segment pe care mulţi îl confundau cu dansul buricului şi manelele de ultimă oră.
Doamna Abdula Gulten, vicepreşedintă a UDTR, preşedinta filialei Galaţi, preşedinta Centrului De Cercetare, Dezvoltare, Educaţie şi Cultură Turcă Dunărea de Jos şi nu în ultimul rând preşedinta Comisiei de Cultură, Culte şi Mass-Media în cuvântul de încheiere a spectacolului a subliniat împlinirea celor 10 ani de la înfiinţarea Consiliului pentru Minorităţile Naţionale din România şi a mulţumit Guvernului României pentru această hotărâre guvernamentală care a dat posibilitate ca toate minorităţile să-şi arate potenţialul valorilor pe care le deţine, a dat posibilitatea să se bucure în egală măsură de păstrarea şi continuarea tradiţiilor patromoniale ale României.
Considerăm că acest spectacol este un dar oferit de primăriile celor două oraşe, Brăila şi Nilufer - Bursa, celor 80de ani de la formarea statului turc modern, Turcia, şi a 125 de ani de relaţii diplomatice şi culturale dintre România şi Turcia a spus în încheiere doamna Gulten Abdula şi a oferit diplome de excelenţă din partea UDTR şi CCDECT - Dunărea de Jos, însoţite de mape cu cărţi editate de UDTR precum şi câte un tricou cu inscripţia figurii lui M.K.Ataturk şi a dictonului Pace în Ţară, Pace în Lume, domnului primar al Brăilei Lungu Anton şi celor două formaţii; Pandelaşul şi Nilufer Bursa.
Spectacolul s-a încheiat cu o horă a prieteniei la care s-au prins membrii celor două formaţii şi spectatorii. Iată ce înseamnă să trăieşti în bună înţelegere şi pace atunci când dialogul este deschis, sincer şi respectul este reciproc.
▲ Cuprins ▲ İçindekiler ▲ Contents ▲
Kahramanlarının olağanüstü eylemlerini coşkulu, törensel bir üslupla anlatan ve genellikle birkaç bölümden oluşan manzum yapıtlardır. Bilinen en eski edebiyat türlerinden biridir. Yunanca espos sözcüğünden gelmektedir. Mitoloji, efsane, folklor ve tarihi öğeler içerir. Destanlar ve destansı öyküler ilkçağlardan beri dünyanın her yerinde gelenekleri sonraki kuşaklara aktarmak için kollektif olarak yaratılmış edebi biçimlerdir.
Destanların ortak özellikleri: Hepsinde yarı tanrısal nitelikler taşıyan bir ya da birçok kahramandan söz edilir. Destan bu kahramanın eylemleri üzerine kurulmuştur. Olaylar çok geniş bir kozmik coğrafya üzerinde geçer. Bir destanın dünyası ortaya çıktığı zaman içinde düşünebilecek her şeyi barındıran bütünsel, çok yönlü bir dünyadır. Hemen bütün destanlarda uzun yolculuklar anlatılır. Çoğu destanda olaylara doğaüstü yaratıklar da katılır. Kişiler, olaylar, doğal varlıklar hep gerçek yaşamdaki boyutlarından daha büyük, daha zengindir. Özellikle sözlü destanlarda uzun anlatı, betimleme (tanımlama) ve konuşma bölümleri bulunur. Öykü içinde öyküye yer verilir.Törensel söyleyişler ve kamusal duyarlılık hakimdir. Destanlar temel olarak iki gruba ayrılır.
Yazının henüz bulunmadığı ve yaygınlaşmadığı bir kültürde doğan ve kuşaktan kuşağa sözlü olarak aktarıldıktan sonra yazıya geçirilen destanlardır. Ozan ve şarkıcıların değişik zamanlarda söylediği şarkı ve şiirlerin bütünleşmesi ve işlenmesiyle oluşturulurlar. Örnekler:
Gılgameş: MÖ 3000 yıllarında Mezopotamyada ortaya çıkmıştır. Bilinen en eski destandır. Babil ve Akad toplumlarınca da benimsenmiştir. Ama bugüne kalan en eksiksiz biçimi Sümer toplumunda ortaya çıkmıştır. Zalim Uruk kralı Gılgameşin ölümsüzlük arayışını anlatır. Gılgameş ve arkadaşı Enkidu ile birlikte uzun arayışlardan sonra ölümsüzlük otunu bulur, ama bir yılana kaptırır.
İlyada ve Odysseia: MÖ 11-12nci yüzyıllarda geçtiği sanılmaktadır. Homeros destanları olarak bilinirler. Yunan Yarımadasındaki Akhaların, Anadoludaki İon krallıklarına saldırısı ve Akha kral ve prenslerinin daha sonraki serüvenleri anlatılır. Özellikle Odysseia, daha sonraki Yunan Tragedyası ve Batı edebiyatının önemli bir kaynağıdır.
Diğerleri: Eski İngilizce halk destanı Beowulf, Eski Almanca Heldenlieder (kahramanlık türküleri), Almanca Nibelungenlied, Kudrunlied, Fransada Chanson de Geste (kahramanlık şarkısı), Chanson de Roland (Frank kralı Charlemagneın savaşlarını anlatır), İspanyada El Cantar de Mio Cid, Hindistanda Mahabharata, Ramayana, Japonyada Heike Monogatari.
Belirli bir yazar tarafından eski örneklere uygun olarak ve okunmak üzere kaleme alınmış destanlardır. Örnekleri
Vergiliusun Aeneisi: MÖ 29-19uncu yüzyılları kapsar. Troyalı Aeneiasin uzun ve zorlu bir yolculuktan sonra Latin ülkesine gelerek Lavinium kentini kurması anlatılır. Lavinium sonradan Alba Langa ve Roma kentlerinin yerine kurulan ilk kenttir.
Miltonun Paradise Lostu: İnsanın cennetten kovuluşu ve tanrının şeytanla mücadelesini anlatır. Dantenin La Divina Commediası (İlahi Komedya) MS 1310-1321, Ariostonun Orlando Furiososu (Çılgın Orlando) 1532, Camoesin Os Lusidası 1572.
Asya kıtasının çeşitli bölgelerinde yaşayan Türk boyları arasında zengin bir destan geleneği vardır. Bilinen Türk destanları arasında en eskisi Yaratılış Destanıdır. Altay Türkleri arasında söylenmektedir. V. Radlov tarafından saptanıp yazıya geçirilmiştir. Saka Destanı, İskit Türklerine aittir. Bu destan zinciri içinde Alp Er Tunga ve Şu parçaları bulunur. Bunlar Kaşgarlı Mahmudu Divanü Lugati-t-Türk adlı eserinde yer almıştır. Oğuz Kağan Destanı 14'üncü yüzyılda derlenmiş özet nitelikte bir metindir. Oğuz Kağanın doğumu ve üstün nitelikleri, askeri başarıları ve ülkeyi oğulları arasında pay edişi anlatılır. Oğuz Türklerinden günümüze gelen tek destan metni ise Dede Korkut Kitabıdır. Bayındır Han soyundan geldikleri sanılan Akkoyunluların egemen olduğu Kuzeydoğu Anadoludaki olaylar ve Müslüman Oğuzları yaşamı anlatılır. Göktürk Destanları çeşitli parçalardan oluşmuştur. Bozkurt parçasında Göktürklerin bir boz kurdun soyundan geldikleri, Ergenekon parçasında ise Ergenkona sığınmaları, çoğalıp buraya sığmayınca dağı eriterek dış dünyaya çıkmaları anlatılır. Köroğlu parçasında ise göçebe Oğuzların Horasan ve Hazarda İranlılarla savaşlarından sözedilir. Manas Destanında Kırgız Türklerinin putperest Kalmuk ve Çinlilerle savaşları vardır. Cengiz Han Destanı, Moğol istilasından sonra Kıpçak bozkırlarında ve eski Uygurların yaşadığı bölgelerdeki olayları anlatır. Timur Destanı, Timurun savaşları ve kişiliğine yer verir. Danişmend Gazi Destanında Türklerin Anadoluyu ele geçirmeleri anlatılır. Battal Gazi Destanında da Anadoludaki Türk-Bizans savaşları yer alır.
Destan(epos), bir boy, ulus (kavim) veya millet haytında tam estetik hüviyet kazanmamış eser sayılan efsanelerden sonra nazım şeklinde ortaya çıkan en eski halk edebiyatı mahsullerinden biridir. Sözlü geleneğe bağlı bu anonim mahsuller, zaman ve mekan içinde cemiyetin iradesini ellerinde tutan Kahraman-Bilge şahsiyetlerin menkabevi ve hakiki hayatları etrafında teşekkül etmiş uzun, didaktik hikayelerdir. Tarihe bağlı olmakla beraber, tarih sayılmayan; ozanların kobuzlarla terennüm ettiği; cemiyetin ortak hayat görüşü ile ülkülerini aksettiren bu eserlerin teşekkülü için bir yaratma zemini le savaş, din değiştirme, göç, kuraklık vb.gibi büyük hadiselerin millet vicdanında birtakım sarsıntılara sebep olması lazımdır.
İşte millet hayatında askeri, dini, siyasi, içtimai hadiselerin hazırladığı muhit içinde: Kahramanlıklar, anekdotlar, menkabeler, felaketler, aşklar, hatıralar, bilgiler, görgüler, kızılalma sayılan hedefler tek ve büyük olma ihtirası ozanlar tarafından ananenin getitrdiği teknik ve kompozisiyonla terennüm edilmeye başlanır.
Umumiyetle İslamiyetten önce ve sonra olmak üzere iki kolda sınıflandırılan destanlarımız bu esaslar içinde meydana gelmişlerdir.
İslamiyetten önceki Türk destanlarının orijinal, tam metinleri elimize geçememiştir.Çin, Arap, İran, Türk vb.kaynaklardaki dağınık bilgiler destan geleneğimizin çok eski devirlere
▲ Cuprins ▲ İçindekiler ▲ Contents ▲
Prof. univ. dr. Ibram Nuredin
Începând cu acest număr punem la dispoziţia cititorilor, date deosebit de importante cu privire la lăcaşurile de cult musulmane din judeţul Constanţa şi nu numai. Documentele au fost citite, selectate, triate de noi, cu avizul şi bunăvoinţa Muftiatului Cultului Musulman, şi din ele aflăm informaţii absolut inedite privind datarea şi construcţia geamiilor, numele lor, nu-mărul imamilor ce slujeau, bunurile ce se regăseau în geamii, alte elemente ce pot da seama de starea cultului musulman în perioada in-terbelică. Datele sunt consemnate, pe dosare, ca urmare a inventarului desfăşurat sub egida Ministerului Instrucţiei şi Educaţiei, Cultelor şi Artelor, Subsecretariatul Cultelor şi Artelor.
Rom. Ministerul Instr. Ed. Cultelor şi Artelor
Subsecretariatul Cultelor şi Artelor
Muftiat Jud. Constanţa
Inventarul Comunităţii Musulmane 1940/1941
Comuna Ciocârlia de Sus Dosar 19
Hatibatul geamiei Cabail
Inventar 1940/1941
- imobil care serveşte drept geamie
- construit 1898, din piatră şi chirpic, acoperită cu olană, cu 1 încăpere şi şopron în faţă.
- Imobil construit din contribuţia benevolă a enoriaşilor
- 5 ha. teren cultură proprietatea geamiei
- pe teren şi o şcoală
- 3 ha. teren cimitir musulman
În sala de rugăciuni a geamiei
- 4 preşuri 3×2 m
- 8 rogojini 2,50×2
- 4 sfeşnice
- 8 tablouri cu numele mucenicilor
- 1 mătură
▲ Cuprins ▲ İçindekiler ▲ Contents ▲
9. Ertesi sabah erkenden uyanmış. Dem çeken bülbülleri, hü hü diye öten kumruları, güvercinleri dinlemiş.
Derken Güneş, yakıcı oklarıyla karanlıkları kovalayarak ufukta görünmüş. O zaman İbrahim, şimdiye kadar aldandığını, asıl tanrının Güneş olması gerektiğini düşünerek kollarını sevgiyle açmış:
İşte Tanrım
İşte Tanrım! Diye seviniyormuş.
10. Akşam ile birlikte Güneşün tepelerini ardında kaybolduğunu görünce:
Hayır, Hayır, diye söylenmiş İbrahim.
Bunların hiçbiri benim Tanrım olamaz. Ayı da, Güneşi de, yıldızları da, yeryüzünü, gökyüzünü, herşeyi herşeyi yaratan bir varlık Tanrı adını alabilir. İşte ben ona tapınıyorum!
Allahım! Sana tapınıyorum! Diyerek yere kapanmış.
Böylece İbrahim, uzun aramalardan sonra gerçek Tanrıyı yâni Allahı bulmuş.
11. İbrahim, artık çok mutluymuş. Kuşlar kadar hafif hissediyormuş kendini.
Günlerden birgün yeni bir heykel yapmaya çalışan babasının yanına gitmiş.
- Babacığım sen neye tapınıyorsun? Diye sormuş.
- Putlara, diye cevap vermiş babası.
- Bu putlar görüp işitir mi?
- Hayır!
- Çağırdığın, dua ettiğin zaman duyar mı?
- Hayır!
- Bir fayda ve zarar verebilir mi?
- Hayır!
12. O halde, elinden hiçbir iş gelmeyen, seni işitip görmeyen bir taşa, bir ağaca ne diye tapınıyorsun, babacığım? Ben gerçek Allahı buldum.
Gel, sen de onu kabul et! Diye yalvarmış;
- Demek sen benim tanrılarıma hakaret ediyorsun ha!
Onları beğenmiyorsun, öyle mi?
seni döve döve öldürür, sonra da evimden dışarı atarım! Diye haykırmış.
13. Ertesi günden başlayarak babası, yaptığı putları İbrahimin sırtına yüklemiş:
- Çarşı pazar dolaşıp bunları satacaksın! Demiş.
Ama İbrahim işin alayında imiş. Çarşıda bir aşağı, bir yukarı gidip gelirken:
- Put satıyorum!
Kendine tapanları görmeyen, hiç bir sesi duymayan, yüzünü kirleten sinekleri bile kovamayan Putlar satıyorum!
Alan yok mu? diye bağrıyormuş.
14. Bu alaylı sözleri duyanlar ona çok kızıyor, elindeki putları almak istemiyorlarmış.
Zaten İbrahimin istediği de buymuş.
Öğle sıcağı iyice bastırınca İbrahim putları tekrar sırtına alıyor,
Irmak kenarına götürüp başlarını sya sokarak:
- Haydı için bakalım.
Çok susadınız. Niçin içmiyorsunuz? diye eğleniyormuş.