În data de 5 0ctombrie 2001, aula Bibliotecii Judeţene Constanţa a găzduit colocviul "Cultura turcă–islamică, mesaj de toleranţă şi convieţuire paşnică". Colocviul a fost organizat de Uniunea Democrată Turcă din România, comisia de cultură, în colaborare cu Muftiatul Cultului Musulman din România şi Centrul de Cercetare, Dezvoltare, Educaţie şi Cultură Turcă – Dunărea de Jos. Se poate spune că această acţiune a avut o participare internaţională dacă ne gândim la oaspeţii de peste hotare prezenţi la această manifestare importantă pentru uniunea noastră, cum ar fi: domnul deputat al Traciei apusene din Grecia – Galip Galip, un grup de cadre didactice de origine turcă din zona amintită, şi un grup de studenţi din Azerbaycan.
Invitaţi de onoare au fost domnii: Bagış Şahinghirai, muftiul cultului musulman din România, domnul Karol Koning – director al Direcţiei pentru Minorităţi din cadrul Ministerului Culturii şi Cultelor precum şi domnul Ovidiu Ganţ – subsecretar de stat din cadrul Ministerului Informaţiilor Publice, Direcţia Relaţii Interetnice, preşedinta Asociaţiei Culturale Albaneze – Constanţa, doamna Cafer Birsel şi viceconsulul Consulatului Turc la Constanţa, domnul Burhan Oneren. Vorbitorii au subliniat ideea unei concilieri religioase, ideea a ceea ce înseamnă adevăratul Islam în viziunea culturii turce, importanţa zilelor sfinte ale musulmanilor şi valoarea lor spirituală.
Domnul director Karol Konigh a apreciat în mod pozitiv ideea de a a fi organizat un asemenea colocviu într-un moment de maximă importanţă.
În ceea ce îl priveşte pe domnul subsecretar de stat Ovidiu Ganţ, acesta a subliniat activitatea depusă de comisia de cultură a UDTR în acest domeniu şi a adus la cunoştinţă succesul secţiunii spirituale din cadrul Festivalului Proetnica – Sighişoara 2001, precum şi aprecierile pozitive făcute de domnul Ibrahim Spasich, preşedintele proiectului Link Diversity pentru Balcani.
Moderatorul manifestării, doamna Abdula Gulten, iniţiatoarea proiectului Spiritualitate şi Convergenţe Spirituale, proiect ce se derulează din anul 1998, a subliniat necesitatea unui dialog continuu interconfesional şi de asemenea realizarea la scară naţională a unei reviste interconfesionale pentru elevii din clasele a VI-a, a VII-a şi liceu.
În partea a doua a coloviului, domnul viceconsul Burhan Oneren şi domnul subsecretar de stat Ovidiu Ganţ au oferit copiilor de la cercul spiritual din cadrul Liceului de Artă din Constanţa, condus de prof. Petre Hederfai, cerc care face parte din proiectul amintit mai sus, din partea U.D.T.R. câte o diplomă şi o carte. Corul Bostorgai a susţinut un recital de imnuri religioase musulmane. În încheiere a fost citit mesajul de pace pe care l-au semnat preşedinţii tuturor organizaţiilor musulmane din România aparţinând minorităţilor etnice din această ţară. Redăm mai jos conţinutul acestui mesaj în limba tucă şi română. Mesajul a fost tradus şi în limba engleză şi transmis ambasadelor aflate în România.
▲ Cuprins ▲ İçindekiler ▲ Contents ▲
"Beni görmek demek, zorunlu olarak yüzümü görmek demek değildir. Benim düşüncelerimi anlıyor, duyduklarımı duyuyorsanız, bu yeterlidir!”Mustafa Kemal Atatürk
Birinci Dünya Savaşını takiben, yıllar süren bağımsızıık savaşından sonra, Osmanlı Imparatorluğu enkazı üzerine, yine Mustafa Kemal Atatürk’ün önderliğinde, 78 yıl önce 29 Ekim 1923’te Türkiye Cumhuriyeti kuruldu. Cumhuriyetin ilanını Türk ulusunu gecmişin karanlıklarından 20. yuzyıla taşıyacak bir dizi devrimler takip etti. Cumhuriyet ilanı ve Türk Devrimi, yalnız Türk ulusu için değil, yalnız geri bırakılmış uluslar için de değil, bütünüyle uygar insanlık için dikkatle üzerinde durulmaya değer bir devrimdir. Türk Devrimi, tarihimizin en karanlık anında bize, Türk ulusuna, yepyeni bir yaşam ve umut getirdi; bize güç sağladı ve kendimize güven duygusunu verdi; bizi, Türk ulusunu, yalnız bağımsızlık yoluna değil, çok daha değerli, çok daha ender ve bağımsızlığın da gerçek güvencesi olan özgürlük yoluna sağlam bir biçimde soktu.
"Uçurumun kıyısında, yıkık bir ülke
Türlü düşmanlarla kanlı boğuşmalar
.Yıllarca süren savaş
Ondan sonra, içerde ve dışarda saygı ile tanınan yeni yurt, yeni toplum, yeni devlet ve bunları başarmak için aralıksız devrimler
İşte Türk devriminin kısaca anlatımı.”
"Bugüne değin kazandiığımız başarı, bize ancak ilerleme ve uygarlığa doğru bir yol açmıştır. Yoksa ilerleme ve uygarlığa daha ulaşılmış değildir. Bize ve gelecek kuşaklara düşen ödev, bu yol üzerinde duraksamaksızın ilerlemektir.”
"Devrimin hedefini kavramış olanlar, onu korumayı her zaman başaracaklardır.”
Atatürk’ün Cumhuriyeti ilan edişinden 78 yıl sonra durum değerlendirmesi yaptiığımızda kendi kendimize sormamız gereken bir soru var: Biz bu güvene layık olabildik mi? Atatürk’ün açtığı yoldan onun sağladiığı olanaklarla, Cumhuriyeti canları pahasına bize getiren atalarımızın aziz anıları önünde, alnımız açık, başımız yüksekte "Ben sizin bize verdiğiniz bu kutsal emaneti korumak, geliştirmek için elimden gelen herşeyi yaptım” diyebiliyor muyuz?
Atatürk’ü sevmek, O’nu tanımak ve anlamakla olur. Anlamak için de O’nun düşüncelerini, hayat görüşünü, kişiliğinin belirgin özelliklerini, ilkelerini ve devrimlerini bilmek gerekir. Aynı şekilde, Cumhuriyetin değerini anlamak için, onun ne şartlarda, nelere rağmen ve ne pahasına getirildiğini bilmek gerekir. Öyle ki, Cumhuriyet tarihini öğrendikten ve devrimlerin öncesini, amaclarını ve getirdiklerini değerlendirdikten sonra, Türkiye’nin parcalanması için sahnelenen oyunlara, Türkiye’nin cıkarlarına karşı girişilen planlara karşı hiç bir Türk’ün seyirci kalacağı duyarsız olacağı düşünülemez.
▲ Cuprins ▲ İçindekiler ▲ Contents ▲
Noi, musulmanii din România, suntem împotriva oricăror acte de terorism, indiferent de ţinta lor. Islamul, ai cărui adepţi suntem, înseamnă de fapt pace, încredere, siguranţă. În consecinţă, Islamul interzice orice act de terorism. În Cartea noastră sfântă, Coranul, se spune: „Cine omoară cu bună ştiinţă un credincios, pedeapsa lui definitivă va fi iadul. Allah se va supăra, îl va blestema şi îi va pregăti un mare chin" (Nisa, 93). După cum reiese şi de aici, Allah a interzis crima făcută cu bună ştiinţă, şi chiar o condamnă. În acelaşi fel, în religia noastră sfântă, este interzis şi actul sinuciderii. În special, nu este bine văzută uciderea oamenilor inocenţi, nevinovaţi, bătrâni,copii, bolnavi etc. Din acest motiv, actele teroriste în care au pierit foarte mulţi oameni nevinovaţi ne-au tulburat. Noi sperăm ca acest fapt să nu ducă la un război între civilizaţii şi religii. Declaraţiile făcute în acest sens ne-au întristat. Iniţierea unui dialog între religii va elimina toate diferendele, şi va fi tragic dacă un război va lua locul acestui dialog. Trebuie găsiţi oamenii implicaţi în aceste acte teroriste, judecaţi şi condamnaţi pentru faptele lor, astfel încât să nu se facă nici o nedreptate. Pe scurt, toţi oamenii, indiferent de religie, rasă, să fie trataţi egal, să trăim în pace şi libertate. Vrem să declarăm opiniei publice că suntem împotriva terorii, războiului, şi în special războiului religios.
Bizler Romanya’da yaşayan müslümanlar olarak her nerede ve her kime karşı yapılırsa yapılsın, terör eylemlerine karşı olduğumuzu belirtiriz. Mensubu bulunduğumuz İslam dininın kendisi zaten barış, güven, emniyet anlamlarına gelmektedir. Dolayısıyla İslam terörün her çeşidini yasaklamıştır. Kutsal kitabımız Kuran-ı Kerim’de "Kim bir mümini bile bile öldürürse, onun cezası içinde temelli kalacağı cehennemdir. Allah ona öfkelenmiş, onu lanetlemiş ve ona büyük bir azap hazırlanmıştır" (Nisa, 93) buyurmaktadır. Buradan da anlaşıldığı gibi Allah, bile bile bir insanın öldürülmesini yasaklamaktadır; hatta lanetlemektedir. Aynı şekilde kutsal dinimiz, intihara da müsaade etmemektedir. Masum, suçsuz insanların özellikle yaşlıların, çocukların, hastaların vs
öldürülmelerini kesinlikle iyi karşılamamaktadır.
Bu nedenle son günlerde meydana gelen ve pek çok insanın ölümüyle sonuçlanan terör olayından üzüntü ve endişe duyduğumuzu açıkça belitmek istiyoruz. Bu olayın, medeniyetler ve dinler çatışmasına götürülmesinden raharsızlık duymaktayız. Bu yönde yapılan açıklamaları da maalesef, üzüntüyle karşıladığımızı belirtelim. Dinler arası bir diyalogun ortamının oluştuğu şu günlerde bu ortamı yıkıp, yerine müslüman-hıristiyan din çatışmasına dönüştürülmesinin doğru olmayacağını düşünüyoruz. Olaya karışan insanların tespit edilip, yargılandıktan sonra cezalarını çekmelerin ancak bundan, olaya karışmayan masum insanların cezalandırılmamaları gerektiği kanaatindeyiz. Kısacası; bütün insanların, dinlerine, dillerine, renklerine bakmaksızın bu dünyada kardeşçe, barış içerisinde ve özgürce yaşamaları gerektiğini; terör ve savaş özellikle dinlerarası bir çatışmaya karşı olduğumuzu kamuayına duyuyoruz.
▲ Cuprins ▲ İçindekiler ▲ Contents ▲
ISTANBUL – Uğradıkları silahlı saldırıda şehit düşen polis memurları için Istanbul Emniyet Müdürlügü’nde düzenlenen törene katılanlar gözyaşlarını tutamadı. Tören esnasında Içişleri Bakani Rüştü Kazim Yücelen’in konuşmasını kesen Şehit yakınları Bakan’a, "Bari burada yalan konuşmayın” diyerek tepkisini dile getirdi. Istanbul Emniyet Müdürü Hasan Özdemir ise, "Gerici güçlerin hain saldırısına hedef olan meslektaşlarımızın kanı yerde kalmayacak” diye konuştu.
Hafta sonu Küçükçekmece Fevzi Çakmak Mahallesi, Anadolu Sokak üzerinde, ekip aracında uğradıkları silahlı saldırıda polis memurları Köksal Bulut ile Mustafa Koçak şehit ölmüş, polis memuru Mustafa Biricik ise agır yaralanmıştı. Şehit polis memurları için Vatan Caddesi’ndeki Emniyet Müdürlüğü’nde düzenlenen törene Içişleri Bakani Rüştü Kazim Yücelen, Emniyet Genel Müdürü Kemal Önal, Istanbul Valisi Erol Çakır, Istanbul Emniyet Müdürü Hasan Özdemir, askeri ve mülki erkan, çok sayıda polis memuru ile şehit polislerin yakınları katıldı.
Ilk konuşmayı Istanbul Emniyet Müdürü Hasan Özdemir çok sinirli ve yüksek ses tonuyla yaptı. Özdemir konuşmasında, "Türk milleti bir bayrak altında yaşayabilmek için yüzlerce şehit vermiştir. Söz veriyorum katiller kısa sürede yakalanacaktir” dedi. Istanbul Valisi Erol Çakır da konuşmasında, "Hukuk devleti içerisinde kahpece pusu kurup mermi sıkanlar cezalandırılacaktır. Hepimizin başı sağolsun” dedi.
En son konuşma yapmak üzere kürsüye gelen Içişleri Bakanı Rüştü Kazim Yücelen, "Vatan ve millet için şehit olmuşlardır. Vatanımıza kimsenin yan bakmasına izin vermeyiz” diyerek konuşmasına devam edeceği sırada şehit yakınları, Bakanı protesto ederek "Kürsüden in
Yalan konuşuyorsun
Sana inanmiyoruz
Şerefsiz, yalancı, in aşağıya!” Şeklinde feryat etti. Buna rağmen konuşmaya devam etmek isteyen Bakan, tepkilerin yoğunlaşması üzerine konuşmasını bitirerek kürsüden inmek zorunda kaldı. Bu arada, şehit cenazelerinin emniyetten çıkarılacağı sırada cenazelerinin arkasından yürüyen şehit yakınları, "Ya Allah Bismillah Allahü Ekber” şeklinde slogan atmaya başlayınca Çevik Kuvvet Polisleri grubun içerisine girerek önünü kesti. Ikiye bölünen grubun yürümesine ve slogan atmasına izin verilmedi. Şehit yakınlariı ile bazı polis müdürlerinin arasında tartışma çıktı. Cenazeler çıkarıldıktan sonra grubun dagılmasına izin verildi.
Emniyet Müdürlüğü’ndeki törenin ardından şehit polis memuru Mustafa Koçak’ın cenazesi memleketi olan Yozgat’a gönderildi. Şehit polis memuru Köksal Bulut’un cenazesi ise, Edirne kapı Mihrimah Sultan Camisi’ne getirilerek, öğle namazına müteakip gözyaşları ve dualar eşliğinde defnedildi. Şehit polisin cenaze törenine katılan yakınları, özellikle Başbakan Bülent Ecevit’e eleştirilerde bulundular.
▲ Cuprins ▲ İçindekiler ▲ Contents ▲
Bilim alanında dünyanın önde gelen vakfı "Humboldt”, ilk ödülünü bir Türk bilim adamına verdi. Alexander von Humboldt Vakfı, bu yıl ilk kez verilecek "Wolfgang Paul” ödülüne Sabancı Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Ataç İmamoğlu’nu değer buldu. İmamoğlu’na, araştırmaları için 2001-2003 yılları arasında 4,5 Milyon mark tahsis edilecek.
Ataç İmamoğlu’nun araştırma alanların kuantum optiği, kuantum bilgi işleme, yarı iletken fiziği ve doğrusal olmayan optik oluşturuyor.
Ataç İmamoğlu, 2001 ile 2003 yılları arasında yapacağı araştırmalar için verilecek olan 4,5 Milyon Alman Markını; Almanya’da kendi genç araştırmacılar ekibini oluşturarak kullanabilecek. İmamoğlu, bu iki yıllık sürede Almanya’daki araştırma çalışmalarının yanı sıra Sabancı Üniversitesi’ndeki öğretim üyeliğini de sürdürecek.
Alman Federal Eğitim ve Araştırma Bakanlığı tarafından bağışlanan ödül ile nitelikli ve yenilikçi araştırmalar yürütülmesi ve genç araştırmacıların da bu çalışmalara katılmasına imkan sağlaması hedefleniyor.
Bu, Sabancı Üniversitesi Mühendislik ve Doğa Bilimleri Fakültesi (MDBF) Öğretim Üyesi Ataç İmamoğlu’nun aldığı ilk ödül değil. İmamoğlu daha önce de 1995 yılında NSF Career Award, 1996 yılında Packard Fellowship, 2001 TÜBİTAK Bilim Ödülü almıştı.
Alexander von Humboldt Vakfı, 1860 yılında, Alman bilim adamlarının başka ülkelere yaptıkları bilim gezilerini desteklemek amacıyla Berlin’de kuruldu. 1923 yılındaki ekonomik kriz ve 1945 yılında İkinci Dünya Savaşı sonrasında iki kez faaliyetlerini durduran vakfa, 1953 yılında Alman hükümeti tarafından tekrar işlerlik kazandırıldı.
Vakıf bu kez amacını, Alman uyruklu olmayan yüksek kaliteli bilim insanlarının Almanya’da yapacakları araştırma çalışmalarını desteklemek olarak belirledi. Humboldt Vakfı 1953 yılından beri 130 ülkeden 20 bini aşkın bilim adamına destek oldu. Ödül, adını Vakfın 1979-1989 yılları arasında üçüncü başkanı olan Wolfgang Paul’den alıyor.
▲ Cuprins ▲ İçindekiler ▲ Contents ▲
Gürcistan uçaklarının tek yanlı bağımsızlık ilan eden Abhazya Özerk Cumhuriyeti’ndeki bazı mevzileri bomba-ladığı ileri sürüldü, Tiflis haberi yalanladı. Abhazya İçişleri Bakanı Raul Hajimba, Rus İnterfaks ajansına yaptığı açık-lamada, Gürcü savaş uçaklarının Gulripşa bölgesindeki bazı köylerde bulunan hedefleri vurduğunu bildirdi. Hajimba, sivillerden ölü ve yaralılar olduğunu iddia etti.
Abhaz yetkili, "Gürcistan’ın, bölgede kendilerine karşı savaşmakta olan Çeçen ve Gürcü teröristlere destek olmak için bu saldırıyı düzenlediğini” ileri sürdü.
Yetkili, Gürcistan’ın bombardımanının, Abhazya’ya sızan Çeçen güçler ve bunlara destek veren Gürcü ve Arap paralı askerlere yardım anlamına geldiğini savundu ve "Bombardıman, Gulripşa bölgesinde Abhaz güçlerle çatışmaları sürdüren Çeçen ve Gürcü teröristlere yardımdan başka bir anlam taşımıyor” dedi.
Gürcistan Savunma Bakanlığı yetkilileri ise, bu iddiayı kesin bir dille yalanlayarak, bölgede tek bir Gürcü uçağının uçmadığını söylediler.
Bölgedeki bu güçlerle Abhazlar arasındaki çatışmaların dün bütün gece sürdüğü bildiriliyor. Abhazya yönetimi, genel seferberliğe hazırlanıyor. Abhazya’da dün beş BM gözlemcisini taşıyan bir helikopter düşürülmüş, Abhaz yönetimi saldırıdan, cumhuriyete sızan Çeçen güçleri sorumlu tutmuştu.
Öte yandan, Gürcü sınır muhafızları, hangi ülkeye ait olduğu belirlenemeyen işaretsiz helikopter ve uçakların bu sabah 2 Gürcü köyünü bombaladıklarını bildirdiler.
Helikopter ve uçakların Rus sınırı yönünde uzaklaştıklarını bildiren sınır muhafızları, saldırıda can kaybı olup olmadığını belirtmediler.
Gürcü Albay Mihail Javanadze de, yaptığı açıklamada, Gürcü köylerine yönelik saldırının Rus uçaklarınca düzenlendiğini öne sürdü.
▲ Cuprins ▲ İçindekiler ▲ Contents ▲
Başımızla gövdemizi bileştiren kısmın adı boyundur. Boynun ön tarafına boğaz denir. Gövdemizde dış örgenlerden (uzuvlardan) başka bir de iç örgenler var.
Boğazın içinde iki boru bulunmaktadır:
Göğus boşluğunu kaburga kemikleri çevreler. Kaburga kemikleri, sırtımızda yukarıdan aşağıya dizi halinde inen omurga kemiklerine bağılıdır. Omurga kemiklerenin içinde, beyinle ilgili omurilik bulunur. Buna halk murdarilik der. Gövdemizde her biri birkaç örgenin birleşmesinden meydana gelen iki aygıt (cihaz) var:
Karaciğerdeki safra kesesinden gelen safra ile dalaktan gelen özsu (usare) sindirim işlemini kolaylaştırır.
Gövdenin üst kısmına omuz denir. Kollar omuzlarla gövdeye bağlanmıştır. kolların iki kısmı dirseklere birbirine bağlanır. Elleri kollara bağlıyan mafsalı (eklemin) adı bilektir. Elin iç ortasına el ayası denir.
Her elde beş parmak vardır.Başparmak, işaret parmağı, (sehadet parmağı), orta parmak, yüzük parmağı, küçük parmak. Her parmak üç boğumludur. Yalnız başparmakların ikişer boğumu vardır. Parmakların arka uçlarında tırnaklar bulunur. Bacaklar gövdeye kalçalarla bağılıdır. bacakların kısımlarını bağlıyan mafsala diz denir. Dizlerin önlerideki değirmi kemiğin adı dizkapağıdır. Ayakların bacaklara bağlandığı eklem (ayak bileklerinde) en berligin örgenler topuk kemikleridir. Her ayakta tabanla parmaklar vardır.
Fiillerde çekim (tasrıf)
Her tam fiilde üç anlam vardır.
Gel + di: | geçmiş zaman kipi, |
Yaz + ıyor: | şimdiki zaman kipi, |
Gör + ecek: | gelecek zaman kipi, |
Bil + ecek: | geniş zaman kipi, |
Git + meli: | gereklik kipi |
TEKIL | ÇOĞUL | |
1. şahıs | yazıyor + um | yazıyor + uz |
2. | .. | . |
3. | . | . |
1. şahıs | öğrenmeli + yim | öğrenmeli + yiz |
2. | .. | |
3. | .. |
1 çşahıs | geldi + m geldi + k | |
2. | . | .. |
3. | . | .. |
▲ Cuprins ▲ İçindekiler ▲ Contents ▲
Kemal Çapraz – Türk Edebiyatı
Anar, Azerbaycan Türkleri’nin son döneme damgasını vurmuş, ünlü şair yazar edebiyatçıdır. Azerbaycan Yazarlar Birliği’nin de başkanıdır. Sadece Azerbaycan Türk Edebiyatı’nın değil, Türk Dünyasın’daki zengin edebiyat ürünlerini de inceleyen ve bu konuda çalışmalar yapan Anar’ın düşünce yapısını, fikir dünyasını, edebi kimliğinin kapılarını Türk Edebiyatı okurları için aralamaya çalıştık. Sohbetimize başlamadan önce Anar’ın güzel, güzel kadar da manalı "Gedenle Gitmek Olmur" isimli şiiri aklımıza gelmedi.
Gidenle gitmek olmur,
Gelenle gelmek olmur,
Gülmeli şey o geder
Gülenle gülmek olmur.
Dünyanın her üzünü,
Söhbetini, sözünü
Eyrisini, düzünü
Bilenle bilmek olmur
Göz yaşlarım durulup,
Gözüm yaştan yorulup
Dünya böyle gurulup
Ölenle, ölmek olmur.
Anar, nakış nakış işlediği, dantel dantel süslediği şiirinde, "sohbetini sözünü, eğrisini düzünü bilenle bilmek olmur" dese de biz bildiklerini dinlemek, eyrisini düzünü (doğrusunu) öğrenmek istedik; ama Anar bizden önce davrandı ve söylenmemiş, dile getirilmemiş bir manisiyle söze başladı.
Derek etmekçin (anlamak, kavramak için) hayatı Seçtim edebiyatı Qalın kitablar yazdım
Bir de beş on bayatı
Ey dünya, gidi dünya
Üzün dünya, gidi dünya
Üzün ikidi (yüzün iki tanedir)dünya
Namerdi ezizledin (namerdi, sevdin tuttun)
Yıxdın igidi, dünya! (Yıktın yiğidi dünya)
- Siz edebiyatçı bir ailenin çocuğusunuz. Sizin edebi çalışmalarınız ailenizin teşvikiyle mi oldu yoksa okul yışşarında mı başladı?
ANAR- Ailemin teşvikiyle olmadı. Babam meşhur Azerbaycan ozanı Resül Rıza, o aksine istemiyordu ki ben yazar olum
Her zaman söylüyordu ki, bir başka mesleğin olsun, hekim, mühendis
İstersen de yazarsın, ama yazarlığı bir meslek olarak kabul etmiyordu. Yani ailemin teşviki olması. Ama edebiyat muhitinde büyüdüm. Yani kitaplar içinde, edebi sohbetler içinde, bize gelen hem Azerbaycan yazarları hem de yabancı yazarların sohbetleriyle gençliğimden itibaren edebiyata büyük ilgi gösterdim. İlk yazılarımı ise 14 yaşında iken Şuşa’da- Şuşa biliyorsunuz Azerbaycan’ın kadım merkezidir, medeniyet musiki merkezidir. Ne yazık ki şimdi Ermeni işgali altındadır- yazdım. Şuşa’ya gitmiştik. Ailemle
Şimdi olsa Şuşa’da gece gündüz kalardım. Ama o zaman gençtim. Bakü için danışırdım. (Bakü’yü isterdim) Sinema, danslar filan
Babam dedi ki, danışma, şuşa hakkında bir şeyler yaz. İntibalarını yaz. Ben de Şuşa hakkında değil de, çok garip olsa da Amerika hayatından bir oyun yazdım. Amerika hayatını bilmiyordum ben, ama kitaplardan filmlerden öğrendiğim kadarıyla bir oyun yazdım. İşte o zaman bu piyesi annemle babama okudum. Babam çok büyük teessüfle dedi ki, ne yazık ki sen de yazar oldun. Orada başladı her şey
- Peki efendim, Azerbaycan uzun zaman Rus işgali altında kaldı. Bu işgal yıllarının edebiyata yansımaları nasıl oldu? Siz o dönemde bu konularda yazdınız mı çizdiniz mi?
ANAR- Tabii yazdık da çizdik de
O zaman Azerbaycan dilini, Azerbaycan kültürünü, maneviyetini yaşatan ilk önce edebiyat oldu. Başka sanat dalları da tabii ki oldu. Çünkü, hepimiz kendi dilimizde yazıyorduk. Azerbaycan tarihinden, Azerbaycan hayatından yazıyorduk. Dilimizin savunmasında, kültürümüzün savunmasında edebiyatımız önemli rol oynadı. Benim de ilk hikayelerim 1960’ta basıldı. Sovyetler Birliği 1991’de yıkıldı, düştü. 30 yılda yani benim bütün yazılarım kitaplarım Sovyet döneminde basıldı.
- Karabağ işgalinin edebiyata yansımaları nasıl oldu?
- ANAR – Bu konu Azerbaycanı yazarları çok düşündüren bir konudur. Bazı şiirler çıktı, romanlar, öyküler yazıldı. Daha çok denemeler, makaleler yazıldı. Benim de Türkiye’de basılmış bir kitabım var. "Sıraselviler’de Otel Odası" isimli
Onun kahramanı var bir Azerbaycan aydını, bilim adamı. Türkiye’ye geliyor. Ve burada ölüyor. Onun bütün özlemi, hasreti Karabağ’dır. Onun annesi, babası Şuşa’dan Karabağ’dan. Her zaman kalbinde bu hasret taşıyor. O, Türkiye’ye geliyor ve Sıraselviler’de bir otel odasında kalp krizinden ölüyor. Ama onu öldürülen bu Karabağ; özlemi, Karabağ derdidir.
- Bu gerçek bir olay mıdır?
ANAR- Hayır hayır, hayır, bu hepimizin yüreğinde taşıdığı bir ağrıdır. Tabii ki benim de, başkalarının da
- Anar bey sizin edebi kimliğiniz dışında siyasal kimliğiniz de var. Hem milletvekilisiniz, hem de Türkiye- Azerbaycan Dostluk Cemiyeti’nin başkanısınız. Siyasi olarak ne tür çalışmalar yapıyorsunuz?
Anar: Ben eskiden Sovyet Parlamentosu’nun üyesiydim. Azerbaycan temsilcisiydim. İki yıl orada milletvekilliği yaptım. Bağımsız Azerbaycan’da ise ilk defa bundan 6 yıl önce 1995 yılında milletvekili seçildim. Şimdi seçkilerde de yeniden 2000’inci yılda da milletvekili seçildim. Ben hem de Parlamentomuzun kültür komisyonu başkanıyım. Bu komisiyon 9 çok önemli yasa kabul etti. Kültüre ait, mimarlığa ait, arşivler, müzeler, basın kanunu, sinema kanunu gibi.. Yani 9. kanun kabul etti Yeniden seçildikten sonra, yine benim başkanlık ettiğim komisiyon dil hakkında, Azerbaycan Türkçesinin gelişmesi hakkında bir kanun tasarısı hazırladı. Sonbaharda da bu kanun meclis tarafından kabul edilecektir. Bundan başka ben, Azerbaycan- Türkiye Dostluk Cemiyeti’nin sadrıyam (başkanıyım) Bir de parlamentoda Türkiye Azerbaycan Dostluk Grubu’nun başkanıyım.
Bu grup kaç kişiden oluşuyor?
ANAR- Beş kişiden. Orada bizim ünlü sanatçılarımız var. Siz de onları biliyorsunuz. Bahtiyar Vahapzade, Zeynep Hanlarova, bir de gazeteci İsmail Ömerol, şair Zelimhan Yakup yani beş kişiden ibaret bir komisyon.
- Sizin Türk Dünyası’nda edebi bir dil çalışmanız var mı?Ortak bir edebi dil oluşabilir mi?
ANAR- Benim her zaman söylediğim bir şey var. Türkiye’de bunu söylüyordum. İlk söylediğimde burada itirazlar da oluyordu. Ama şimdi bunu herkes kabul ediyor. Ortak dil, anlamını somut bir şey saymıyorum. Neden. Çünkü, Kazak, Kırgız, yıldız, jipek diyorlar. Türkiye Türkleri yıldız diyorlar. Biz ulduz diyoruz. Bunlar ortak bir dil bnasıl olacak. Onlar mı yıldız diyecek biz mi yulduz, ulduz diyeceğiz. Bu mümkün olan bir şey değil. Ama ben diyorum ki, Türkiye Türkçesi bu halkların ortak iletişim dili olsun. Yani her halk kendi şişesini savunmakla beraber, ama herkes birbiriyle anlaşmada yani bir tatar Türkü bir Azerbaycan Türküyle, bir Kazak Türkü bir Özbek Türküyle görüştüğünde Türkiye Türkçesi’yle konuşsunlar.
- Ortak alfabe konusunda neler söylüyorsunuz?
ANAR – Biz buraya gelmeden bir ay önce Cumhurbaşkanımız bir ferman verdi. Azerbaycan Türkçesi hakkında. Ağustosun birine kadar bütün basının ve bütün kitapların latin alfabesine geçmesi hususunda.. Yani Ağustosun birinden itibaren bütün basın latin alfabesine geçecek. Bizim alimler, Türkiye’nin, Azerbaycan’ın alimleri ve başka alimler, yiğişip (toplanıp) bu alfabesinde yazacaksak da o farklı harfleri de ayarlamalıdırlar.
- Ortak edebiyatçılarımızın çocuklarımız, gençlerimiz tarafından tanınması konusunda bir çalışma var mı?
ANAR- Evet biz çalışıyoruz ki Azerbaycan’da Türkiye’nin edebiyatı tebliğ olunsun. Ben Yazarlar Birliği Başkanıyım. Yazarlar Birliği’nin dört dergisi var. Türk edebiyatını, Türk sanatını tanıtıyoruz. Bu dergi yazarlar birliğinin dergisidir ve ben bu derginin başyazarıydım. Gobustan
Şimdi, Fikret Koca başyazardır. Ama bu yazarlar birliğinin dergisidir. Benim himayemde bu dergide Fırat Kızıltuğ’un hikayelerini bastım. Ona getirdim bu dergiyi
Ne zaman çıktı bu dergi?
ANAR İlk 1968- 69 senesinde
Yani ilk önce bu Kültür Bakanlığı’na bağlıydı. Ben yazarlar Birliği Başkanı seçilince bu dergiyi Yazarlar Birliği’ne geçirdim.
- Sizin etkilendiğiniz Türk edebiyatçıları kimlerdir?
ANAR: Yunus Emre’den bu tarafa bütün Türk yazarlarını, şairlerini severim. Ben de antoloji yaptım. Azarbaycan’da basıldı. Bin beş yüz yılın Oğuz şiir Neden Oğuz, çünkü onlar, hem Türkiye şairleri, hem Azerbaycan şairleri, hem Türkmenistan hem de Gagauz şairleri
Orhun Yazıntlarından taa bugüne kadar en genç kuşağa kadar. Çok geniş, kapsamlı bir antoloji
Ben o antolojiyi hazırlarken Türkiye’nin şairlerini bir daha seve seve okudum. Ve bu antolojiye dahil ettim. Çağdaş şiirinizi de düz yazınınzı da çok severim.
- Siz çalışmalarınız gereği bütün Türk Dünyasının edebiyatlarınız gereği bütün Türk Dünyasının edebiyatlarını incelediniz. Türkiye Türkçesi daha işlek ve gelişmiş bir Türkçe olduğu için mi iletişim dil olarak Türkiye Türkçesini seçiyorusunuz?
ANAR: Türkiye Türkçesi daha gelişmiş bir dildir. Çok eskiden beri bağımsızlık ve devletçilik geleneği olan bir dildir. Misal, ben söylesem ortak iletişim dil Azerbaycan Türkçesi olsun, Tatar Türkçesi olsun desem bu defa Özbek Türkü söyler ki, benim dilim niye olmasın?
Ama Türkiye Türkçesi’ni herkes kabul eder. Çok gelmişmiş, terimleri olan bir dil Türkiye Türkçesi. Siyaset, devletçilik, iktisadiyat her sahada çok gelişmiş çağdaş termleri olan bir dil. Bu dil, iletişim dilin olmaktan başka etkisi olacak bir dildir. Bugün bir fermanla, ortak dil olsun. Bu hayaldır. Ama iletişim dili olursa, bir Tatar Türkü bir Kırgız Türküyle Rus dilinde değil de Türkiye Türkçesinde konuşur. Ve o sözden de kelimeler alır. Kendi dilini de zenginleştirir. Bence bu aşamada iletişim dili olması Türkiye Türkçesinin çok önemli.
Eserlerinizi hep Azerbaycan Türkçesi’yle mi yazdınız?
ANAR Evet, evet
Ben Rus dili de bilirim. Bazen kendim çeviririm, yazılarımı. Bazen makamlelerimi Rus dilinde yazarım. Ama öyküler, romanlar, tiyatro oyunlarının hepsini Azerbaycan Türkçesi ile yazıyorum.
Türkiye Türkçesi’nde eser yazdınız mı?
ANAR Hayır. Ama benim 8 kitabım Türkiye Türkçesine aktarıldı. Ama ben Türkiye Türkçesini o kadar iyi bilmiyorum.
Sizin çok sayıda Türkiye Türkçesine ait kelime kullandığınızı fark ettik. Azerbaycan’da gündelik konuşmalarda ve edebi dilde de böyle mi?
ANAR Biliyorsunuz, Gobustan dergisi 68 yılında basıldı. Bu dergiyi ben çıkardım. Bunun ilk numarasından itibaren Türkiye Türkçesi’nden çok kelimeler aldım. O zaman bana çok büyük baskılar oldu. Sen Pantürkisin . Mesela, Türkiye’deki çağdaş kelimesi, muasırdan daha iyi bence
Bütün Azerbaycan o kelimeleri kabul etti. 30 yıl önce çok büyük baskılar olmuştu. Bir de ben Mimar Sinan Ünivesitesi’nde Azerbaycan edebiyatı üzerine ders verdim. O yüzden ben daha çok Türkiye Türkçesi kullanırım. Bu kelimelerin bazıları girdi Azerbaycan Türkçesine bazıları girmedi.
Günlük hayatta
ANAR Mesela canlı yayın. Televiziyon öyle yazıyor. Önemli yazılar
Özelleşme filan..bunların hepsi Türkiye Türkçesi’nden geldi. Ama bu kelimelerin hepsi Azerbaycan kökenli
Yani Azerbaycan, yabancı değil bu kelimelere.
Kök itibariyle
ANAR Evet
Biz diyoruz. Vatandaş, yoldaş, fikirdaş, kardaş
Neden çağdaşı kullanmayalım. Böyle dil tartışmaları oldu. Her halde biz kazandık bu tartışmaları.
▲ Cuprins ▲ İçindekiler ▲ Contents ▲
Miercuri, 26 septembrie, a avut loc la Medgidia, la Liceul Pedagogic şi Teologic Musulman „Kemal Atatürk", consfătuirea cadrelor didactice de limbă turcă şi religie islamică. Această consfătuire a fost prezidată de d-na Gelal Firdes, inspector de specialitate în cadrul Inspectoratului Şcolar Judeţean Constanţa, d-nul Mustafa Çalưţkan, ataşat pe probleme de religie la Consulatul General al Republicii Turcia la Constanţa şi Murat Iusuf, profesor de religie islamică. La această consfătuire s-au discutat următoarele:
– noua programă şcolară;
– noua planificare calendaristică: planificare semestrială pe unităţi de învăţare.
Profesorii care au participat la seminarul de la Botoşani; Gelal Firdes, Ene Ulgean, Ibraim Ervin, Iomer Subihan, Bormambet Vildan, Nubin Selda, Anefi Igbal si Hîrfali Secure, pe probleme de didactica limbii materne şi didactica istoriei şi tradiţiei minorităţilor, au prezentat modul de întocmire a noii planificări, modul de abordare a programei şcolare. Profesorii participanţi au realizat planificări- model pentru toţi profesorii care predau limba turcă. Aceste planificări – model vor putea fi consultate la Casa Corpului Didactic de către toţi profesorii care predau limba turcă.
Subihan IOMER
▲ Cuprins ▲ İçindekiler ▲ Contents ▲
38. Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde, ‘Yaşam Boyu Onur Ödülü’ ve ‘Yıldırım Önal Anı Ödülü’ne layık görülen sanatçılara ödülleri, törenle verildi. Törende, yazar Necati Cumalı sinevizyon gösterileriyle anıldı. Cumalı adına verilen plaketi eşi Berrin Cumalı adına verilen plaketi eşi Berrin Cumalı aldı. ‘Ustaya Saygı’ bölümünde filmleri gösterilen ünlü yönetmen Ömer Kavur’a plaketini İtalyan meslektaşı Piepaulo Saparito verdi. ‘Yıldırım Önal Anı Ödülü’ sinema-tiyatro oyuncusu ve yönetmen Kerim Afşar’a emanet edildi. Afşar, ödülü 39. Altın Portakal Film Festivali’ne dek saklayacak. ‘Yaşam Boyu Onur Ödülü’ ise yönetmen Sırrı Gültekin, oyuncu ve senarist Bülent Oran, Suna Pekuysal ve Ediz Hun’un oldu.
Anadoluyu Aydınlatanlar
Ölümünün yüzüncü yılında tüm dünyada anılan ünlü İtalyan besteci Giuseppe Verdi, İtalyan Kültür Merkezi’nin 12-23 Ekim günlerinde düzenleyeceği "Birinci İtalyan Dili Haftası” kapsamında da anılacak.
Verdi için, İtalyan Kültür Merkezi ile İtalya Dışişleri Bakanlığı Floransa Crusca Akademisi ortak bir etkinlik düzenliyor. Etkinlik programında, ölümünün yüzüncü yılında, insani ve sanatsal deneyimi, İtalya’nın siyasi sosyal ve kültürel tarihine sıkı sıkıya bağlı olan Giuseppe Verdi anısına, yazar Gaia Servadio tarafından sunulacak olan The Private Life of Giuseppe Verdi adlı belgesel filmin gösterimi ile bir konferans düzenlenecek.
Çağdaş İtalyan edebiyatının büyük ismi yazar Dacia Maraini ve edebiyat eleştirmeni Alfredo Luzi’nin de katılacağı bir seminer kapsamında sinema ile edebiyat arasındaki ilişki ele alınacak.
- Türkçe konuşan ülkeler arasındaki ilişkileri geliştirmek, ortak Türk kültürünü ortaya çıkarmak ve gelecek kuşaklara aktarmak amacıyla faaliyet gösteren Türk Kültür ve Sanatları Ortak Yönetimi (TÜRKSOY) ve üye ülkelerin katılımıyla düzenlenen 2. Şairler Buluşması, KKTC’de Doğu Akdeniz Üniversitesi’ndeki etkinlikle başladı.
▲ Cuprins ▲ İçindekiler ▲ Contents ▲
Nâzım Hikmet 100. Yıl Etkinlikleri Girişim Kurulu, 2002 yılını "Nâzım Hikmet Yılı” ilan edecek. Usta ozanın 100. yaşını kutlamak amacıyla gerçekleştirilecek etkinlikler kapsamında resim ve fotoğraf sergileri açılacak, şenlikler ve sempozyumlar düzenlenecek, sözlü tarih çalışmaları gerçekleştirilecek.
Nâzım Hikmet 100. Yıl Etkinlikleri Girişim Kurulu, "Nâzım Hikmet 100 yaşında” etkinliklerini Türkiye Gazeteciler Cemiyeti (TGC) Lokali’nde düzenlediği basın toplantısı ile duyurdu.
Etkinlikler kapsamında Türkiye çapında düzenlenecek şenliklerde şiir, müzik, dia, bale, belgesel gösterileri yapılacak, "Memleketimden İnsan Manzaraları” adıyla resim ve fotoğraf sergileri açılacak ve bir "Nâzım Hikmet Kaynakçası” hazırlanacak. Etkinliklerin yurtdışına taşınması da düşünülüyor.
Aralarında Ataol Behramoğlu, Peride Celal, Vedat Günyol, İlhan Selçuk, Server Tanilli, Atillâ İlhan’ın da bulunduğu 39 aydın, yazar ve sanatçıdan oluşan girişim kurulu adına açıklama yapan Adnan Özyalçıner, Nâzım Hikmet’in yaşamı boyunca inandığı ve mücadele ettiği düşünceler doğrultusunda "Nâzım bilincini” yaşatan tüm kişi ve kurumları bu girişime katılmaya çağırdı. Özyalçıner, 2002 yılının "Nâzım Hikmet Yılı” ilan edilmesi düşüncesinin UNESCO’nun da gündeminde olduğunu söyledi. Egemen güçlerin düzene uygun bir Nâzım Hikmet portresi çizmeye çalıştığını belirten Özyalçıner, "İşçi ve emekçilerin kapitalizme karşı yürüttüğü mücadele bayrağını taşıyan ve bütün ömrünce bu ilkeler uğruna savaşan bir sanatçı olduğu unutturulmak isteniyor” dedi. Şükran Kurdakul da sanatın, siyasi iktidarlar tarafından hep baskı gördüğünü; Nâzım Hikmet’in baskının ötesinde "zulüm” gördüğünü ifade etti. Türkiye Yazarlar Sendikası Genel Başkanı Cengiz Bektaş ise Nâzım Hikmet’in cezaevinde olduğu 2. Dünya Savaşı yıllarında, savaşa karşı çıkarak bugünlere ışık tuttuğunu anlatarak, "Bugün bazı güçler sadece çıkarlarını düşünerek, insanlıktan çıkmış bir durumda savaş çığırtkanlığı yapıyor. Hepimiz, Nâzım’ı doğru dürüst anlamak ve onun yanında olduğu emekçi sınıf açısından ödevlerimizi iyi bilmek zorundayız” diye konuştu.
▲ Cuprins ▲ İçindekiler ▲ Contents ▲
O altă trăsătură a artei islamice este preferinţa pentru a acoperi suprafeţele cu modele alcătuite după tipare vegetale sau geometrice. Desenele geometrice complexe ca şi ornamentaţiile vegetale complicate (cum ar fi arabescurile) crează impresia de repetiţie fără sfârşit. Acest fapt este considerat de unii ca o inducere pentru a contempla natura infinită a lui Dumnezeu. Acest tip de decoraţie nonreprezentativă s-a dezvoltat într-o aşa de înaltă măsură în arta islamică datorită lipsei reprezentării imaginii figurative, cel puţin în context religios.
Contrar concepţiei populare, imaginea figurativă constituie o latură importantă a artei islamice. Asemenea imagini apar în primul rând în arta seculară şi, în special, în cea de curte într-o mare varietate şi în perioade şi locuri diferite, acolo unde a înflorit Islamul. Trebuie totuşi să observăm că reprezentarea figurativă este aproape în toate cazurile invariabilă, restrânsă la contextul privat.
Reprezentarea figurativă era exclusă de la decorarea monumentelor religioase. Această absenţă ar putea fi explicată prin antipatia islamică faţă de posibilitatea confundării cu idolii sau idolatria care sunt interzise categoric de Qur’an.
În culturile islamice artele decorative oferă mijloacele de bază pentru exprimarea artistică, în contrast cu arta Vestului, în care pictura şi sculptura sunt predominante. Manuscrise împodobite, materiale textile şi covoare ţesute, lucrări din metal încrustat, sticla suflată, ceramica smălţuită şi lemnul şi piatra sculptate, toate au absorbit energia creativă a artiştilor, devenind forme de artă foarte dezvoltate. Aceste lucrări includ şi obiecte la scară mică de utilizare zilnică, cum ar fi pocale delicate din sticlă, ca şi decoraţii arhitectonice monumentale, de exemplu panourile din ceramică, smălţuite, folosite pentru faţade. Asemenea obiecte erau fabricate cu mare minuţiozitate şi împodobite cu atenţie, adesea cu materiale rare şi scumpe, sugerând faptul că cei pentru care fuseseră făcute doreau să se înconjoare cu lucruri frumoase.
Bediha Cocoi
▲ Cuprins ▲ İçindekiler ▲ Contents ▲
30 de generaţii după Bugun Tekin urcă la tron. Unul din nepoţii acestuia a fost Yulun Tekin. În acea vreme în China era stăpână dinastia Tang.
Chinezilor, pentru că se temeau de turci au hotărât să trimită pe fiica conducătorului lor ca soţie fiului hanului pe nume Gali Tekin.
Un ambasador a fost trimis la Kublu Kaya în apropierea muntelui sacru al turcilor – Tanrı Dağ. Aceasta i-a spus: „Stăpânul meu a trimis ca cel mai preţios dar al său pe fiica sa. Dacă şi dumneavoastră aţi vrea să-i trimiteţi un dar i-aţi putea trimite o bucată de stâncă din Kutlu Dağ. Aceasta va fi foarte preţios pentru noi. Pentru dumneavoastră această stâncă nu are nici o valoare. Dacă aţi trimite darul aceasta, stăpânul meu l-ar aprecia foarte mult."
Yulutn Tekui era un hekean ce nu ştia că Kutlu Kuya era o stâncă sacră de 30 de generaţii pentru turci.
Astfel că n-a şovăit în a plăti ca preţ pentru o fată această stâncă. A întrebat doar cum o vor trimite stânca în China. Ambasadorul a spus că foarte uşor. Ambasadorul a spart stânca, a vărsat peste aceasta oţet, a adunat lemne, le-a pus peste stâncă şi le-a dat foc. Stânca s-a spart în bucăţi, care s-au împrăştiat.
Ambasadorul a adunat cu grijă aceste bucăţi şi le-a trimis în China. Acolo, bucăţile au fost topite şi au luat forma unui trofeu. Acesta a fost trimis în toate colţurile lumii. Acolo unde a ajuns, fiecare dintre ele au adus bogaţii, belşug. În timp ce în locurile unde erau turcii toată bunăstarea şi belşugul s-au pierdut. Yulug Tekin a murit după şapte zile şi în locul acestuia a urcat la tron un altul dintre nepoţii lui Bugu Tekin. Lacurile au sărăcit, apele au secat, s-a schimbat până şi culoarea cerului. Păsările, animalele, până şi nou-născuţii toţi strigau: Migraţie! Migraţie!
Pe de altă parte oamenii se îmbolnăveau şi mureau.
Strigătele care cereau migraţia se auzeau neîncetat.
Au înţeles că aceste pământuri nu-i mai vroiau. Şi-au dărâmat corturile, şi-au încărcat lucrurile, copii şi animalele şi au început să migreze. Cum se făcea seară strigătele se opreau, iar dimineaţa începeau din nou. Vocile nu s-au oprit până ce turcii s-au aşezat în această ţară. Acolo au fondat Beş Balik.
Neriman Molali, Bediha Cocoi
▲ Cuprins ▲ İçindekiler ▲ Contents ▲
Prof. Dr. Zeynep Korkmaz
Ansiklopedik bir sözlük olan Divanu Lügat-it-Türk, kültür tarihimiz için olduğu kadar, Türk dili tarihi için de önemli bir kaynaktır. Biz, bugün Türk dilinin metinlerle ulaşılamayan bazı karanlık noktalarının aydınlatılmasında veya karşılaştırmalı dil çalışmalarında yer yer Divanu Lügat-it-Türk’teki kayıtlara dayanmakta ve ondan büyük ölçüde yararlanmaktayız. Yaptığımız bilgi şöleni ile yazılışının 925. yılını kutladığımız Divanu Lügat-it-Türk, üzerinde duracağımız konu bakımından da bir dönüm noktası oluşturmaktadır. Çünkü, Oğuzlar ve Oğuzca hakkındaki en eski toplu bilgileri Divan’dan öğreniyoruz. Kaşgarlı Mahmud, eserinde yer yer yalnız Oğuzlar ve Oğuz ili hakkında değil, aynı zamanda Oğuz Türkçesi hakkında da oldukça geniş bilgiler vermiştir. Yeri düştükçe verilen bu toplu ve dağınık bilgileri, yapılan açıklamaları bir araya getirdiğimizde, Oğuzcanın XI. yüzyıldaki durumu hakkında genel bir birikime sahip olabilmekteyiz. Kaşgarlı Mahmud’un Karahanlı (Hakaniye) Türkçesi bir yana, öteki Türk lehçelerine oranla Oğuzcaya vermiş olduğu bu geniş yer, yalnız Oğuzların XI. yüzyıldaki genel durumunu belirlemekle kalmamış; dolayısıyla Oğuzcanın XI-XIII. yüzyıllar arasındaki gelişme sürecine de ışık tutarak bir anahtar vazifesi görmüştür.
Biz Divanu Lügat-it-Türk’ün yazılışının 900. yıl dönümü dolayısıyla daha önce hazırladığımız "Kaşgarlı Mahmud ve Oğuz Türkçesi” adlı bir yazımızda Oğuz Türkçesinin Divan’daki ses ve şekil bilgisi özelliklerini ele aldığımız için, bugün, konuya yalnız yukarıda belirtilen husus, yani Oğuzcanın XI-XIII. yüzyıllar arasındaki gelişme sürecinin tespitinde Divanu Lügat-it-Türk’ün yeri açısından eğilmek istiyoruz.
Bilindiği gibi Oğuzcanın bir yazı dili olarak varlığını ortaya koyması oldukça geçtir. Başlangıcı, Oğuzların Anadolu’da kurdukları Anadolu Selçuklu Devleti’nin sonlarına rastlar. Selçuklu Devleti’nin resmî dili Farsça olduğu için XIII. yüzyılın ikinci yarısında yazılmış olan eserler de nitelik bakımından daha çok halka seslenen basit içerikli dinî eserlerdir. Selçukluların devamı niteliğindeki Anadolu Beylikleri döneminde ise, Oğuz Türkçesi artık çok yönlü yüzlerce telif ve tercüme eserlerle olgunluğa erişmiş bir yazı dili durumuna gelmiştir. Eski Anadolu Türkçesi veya Eski Türkiye Türkçesi diye adlandırdığımız bu dönem XIII-XV. yüzyıllar arasını kaplar.
Oğuzlar VI. yüzyıldan beri tarih sahnesinde oldukları ve Orta Asya’da kurulmuş Türk devletleri içinde önemli bir etnik kol oluşturdukları hâlde, lehçelerinin bir yazı diline dönüşmesinin bu kadar gecikmiş olması, her hâlde, onların tarih sahnesine bağımsız bir siyasî varlık olarak çıkamamış, bağımsız bir devlet kuramamış olmalarıyla ilgilidir. Ama Oğuz Türkçesine ait birtakım belirtiler ve bazı özellikler, Köktürk ve Yenisey Yazıtları’ndan beri de bilinmektedir. Bu bakımdan Oğuzcanın tarihî gelişme sürecini, onların tarih sahnesindeki etnik, siyasî ve sosyal durumlarına koşut olarak birbirinden farklı üç ayrı döneme ve dolayısıyla üç aşamaya ayırmak uygun olacaktır. Bunlar:
Konumuza giriş yapabilmek için önce birinci dönem üzerinde kısaca duralım:
VI ve XI. yüzyıllar arasını kaplayan ve Türk dili tarihinde Eski Türkçe diye adlandırılan dönemde, Oğuzlar, sosyal ve etnik varlıklarını Köktürk (552-745), Uygur (745-840) ve Karahanlı (912-1212) Türk devletlerinin coğrafyasında, siyasî bakımdan onlara bağlı ve zaman zaman da bu devletler üzerinde önemli etkiler yaparak sürdüregelmişlerdir. Gerek Orhun ve Yenisey Yazıtları’ndaki kayıtlardan gerek bu konuda yapılan araştırmalardan, Oğuzların VII. yüzyılın ilk yarısında Yenisey bölgesindeki Barlık ırmağı yörelerinde, VII. yüzyılın ikinci yarısından sonra da Tula ırmağı boylarında ve Ötüken yöresinde oturdukları bilinmektedir. Köktürk yazıtlarında Türk ve Türk olmayan öteki etnik unsurlar yanında çeşitli vesilelerle yer yer Oğuzların da adı geçmektedir. Köktürk Kağanlığının Oğuzlarla ilişkisi ise, kimi zaman gergin ve savaşlı olmuş; kimi zamanlarda da kağanlığın sadık bir metbuu derecesine yükselmiştir.
Oğuzların, Köktürklerin yerini alan Uygurlar döneminde de Orhun ırmağı bölgesinde yaşadıkları ve Uygurlarla Köktürk döneminde olduğu gibi, kimi zaman dostluk ilişkileri içinde oldukları, kimi zaman da savaşlar yaptıkları bilinmektedir.
Oğuzlar Karahanlılar döneminde de sahnede olmuşlar ve varlıklarını Karahanlıların batısındaki sınır bölgelerinde sürdürmüşlerdir. IX-XI. yüzyıllar arasındaki dönemde, Oğuzların Aral gölü kuzeyindeki steplerde ve Seyhun (Sirderya) ırmağının iki yakasında oturduklarını, tarihî ve coğrafî kaynakların verdiği bilgilerden öğreniyoruz. Bu Oğuzların daha X. yüzyılda Sirderya (Öküz ırmağı) boylarında ve Aral gölü kıyılarında Yenikent merkez olmak üzere bir Yabgu Devleti kurduklarını da biliyoruz. X-XI. yüzyıllar arasında Yenikent’e ilâve olmak üzere, Haare, Cend, Sepren (Sabran, Savran), Suğnak, Karnak, Karaçuk (Fârab) şehirlerini de kurmuşlardır. Oğuzların XI. yüzyılda batıda Hazar denizi kıyısındaki Mangışlag (Siyah Küh) adını verdikleri yarımadayı ele geçirip orada yerleştikleri de bilinmektedir. Bu bölgedeki Oğuzlar kısmen göçebe kısmen de yüksek kültürlü bir yerleşik hayata geçmiş bulunuyorlardı. Oturdukları yerlerde bir yandan Maveraünnehir’in yerli halkı ile karışmakta, bir yandan da Karahanlı, Yağma, Çiğil, Argu ve Karluklar ile komşuluk ilişkilerini devam ettirmekte idiler.
Oğuz Türklerinin lehçelerine gelince: VI-XI. yüzyıllar arasındaki dönemde Oğuzlar nasıl bağımsız bir devlet kuramamışlar ise, Oğuzcaya dayalı bir yazı diline de sahip olamamışlardır. Ancak, Eski Türk yazıtlarında olsun, Uygur ve daha sonraki döneme ait eserlerde olsun yer yer Oğuzcanın yazı dillerine ve yazılı eserlere yansımış belirtilerini ve bazı özelliklerini de bulmak mümkündür. Bilindiği gibi Türkçe, VI-XI. yüzyılların Türk devletleri olan Köktürk, Uygur ve Karahanlılar dönemlerinde, yer, zaman ve kültür alanı ayrılıklarına, kelime hazinesindeki bazı farklılaşmalara rağmen, genel yapısı itibarıyla yine de birbirinin devamı niteliğinde tek bir kol hâlinde ilerlemiştir. Bu bakımdan Oğuzcanın VI-XI. yüzyıllar arasındaki dönemi esas itibarıyla sisli bir perdeyle örtülmüş bulunmaktadır. Ne var ki, bu dönemdeki Türk devletlerinin sınırları içinde birbirinden farklı etnik unsurların yer almış ve bunlara ait dil özelliklerinin yer yer yazı diline de yansımış olması, yazıtlarda olsun meydana getirilen yazılı eserlerde olsun birtakım lehçe veya ağız ayrılıklarının doğmasına yol açmıştır. Nitekim W. Radloff, Orhun Yazıtları yanında, merkezi Turfan olan geniş bir alanda daha başka edebî bir dil olduğunu ve bu edebî dilin daha sonraki bir sıra Türk lehçelerine temel oluşturduğunu yazmıştır. Rus Türkologlarından S. E. Malov da Yenisey ve Orhun Yazıtları’ndaki lehçe ayrılıkları ile eski Kuzey Oğuzcasının etkisine işaret etmiştir. A. von Gabain ise, Eski Türkçe döneminde, bugüne kadar hangi kavmî unsurlara ait olduğu tespit edilemeyen beş ayrı lehçenin izleri bulunduğunu belirtmiştir. Ayrıca, Uygur yazmalarında olduğu gibi, Orhun ve Yenisey Yazıtları’nda da lehçe ayrılıkları yüzünden bir dil birliğinin bulunmadığına işaret etmiştir. Köktürk ve Uygur ülkelerinde yukarıda belirtildiği üzere, Oğuzlar da önemli bir yer tuttuklarına göre, Eski Türkçe döneminde Oğuz lehçesi ile ilgili bir kısım özelliklerin de kendini göstermesi olağandır. Bizim bu konuda metinler üzerinde yaptığımız bir araştırma, özellikle Yenisey ve Orhun Yazıtları ile Uygurcanın lehçesi metinlerinde belirtiler veya genel eğilimler hâlinde birtakım Oğuzca özelliklerin de yer aldığını ortaya koymuştur. Daha sonraki yüzyıllarda, Karahanlı dönemini temsil eden bir eserde de Oğuzcanın belirgin izlerine rastlanmaktadır. Rus Türkologlarından A. K. Borovkov’un araştırmalarına göre, Oğuzcanın etkisi, daha eski bir Oğuz-Türkmen edebî an’anesinin varlığını gösterecek biçimde Anonim Kur’an Tefsiri’nde de yer almıştır. Demek oluyor ki, VI-XI. yüzyıllar arasındaki gelişme sürecinde, Oğuz lehçesi temelde bir sis perdesine bürünmekle birlikte, yine de birtakım özelliklerini o devir eserlerine yansıtmış bulunmaktadır.
▲ Cuprins ▲ İçindekiler ▲ Contents ▲
Kültür Bakanlığı Halk Kültürlerini Araştırma ve Geliştirme Genel Müdürlüğü, Ege Üniversitesi Rektörlüğü ve UNIMA Türkiye Milli Merkezi’nin işbirliği, İzmir Valiliği, İzmir Büyükşehir, Balçova, Bornova, Gaziemir ve Karşıyaka Belediye Başkanlıklarının katkılarıyla 10-15 Ekim 2001 tarihleri arasında İzmir’de 5. Uluslararası Kukla ve Gölge Oyunları Festivali gerçekleştirilecektir.
Festivale, Azerbaycan’dan Gence Devlet Kukla Tiyatrosu, Belarusya’dan Tiyatro Lyalka, Bulgaristan’dan Danny-Dessi Tiyatrosu, Hırvatistan’dan Hırvatistan Ulusal Çocuk ve Kukla Tiyatrosu, Macaristan’dan İron Rooster Kukla Tiyatrosu, Makedonya’dan Gençlik ve Çocuk Tiyatrosu, Polonya’dan Tiyatro Mask, Romanya’dan Güliver Kukla Tiyatrosu, Rusya Federasyonu’ndan Volgagrad Kukla Tiyatrosu, Suriye’den Kukla ve Workshop Tiyatrosu, Türkiye’den ise Ankara Devlet Tiyatrosu Karagöz Grubu, İzmit Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatrosu, Orhan Kurt Karagöz Kukla Tiyatrosu, Hayali Safderi Gölge Tiyatrosu, Tacettin Diker Karagöz Kukla Tiyatrosu, İstanbul Kukla Tiyatrosu katılacaktır. Gruplar beş gün süreyle kukla ve gölge oyununun değişik tekniklerinde gösteriler sunacaklardır.
Festivalin açılışı Kültür Bakanı Sn. İstemihan Talay’ın katılımıyla 11 Ekim 2001 Perşembe günü saat 14.00’te Ege Üniversitesi Atatürk Kültür Merkezi Adnan Saygun Salonu’nda yapılacak törenle gerçekleşecektir.
Sekiz ayrı salonda gerçekleştirilecek gösteriler ücretsiz olacaktır. Gösteriler Ege Üniversitesi Atatürk Kültür Merkezi Tiyatro Salonu ve Kültür Sanat Anfisi ile Devlet Tiyatroları Konak ve Karşıyaka Sahneleri, Atatürk İl Halk Kütüphanesi Müdürlüğü Tiyatro Salonu, İzmir Büyükşehir Belediyesi Fuar Gençlik Tiyatro Salonu, Karşıyaka Belediyesi Ziya Gökalp Kültür ve Sanat Merkezi, Bornova Belediyesi Uğur Mumcu Kültür Merkezi, Gaziemir Belediyesi Kültür Merkezi, Dokuz Eylül Üniversitesi Tıp Fakültesi Derslikleri Salonu’nda yapılacaktır.
Gösterilere davetiye ile girilebilecektir. Davetiyeler İzmir Kültür Müdürlüğü, Ege Üniversitesi Türk Musikisi Konservatuvarı ve salon girişlerinden temin edilebilecektir.
Festival süresince gösteriler dışında 12 Ekim Cuma günü saat 20.00’de İzmir Devlet Opera ve Balesi "Romeo Juliet” balesini halka açık olarak sergileyecek, 11-14 Ekim tarihleri arasında Ege Üniversitesi Atatürk Kültür Merkezi’nde "Kukla ve Karagöz Tasvirleri Sergisi” açılacak, ayrıca sanatçılarla söyleşiler, kısa açıkhava gösterileri ile kukla ve gölge oyunu oynatımı konusunda uygulamalı anlatımlar yapılacaktır.
▲ Cuprins ▲ İçindekiler ▲ Contents ▲
Receb ayının 27. gecesi Miraç Gecesi’dir. Miraç, merdiven demektir. Resuluallahın göklere çıkarıldığı, bilinmeyen yerlere götürüldüğü gecedir. İslam alimleri buyurdu ki: "Miraç ruh ve ceset ile birlikte oldu. Ayet-i kerime ile sabit olduğundan, Mekke’den Kudüs’e götürüldüğüne inanmayan kafir olur. Göklere, bilinmeyen yerlere götürüldüğüne inanmayan ise sapık olur."
Ressülullah, Miraç’ta Cenneti, Cehennemi, sayısız şeyleri görüp, Küresi,Arş ve Ruh alemlerini geçip, bilinmeyen, anlaşlamayan, anlatılmayan şekilde, mekansız, zamansız, cihetsiz, sıfatsız olarak Allahü tealayı gördü. Miraç’da beş vakit namaz farz olur. Hiçbir mahlükun bilemeyeceyi, anlayamayacağı nimetlere kavuşup bir anda, Küdüs’e ve oradan da Mekke-I Mükerreme’ye geldi. Miraç hadisesiyle, müslümanların imanı kuvvetlendi, kafirlerin düşmanlığı arttı. Kafirler inanmadı ve Mescid-I Aksa’nın kaç kapısı, penceresi var, gibi sorular sordular. Miraç’da dikkat etmemişti. O anda, Cebrail aleyhiselam, Mescid-i Aksa’yı gözünün önüne getirdi ve cevap verdi. Bu mübarek gecede, diğer mübarek geceler gibi, kaza namazları kılmalı, Kuran-ı kerim okumalı, tevbe ve dua etmeli, alemleri ziyaret etmeli, fakirleri sevindirmeli, dünya ve ahiret saadeti için, bütün Müslümanlara dua etmelidir.
Berat Gecesi, Şaban ayının 14’ünü 15’ne bağlayan gecedir. Allahü teala, ezelde, hiçbir şey yaratmadan önce, herşeyi takdir etti. Bunlardan bir yıl içinde olacak şeyleri bu gece meleklere bildirdi. Kur’an’ı Kerim, Levhilmahfuza bu gece indi. Resülüllah, bu gece çok ibadet ve dua ederdi. "Allahümmerzukna, kalben takıyyen mineşşirki beriyyen la kafiren ve şakıyyen" duasını çok okurdu.
▲ Cuprins ▲ İçindekiler ▲ Contents ▲
Aceasta este a 15-a noapte a lunii Şaban şi este noaptea iertării păcatelor, este noaptea în care o-mul, prin rugăciuni, poate scăpa de datorii, de vină şi de pedeapsă. Ziua se ţine post, iar noaptea se petrece în rugăciuni. Însuşi Allah ar fi spus: "Nu este nimeni care să ceară să fie iertat, ca să-l iert? Nu este nimeni care să vrea hrană, ca să i le dau? Nu este nimeni bolnav şi în necaz, ca să-l în-sănătoşesc şi să-i alung necazurile? Nimeni nu are alte dorinţe ca să i le îndeplinesc?"
În limba arabă, mirac înseamnă ascensiune, înălţare spirituală. În noaptea de 26 spre 27 a lunii lui Regep, când Profetul dormea, a venit îngerul Gebrail, (Gavril la creştini) i-a deschis pieptul, l-a spălat cu apă sfinţită zemzem, l-a umplut cu înţelepciune. Apoi, l-a invitaţia şi prin voinţa lui Allah, Profetul a fost urcat pe Burak, un cal înaripat, şi a fost dus la Marea Moschee Aksa din Ierusalim, Casa Locului Sfânt. Aici a făcut o rugăciune colectivă ca toţi ceilalţi profeţi: Adam, Noe, Abraham, Moise, Iisus şi alţii.
Rugăciunea a fost condusă de Profet ca imam al profeţilor, ca cel mai bun dintre ei. Pe o scară spirituală împreună cu îngerul Gebrail, s-a înălţat spre ceruri, în lumea îngerilor. De aici şi numele Profetului de "Cel confirmat”, "Cel atestat" în ale Islamului. L-a văzut pe prima treaptă pe Adem (Adam), pe a doua treaptă pe Isa (Iisus) şi pe Iahya (Ion), pe a treia treaptă pe Iusuf, pe a patra treaptă pe Idris, pe a cincea treaptă pe Harun (Aaron ), pe a şasea treaptă pe Musa (Moise) şi pe a şaptea treaptă era aşezat Ibrahim (Avraam). Profetul a văzut Paradisul şi Infernul, i s-au arătat diferite secrete, minunăţii şi s-a întors cu sufletul plin de linişte, de mulţumire şi cu hotărârea de neclintit de a merge pe calea Islamului. În acea noapte s-au coborât ultimele versete 285 şi 286 din Sura Bakara: " trimisul a crezut în ceea ce i-a fost pogorât de la Domnul său, asemenea şi drept credincioşii. Fiecare dintre ei a crezut în Allah, în îngerii Lui, în scripturile Lui. Ei zic: Noi nu facem nici o deosebire între vreunul dintre trimişii Săi şi ceilalţi. Şi ei au zis : Noi auzim şi ne supunem! Iertarea Ta o împlorăm, Doamne, şi la tine este întoarcerea şi Allah nu impune nici unui suflet decât ceea ce este în putinţa lui. El are ca răsplată ceea ce a agonisit (din faptele bune) şi ca pedeapsă ceea ce a dobândit (din faptele rele). Doamne, nu ne pedepsi pe noi, dacă am uitat sau greşit! Doamne, nu ne împovăra pe noi cu grea povară, aşa cum I-ai împovărat pe cei dinaintea noastră. Doamne, nu ne împovăra pe noi cu ceea ce nu putem îndura! Şi şterge-ne nouă greşelile noastre şi iartă-ne pre noi şi fii milostiv cu noi! Tu eşti Ocrotitorul nostru, ajută-ne pe noi să izbândim asupra celor necredincioşi!
Tot atunci s-au făcut cunoscute versetele 22-39 din Sura Isra, a "Călătoriei de peste noapte" ca şi cele 12 principii, fundamentale, învăţăminte de bază, porunci din corpusul Islamului:
Cu acest prilej s-a dat vestea intrării în Rai a celor ce nu-l consideră pe Profet egalul lui Allah şi s-au dat ca dar musulmanilor cele cinci rugăciuni zilnice. În tradiţia Islamică drumul Profetului de la Mecca la Ierusalim se numeşte Isra, iar drumul de la Ierusalim mai departe, spre ceruri, se numeşte Miraç. O discuţie despre Miraç, această călătorie nocturnă în cele şapte ceruri, care a fost totodată una din minunile Profetului, este redată în Sura 53 a Coranului, numită "Steaua". Îngerul Gebrail, însoţitorul Profetului, fusese văzut încă o dată, în timpul călătoriei sale de peste noapte lângă lotusul acoperit cu lucruri minunate şi aici Mahomed a spus: prosternaţi-vă înaintea lui Allah şi adoraţi-L
Prof. Dr. Ibram NUREDIN
▲ Cuprins ▲ İçindekiler ▲ Contents ▲
Müslümanların ibadet yerlerine cami denir. Küçük cami bir eve benzeyen de mescit adı verilir. Ilk cami Peygamberimizin zamanında yapılmıştır. Camilerde Müslümanlar ibadet ederler, Allah’ı anarak O’na şükrederler. Mascit denen küçük camide ise bayram namazı kılınmaz.
Camilerimizde neler var?
Büyük camilerde şadırvan bulunur. Şadırvanlarda pek çok çeşme vardır. Çeşmelerden şırıl şırıl sular akar. Müslümanlar, bu çeşmelerden abdest alırlar.
Galatı’da eski cami avlusu vardı
Mermer şadırvanda şakırdayan su
Orhan zamanından kalma bir duvar
Onunla bir yaşta ihtiyar cınar.
Cami ve mescitlerde imanın namaz kıldırırken durduğu yere mihrap adı verilir. mihrap, kıble duvarının ortasında bulunur. Mihrapların üstü ve kenarları yazı ve motiflerle süslenmiştir.
Mihrabın sağ yanında yüksekce ve merdivenli bir yerdir. Taştan, ağaçtan veya mermerden yapılır. Genellikle oya gibi süslenmiştir.
Imam minbere çıkarak dini öğütler verir. Buna hutbe denir.
Caminin içinde, mihrabın sol tarafında yüksekce bir yerde bulunur. Buradan müslü manlara dinî bilgiler ve öğütler verilir. Buradan öğüt verene „Vaiz" verilen öğütlere de „Vaaz" denir.
Camilerimizde neler yapılır?
Camilerimizde hergün beş vakit toplu olarak namaz kılınır. Buna, cemaatle namaz denir.
Beş vakit namaz tek başına da kılınabilir.
Cuma namazları, bayram namazları, cenaze namazları ise ancak toplu olarak camilerde kılınır. Bunlardan başka camilerimizde Kur’an ve mevlidler okunur. Mübarek gün gecelerimiz kutlanır, Allah’a dualar edilir
Hergün minalerimizde beş vakit ezan okunur. Ezan okuyanlara „Müezzin" denir.
Ezanın sözleri dinimizin özüdür ve şöylerdir:
Alahü ekber (dört defa)
Eşhedü en-lâ ilahe illallah (iki defa)
Eşhedü enne Mühammed Resulüllah (iki defa)
Haye ales-salah (iki defa)
Hayye alel-felah (iki defa)
Allahü ekber (iki defa)
Lâ ilâhe illallah (bir defa)
Allah en büyüktür,
Şüphesiz inanırım ki, Allah’dan başka
Tanrı yoktur.
Şüphesiz inanırım ki, Hz. Muhammed Allah’ın
Peygamberidir.
Haydi namaza
Haydi felaha(kurtuluşa)
Allah en büyüktür.
Allah’dan başka Tanrı yoktur.
▲ Cuprins ▲ İçindekiler ▲ Contents ▲
Geamiile sunt lăcaşurile sfinte care adună deopotrivă pe săraci şi bogaţi, pe orăşeni şi ţărani, funcţionari şi directori, bătrâni şi tineri, înalţi demnitari şi civili, albi şi negri, concetăţeni şi străini. Sunt locurile unde ne lepădăm de vicii şi răutăţi, locuri în care învăţăm să devenim prieteni şi fraţi, unde învăţăm să iubim pacea şi să respectăm toleranţa, unde devenim înţelepţi şi puternici în faţa vicisitudinilor vieţii. Aici învăţăm să iubim aproapele, să-i ajutăm pe cei părăsiţi, pe cei plini de nevoi, pe orfani şi văduve. Geamiile sunt lăcaşurile învăţăturii, iubirii, judecăţii drepte, credinţei în unica putere divină, Allah.
Mustafa Kemal ATATÜRK
▲ Cuprins ▲ İçindekiler ▲ Contents ▲
Onceleri, sanatı, gizemli, dokunulmaz erişilmez birşey zannederdim. Her zaman sanatla uğraştığım halde, bir türlü "sanatcıyım” demiye dilim varmazdı. Zamanla sanatı daha iyi anlamaya baslayınca, sanatcı olduğumu ve ayrıca herkesin de sanatcı olabileceğini gördüm.
"Bilincli bir beceriyle, yaratıcı hayal gücüyle, dürüst olarak geliştirilen ve insanların hislerini ve düşüncelerini etkileyen herşey sanat olabilir. Sanat tohumu, kişinin yaşamla olan alışverişinin her anında ve her koşesinde vardır.
Türk kadını, yuzyıllar boyunca, zaman zaman erkeğiyle eşit hak sahibi, çoğu zaman da insanlık hakları kısıtlanmış olarak, fakat her zaman sanat yaparak yaşamıştır. 17nci ve 18nci yuzyıllarda, arşivlenmiş olan, Türk kadın besteciler, Türk kadın hattatlar, Türk kadın şairler vardır. Türk kadını, tarih boyunca sevdiklerine şarkılar, çocuklarına ninniler, masallar, yiğitlerine destanlar, şehitlerine ağıtlar yaratmıştır. Anadolu kadını, hislerini, sevinclerini, acılarını, işlemeleriyle, oyalarıyla, dokumalarıyla ifade etmiştir.
Zaten, yemek kitabındaki tarifeye, fazladan bir baharat katarak, turşusunu bastıran, yufkasını açan her kadın, o zamana kadar kırmızı olan gülleri mor iplikle dokuyan, oyasına üç ilmik fazladan ekliyen her kadın, sanat yolunun yolcusudur.
Size, Milasin yılanlı halılarının hikayesini anlatmak isterim
Yüzlerce yil önce, Orta Asya’dan göc eden bir Türk kavimi, Milas bölgesinde mola vermiş. O gece, herkes uyurken, Kavim başkanının tek oğlunu bir yılan sokmuş. Zavalli küçük çocuk zehirlenip, ölmüş. Annesi, acısını, dokuduğu halıya, biri büyük, biri küçük, iki kara yılan motifi koyarak ifade etmiş. Ve bütün ömrü boyunca, dokuduğu her halıya bu yılan motifini islemiş. Zamanla bu motif gelenekselleşmiş ve bugün, bazı Milas tipi halılarda bu yılan motifi görülür.
Müslümanlıkta, insan vücudunu çizme yasağı dolayısıyla her ne kadar, yıllar boyunca, değerli yazarlar, bestekarlar ve yorumcu sanatcılar olmuşsa da, desen dışında, resim ve heykel, hem erkek hem kadın sanatçılarımız için, 20nci yüzyylda gelişmiş olan yeni bir alandır. Buna rağmen, Türk kadın sanatçılarının eserleri, hassaslıklarıyla, güçlülükleriyle ve toplumlarının özelliklerini, olağanüstü kişisel süzgeçlerden geçirerek ifadeleriyle son derece etkileyicidir.
Hiç unutmam, ilk sergilerimden birinde, yağlıboya ve akrilik çalışmalarımı beğenen bir kimse, "Resimleriniz çok enteresan, bir erkek sanatcı kadar güçlü.” demişti
Bence, sanat, kadın sanatı, erkek sanatı diye ayrılmaz. Ancak, toplum boyle bir ayrıntıyıi kabul ettirmeye çalışılabilir. Kadınlar bütün sanatları yapabilirler ve yapabileceklerini bilmelidirler. Bir de, elle tutulan, gözle görülen, kulakla duyulan sanatlar, güzel sanatlar, geleneksel sanatlar, yorumlayıcı sanatlaryn otesinde, belki de sanatların en kutsalı olan, Yaşam Sanatı vardır. Yaşam sanatının birinci amacı, barış ve guvenli bir ortamdır. Aynen bir ressamın atölyesindeki boyalar, fircalar, tualler ve diğer gerekli herşey gibi, hepimizin bir yaşam atolyesi olan iç dunyamızda, sahiden bizim olan, her zaman bizim olan ve her zaman kullanmamız gereken, nelere değer verdiğimiz, dürüstlüğümüz, vicdanımız, düşüncelerimiz, sözlerimiz, hareketlerimiz, hem kendimizin hem de toplumumuzun kaderini etkiler.
1923’de, Atatürk, "Şuna inanmak lazımdır ki, dünya yüzünde gördüğümüz herşey kadının eseridir”, demiş.
Bariş ve güven en önce insanın kendinde başlar.
Kadın herşeyden önce annedir. Annelerin, kendilerinden sonra gelen batınların, bir evvelkinden daha olumlu, daha dengeli ve daha mutlu bir ortam olabilmesinde büyük etkileri vardır. Bu annelerin, hem özel şansı hem doğal hakkı hem de kutsal ödevidir. Bence, annelik sanatının amacı mutlu ve başarılı insan yetiştirmektir. Çocuğunu, kayıtsız şartsız sevildiğine inandırmak, çocuğuna kendisini görmekten, duymaktan, kucaklamaktan büyük zevk duyduğunu tekrar tekrar söylemek ve çocuğunun yaşam deneylerinde, yasakçı değil destekleyici olmak, kendine güvenen, yapıcı fertler geliştirir. Barış ve güven en once insanın kendinde başlar.
Her toplumun gelenekleri ve tabuları vardır. Gazetelerin ilk sayfalarında, komşusunun oğluyla flört ettiği için, ailesi tarafindan taşlanarak öldürülen genç kızın resminin yanında, seffaf giysilerle, çekici pozlar veren mankenlerin fotograflarının bulunduğu, tezatlar ülkesi Turkiye’mizde, Annelik sanatı son derece önemlidir. Dolayısıyla, Türk kadınının değerleri, son derece sahıcı olarak, dürüstçe eleştirilmesi gerekir. Ne yazık ki, Türk kadınının dürüstlük konusu, cinsel tabulara takılıp kalmıştır. Halbuki ahlak, hişbir toplumda tam olarak çözülmemiş olan erkek-kadın konusundan ziyade, gerçek değerleri, dürüstlüğü, sağlıklı düşünebilmeyi, yapıcı konuşmayı, atılacak adımlarda vicdan, hak, saygı, dostluk gibi yönleri kapsar.
Yuva kurma sanatının mistiğide gene kadındadır. Türk kadını, biraz elverişli şartlar olursa, sıcak, şefkatlı yuvalarda, eşini destekler ve çocuklarını yetiştirir. Kadın, barışcıdır, yapıcıdır, çözümcüdür, vericidir, yaratıcıdır.
Kadın toplumun en önemli üyesi ve toplumun uygarlık barometresidir. Köylu kadın, kentli kadın, ev kadını, sokak kadını, iş kadını, işçi kadın, bilimci kadın, sanatçı kadın; bir kadının sorunu, bütün kadınların sorunudur. Birbirimize kardeşce el uzatmalıyız. Hatta, Türk kadını, zengin kültürünü, duygulu yureğini, üstün becerisini, evrensel bir tutumla, tum dünya kadınlarıyla paylaşmalıdır.
Sanat yolunun yolcusuyum. Guzel sanatlar konum; ama bütün sanatların kardeş olduklarına inanıyorum. En çok ilgilendiğim sanat da yaşama sanatı. Kendimi bir soğan gibi görüyorum. Her gün, sabırla, dürüstçe ve dikkatle, benliğimi kat Kat soymak amacındayım. Özüme, yaşamımı yitirmeden varabilir miyim? Cevabı önemli değil. Yeter ki ben o yolun yolcusu olayım.
Tezatlar, yasamın doğal bir parcası. Mutluluk ve mutsuzluk, herkesin kader dağarcığında, beş aşağı on yukarı, var. Anlar ne getirirse getirsin, ben onları, yıkılmadan, şımarmadan yaşamaya kararlıyım. Soğan da ben, soyan da ben.
Ciğdem TANKUT
▲ Cuprins ▲ İçindekiler ▲ Contents ▲
În rândul scandinavilor femeile erau:
"Sub tutelă permanentă, fie ele casătorite sau nu.” În conformitate cu Codul Creştin V, la sfârşitul sec. al XVII-lea era stipulat faptul că dacă o femeie se căsătorea fără consimţământul tutorelui ei, acesta putea,daca dorea, să devină administratorul şi uzufructul bunurilor ei în timpul vieţii acesteia.
După legea engleză:
"
toate proprietăţile pe care le avea soţia în momentul căsătoriei deveneau ale soţului. El era cel care lua renta de pe pământ şi din orice profit ca urmare a operaţiunilor făcute în timpul vieţii soţiei". Cu trecerea timpului, curţile engleze, au elaborat mijloace care au restrâns dreptul soţului de a transfera propietatea fără cosimţământul soţiei. Dar el deţinea, în continuare, dreptul de a administra şi de a primi banii produşi de proprietate. În ceea ce priveşte proprietatea personală a soţiei, puterea soţului era completă. El avea dreptul să o cheltuiască după cum credea de cuviinţă.
Situaţia s-a îmbunătăţit doar spre sfârşitul sec al XIX-lea printr-o serie de acte, începând cu Actul proprietăţii femeii căsătorite din 1870, amendat în 1882 şi 1887.Astfel femeile căsătorite au dobândit dreptul de a avea propria avere şi de a încheia contracte pe principii de egalitate ca şi femeile necăsătorite, văduve sau divorţate.” La sfârşitul sec. al XIX-lea, Sir Henry Maine, o autoritate în drept antic, scria: " Nici o societate care păstrează încă canoanele instituţiilor creştine nu va restabili femeii căsătorite libertatea conferită de Legea Romană Mijlocie.”
În eseul său "Supunera femeii”, John Stuart Mill scria:
"Ni se spune în permanenţă că civilizaţia şi creştinătatea au repus femeia în drepturile sale legitime. În acest timp soţia este servitoarea soţului; în conformitate cu obligaţiile legale, statutul ei este asemănător cu al unui sclav.”
Câteva precepte biblice vor arunca o lumină şi mai clară asupra subiectului, oferind o bază mai bună pentru o evaluare imparţială. În legea mozaică, soţia era promisă pentru căsătorie. Explicând acest concept, Enciclopedia Biblica afirma: "A logodi o soţie sieşi însemna pur şi simplu a achiziţiona bunurile ei prin plata unei sume pentru cumpărare; logodnica este o fata pentru care s-a plătit suma de bani.” Din punct de vedere legal nu era nevoie de consimţământul fetei pentru validarea căsătoriei. "Consimţământul fetei nu era necesar pentru că necesitatea acestuia nu era sugerat nicăieri în lege.”
În ceea ce priveşte dreptul la divorţ tot Enciclopedia Biblică scrie: "Pentru că femeia este proprietatea bărbatului, dreptul la divorţ îi aparţine numai acestuia.” În conformitate cu legea mozaică dreptul la divorţ „era un privilegiu doar al bărbatului
”
Poziţia bisericii creştine, până în secolele recente, se pare că a fost influenţată de Legea Mozaică cât şi de curentele de gândire dominante în culturile acelor pe-rioade de timp. În cartea lor "Căsătoria în Est şi Vest”, David şi Vera Mace scriau:
"Să nu permitem nimănui să presupună că moştenirea noastră creştină este liberă de asemenea judecăţi dispreţuitoare. Ar fi greu să găsim în altă parte o asemenea colecţie de referiri degradante la adresa femeii ca în scrierile oferite de părinţii bisericii timpurii. Lecky, un istoric celebru, vorbeşte despre aceste stimulente aspre, care formează o parte atât de izbitoare şi în acelaşi timp grotească a scrierilor acestora. Femeia era reprezentată ca uşă spre iad, ca mamă a tuturor bolilor. Ea trebuia să se ruşineze doar la gândul că este femeie. „Ea ar trebui să trăiască în pocăinţă continuă datorită blestemelor pe care le-a abătut asupra pământului. Ei ar trebui să îi fie ruşine de modul în care este îmbrăcată pentru că constituie cronica căderii sale. Ar trebui să îi fie ruşine, în special de frumuseţea sa, pentru că aceasta este unaltea cea mai puternică a diavolului."
Unul din cele mai acide atacuri asupra femeii a fost cel al lui Tertullian: "Ştiţi că fiecare dintre voi sunteţi o Evă? Pedeapsa lui Dumnezeu asupra acestui sex al vostru trăieşte în această epocă; vina trebuie să existe şi ea datorită necesităţii. Voi sunteţi poarta diavolului; voi sunteţi cele care aţi mâncat din fructul oprit; voi sunteţi primele care aţi încălcat legea divină: prin voi a atacat diavolul, deoarece el singur nu avea suficient curaj. Voi aţi distrus aşa de uşor imaginea lui Dumnezeu, bărbatul. Datorită fugii voastre- asta înseamnă moartea- chiar şi Pâinea lui Dumnezeu a trebuit să dispară. Biserica nu numai că afirmă statutul inferior al femeii, ea a deposedat-o de drepturile legale de care se bucura înainte.
Bediha Cocoi
▲ Cuprins ▲ İçindekiler ▲ Contents ▲
Indiferent de forma de administrare şi de modul de folosire este necesar să se respecte cu stricteţe cantităţile indicate de produsul vegetal şi de solvent (lichid).
Pentru a veni în ajutorul celor care prepară în casă diverse forme de medicamente pe bază de plante medicinale şi care nu dispun de un cântar şi de cilindru gradat, redăm mai jos cantităţile aproximative de produs vegetal uscat şi mărunţit pe care le poate conţine o lingură de supă rasă, o lingură şi volumul de solvent (lichid) dintr-o cană (pahar, ceaşcă) de apă.
Cantitatea de produs vegetal uscat şi mărunţit dintr-o lingură de supă:
În general într-o linguriţă încap aproximativ 3 grame de produs vegetal adus într-un grad de mărunţire şi 0,5 grame de pulbere de diverse organe luate pe un vârf de cuţit.
Atragem atenţia că se poate face uz de aceste determinări aproximative numai în cazul plantelor medicinale care nu sunt toxice.
Mijlocul cel mai la îndemană pentru apreciat volumul de solvent (lichid)- apă, alcool, vin oţet este în consecinţă cana, paharul sau ceaşca al căror conţinut corespunde la 200ml lichid.
Culesul poate începe primăvara devreme, o dată cu apariţia primelor flori de podbal şi se continuă vara şi toamna cu ceea ce natura ne dăruieşte în binecuvântarea ei.
Plantele se usucă de fiecare dată foarte bine şi se amestecă toamna târziu într-un ceai foarte sănătos, aromat şi gustos. Ne va îmbogăţi iarna cina şi ne va aminti de frumoasele zile de vară petrecute în natură.
Se foloseşte o linguriţă cu vârf din amestecul de plante pentru fiecare ceaşcă
(1/4 litru apa), se opăreşte doar şi se lasă la infuzat (repaus) 1-2 minute.
Bediha Cocoi
▲ Cuprins ▲ İçindekiler ▲ Contents ▲
Bir adamın yedi oğlu varmış. O kadar istermiş de bir kızı olmazmış.Günün birinde karısı ona müjde vermiş: gebe olduğunu söylemiş.Çocuk dünyaya gelmiş.Bu seferki kızmış. Buna çok sevinmişler ama, çocuk pek cılız, pek ufakcık bir şeymiş. Bu yüzden de evde vaftiz edilmesi gerekmiş.
Vaftiz suyu getirsin diye babası, oğullarınadan birini kuyuya yollamış. Öbür altı oğlan da onun peşinden gitmişler. Hepsi de suyu önce kendisi doldurmak istiyormuş. Bu yüzden testi suya düşmüş. Oğlanlar oldukları yerde kala kalmışlar; ne yapacaklarını şaşırmışlar. Hiçbiri eve dönmeye cesaret edememiş.
Çocukların hala dönmediklerini gören baba:
- Yetiz oğlanlar kesin oyuna daldılar!demiş
Kızın vaftizsiz öleceğinden korkuyormuş. Canı çok sıkılmış:
- İnşallah hepiniz karga olursunuz! diye ilenmiş. Daha sözünü bitirmeden başının üstünde bir hışırtı ilişmiş. Havaya bakmış; kömür gibi kara yedi tane karganın uçup gittiğini görmüş.
Anne baba bu ilenci bir daha geri alamamışlar. Oğullarının yedisini de elden kaçırdıkları için çok üzülmüşler. Bütün sevgilerini biricik kızlarına vermişler, onunla bir parça olsun avunmuşlar.
Kız çok geçmeden kendini toparlamış, gün geçtikçe güzelleşmiş ama başka kardeşleri bulunduğundan uzun zaman haberi olmamaş. Ana babası bunu duyurmamaya çalışmışlar.
Sonunda günün birinde ahalinin kendisinden söz ettikleri işitmiş. Diyorlarmış ki:
- Kız güzel ama, yedi ağabeysinin başlarına gelen yıkım onun yüzünden oldu.
Bunları duyunca kız çok üzülmüş. Annesine, babasına gidip sormuş:
- Ağabeylerim var mıydı benim ? Onlara ne oldu ? demiş.
Bunun üzerine ana babası bu gizliliği daha fazla saklamak istememişler. Tanrının böyle istediğini, yoksa doğumunun buna neden olmadığını anlatmışlar. Ama kızcağızın içine bir kurt düşmüş. Kardeşlerini kurtarmayı kafasına koymuş. Bir yerlerde durup dinlenemez olmuş. Sonunda bir gün gizlice yola çıkmış. Ağabeylerinin izini bulmaya ne pahasına olursa olsun onları kurtarmaya karar vermiş.
Evden çıkarken ana-babamı anarım diye bir yüzük, karnım acıkırsa diye bir dilim ekmek, susarsam içerim diye bir testi su, yorulursam otururum diye de bir iskemle almışmış.
Az gitmiş uz gitmiş dere tepe düz gitmiş
Sonunda dünyanın öbür ucuna, güneşin yanına varmış ama güneş çok sıcakmış, korkunç bir şeymiş. Hem de küçük çocukları yermiş. Kız hemen burdan kaçmış; doğru aya gitmiş. Ay da pek soğukmuş. Hem de kötü huyluymuş. Çocuğun orada olduğunu anlayınca:
- Burnuma insan kokusu geliyor! Diye bağırmaya başlamış.
Kız oradan da çabucak kaçmış; yıldızlara gitmiş. Bunlar ona güler yüz göstermişler. Her yıldız ayrı bir sandalye de oturuyormuş. İçlerinden sabah yıldızı ayağa kalkmış; ona bir aşk kemiği vermiş:
- Yanında bu kemik olmazsa sırça sarayı açamazsın. Oysa kardeşlerin orada
demiş.
Kız bu küçük kemiği almış. Bir mendilin içine sarmış, yola çıkmış. Gide gide sırça saraya varmış. Büyük kapı kilitliymiş. Kız aşk kemiğini çıkarmak için mendili açmış. Bir de ne görsün? Mendil bomboş değilmi? Meğerse kız iyi yürekli yıldızın armağınını yitirmiş. Şimdi ne yapacak. Kızcağız ağabeylerini kurtarmak istiyormuş. Oysa sırça sarayın anahtarını yitirmiş. Bunun üzerine bir bıcak almış. Küçük parmağını kesmiş. Kapıya bunu sokmuş. Bereket versin kapı açılıvermiş.
Kız içeriye girince karşısına bir cüce çıkmış:
- Yavrum demiş, ne arıyorsun burada?
Kız: – Ağabeylerimi
Yedi kargaları arıyorum!
Cüce: -Bay kargalar evde değiller. Onlar dönünceye kadar bekleyeceksen gir içeri!
Bunun üzerine cüce yedi tabak, yedi bardak içinde kargaların yemeklerini içeri getirmiş. Küçük kız her tabaktan birer lokma yemiş, her bardaktan birer yudum su içmiş. Sonuncu bardağın içine de yüzüğü koymuş.
Birden bire havada bir hışırtı, bir kanat hışırtısı duymuş.
Cüce: – Bay kargalar eve geliyor! demiş.
Kargalar gelmiş; yiyip içmek istemişler. Tabaklarını bardaklarını görünce arka arkaya söylenmeye başlamışlar:
- Tabağımdan kim yemiş?
- Bardağımdan kim içmiş?
- Buna bir insan ağzı değmiş!
Yedinci karga bardağı dikip içerken ağzına yüzük gelmiş. Bakmış. Anne babasının yüzüğünü tanımış:
Kapının arkasında durup bu sözleri işiten kız ortaya çıkmış. Bunun üzerine kargaların hepsi yeniden insan kılığına dönmüşler. Sarmaş dolaş olmuşlar. Hep birlikte evin yolunu tutmuşlar.
▲ Cuprins ▲ İçindekiler ▲ Contents ▲
La Redacţia ziarului Hakses am primit două poezi scrise de Menseit Fildiz, eleva în clasa a IV-a.
Le-am citit cu atenţie. Poeziile sunt încercări timide, dar cu multă sensibilitate.
Recomandăm ca această elevă să meargă la un cerc literar unde să-şi poată perfecta stilul şi elementele de bază ale creaţiei literare.
Mult succes!
Iarna a sosit în sat,
Flori de gheaţă a pictat.
Pe ferestre şi pe geamuri,
Stau întinse, flori şi ramuri.
Crengi cochete, lucitoare,
Stau îngânfate către soare
Mângâindu-le uşor
Vântul cel tremurător.
Numai pe planeta mea
Se cern fulgi de nea
Aducând mari bucurii
Pentru oameni şi copii.
Înger îngeraşul meu,
Eşti trimis de Dumnezeu,
Să mă aperi de toate rele,
Să-mi distrugi zilele grele.
Adevărul nu-i minciună
Toată lumea să o spună
Sincer adevăr să fie
Pentru toţi ce vor să ştie
Adevărul cât mai sus
Răul într-un colţ s-a dus
De ruşine şi de ciudă
Mai departe să se ascundă
Şi îţi mulţumesc eu Ţie
Pentru binele ce-o să fie
Pentru ţara lui Mihai
Ce trăieşte-acum în rai
Îngerul îl va păzi
Şi mereu îl va iubi