♦ Cuprins ♦ İçindekiler ♦ Contents ♦


ATATÜRK’ÜN SON GÜNLERİ

Atatürk, 1938 yılının ilk aylarında Bursa ve yöresinde yeni yapılmış fabrikaların açılış törenlerine katıldığı sırada, halkın yağmur altında büyük sevgi gösterileri karşısında açık bir otomobille kente girerken kendisini üşüttü. Zayıf düştüğü için bir süre dinlenmesi gerekti. 19 Mayıs 1938 Gençlik ve Spor Bayramı törenlerini izledikten sonra Güney Anadolu’da düzenlenen bir askeri uygulamayı denetledi. Burada çok yorgun düştü. Dinlenmek için Istanbul’a geldi.
Sağlık durumunun bozulmaya başlaması üzerine Bursa’da iken hisse senetlerinden bir bölümünü Bursa Belediyesine bağışladı. Ankara’da Gazi Çiftliğindeki Marmara Köşküne çağırttığı yetkili görevlilere düzenlettiği bağış belgeleriyle de çiftliğin tüm mal varlığını devlete bıraktı.
Istanbul’daki dinlenmesi sırasında hekimler, Atatürk’ün karaciğerinden rahatsız olduğunu saptadılar. Hastalığının artmakta olduğu duyuluyor, gün geçtikçe endişeler yurdun her yanında üzüntü yaratıyordu. Bir ara 22 Ekim 1938’de sağlığının düzelir gibi olduğu söylendiyse da Atatürk Cumhuriyetin 15. yılını kutlam törenlerine katılamadı. Bayram bu nedenle derin bir üzüntü içinde geçti.
Sağlık, durumu hakkında görevil hekimlerin raporları halka günlük bildirilerle duyuruluyordu.
8 Kasım günü hastalığının büsbütün ağırlaştığı duyuruldu. 9 Kasım gecesi derin bir komaya giren Atatürk, ertesi sabah 10 Kasım perşembe günü saat 9.05 geçe yaşama gözlerini yumdu. Ölüm haberi kısa zamanda yurda ve dünyaya yayıldı.
Son nefesini verdiği Dolmabahçe Sarayında bayrağımıza sarılı tabutu görkemli bir katafalk üzerine konularak halkın saygı gösterişini sunuldu. Üç gün üç gece generallerin ve üst subayların saygı nöbeti tuttukları değerli naşının önünden gözleri yaşlı insan seli saygı geçidi yaptı.
Atatürk’ün tabutu 19 kasım” 1938 cumartesi günü Dolmobahçe Sarayında dinsel törenle namazı kılındıktan sonra top arabasına konarak Gülhane Parkına kadar törenle taşındı ve orada Yavuz zırhlısına bindirildi. Yavuz, büyük ölüyü lzmit’e götürürken yasımıza katılan yabancı devletlerin gemileri saygı duruşunda bulundular. Ankara’ya getirilip Büyük Millet Meclisi önünde bir katafalka konulu tabutu, bütün bir gece ve gündüz halk saygı ile selamladı.
Ertesi gün, 21 kasım 1938 pazartesi günü saat 10’da hafif hafif çiseleyen yağmur altında, yapılacak tören için tabut, top arabasına kondu, on iki general top arabasının iki yanında nobet tuttular. Birçok yabancı devletin gönderdiği askeri birlikler başta olmak üzere Türk ordusunun kahraman askerleri de cenazeyi selamlayarak önünden, geçtiler. Alay ağır ağır ilerlerken, Cumhurbaşkanı, Büyük Millet Meclisi Başkanı, Başbakan ve bakanlar kurulu üyeleri, Genel Kurmay Başkanı ve diğer ileri gelenler, yabancı devlet temsilcileri sira ile cenazeyi izilyorlardı. Etnoğrafya müzesine getirilen tabut, izleyicilerir gözyaşları arasında geçici kabre konuldu.
Atatürk’ün anıtkabrinin Ankara’nın ortasındaki Hasattepe’de kurulması kararlaştırılıp yapımına 1944’te başlandı. Anıttepe adını alan bu yerdeki Anıtkabir dokuz yılda bitirilebildi. Geçici kabrinden devlet töreniyle alınan naaşı 10 Kasim 1953’te Anıtkabir’e taşınarak toprağa verildi.
Olümünün gördüğü eşsiz saygının bütün yurtta olduğu kadar dünyada da sürüp gittiği, onun yalnız Türklerin değil, insanlığın da seçkin bir evladı olduğu ölümünün 25. yıl dönümünde 1963 yılında tüm dünyada törenlerle anılarak kanıtlandı. Insanlık ölçüleri içinde ancak yüzüncü ölüm yıldönümlerinde anma törenleri düzenleyen Birleşmiş Milletler Eğitim ve Kültür örgütü UNESCO, bu kuralını ilk kez, bir ayrıcalık olarak dışına çıktı. 119 ülke Atatürk’ü anma toplantıları düzenledi.
Doğumunun 100. yildönümünde ise, tüm dünya 1981 yılını Atatürk yılı olarak kabul etti. Böylece Atatürk’ün ölmez eserlerinin ve düşüncelerinin tüm barış sever insanlığın geleceği için dünyada barış ve esenliğin korunması yolund, yaşatılıp güçIendirileceği gerceği bir kez daha anlaşıldı. Bu mutlu sonuçtan büyük Türk ulusu olarak derin bir gurur ve kıvanç duyuyor, onun izinden yürümekte ne kadar haklı olduğumuzu da yeniden anlıyoruz.

▲ Cuprins ▲ İçindekiler ▲ Contents ▲

ATATÜRK HAFTASI KUTLANDI

CUMHURİYET BAYRAMI KÖSTENCE’DE KUTLANDI

Köstence’de Ovidius Üniversitesi bünyesinde kurulan, Romanya Köstence Ovidius Üniversitesi Uluslararası Atatürk Romen – Türk Araştırma Merkezi, Romanya Demokrat Türk Birliği, Elvan Yayınevi, Romanya Müslüman Tatar Türkleri Demokrat Birlikleri’nin ortak bir faaliyeti olarak, Türkiye Cumhuriyeti’ nin 77. kuruluş yıl dönümünü Köstence Bölge Kütüphanesinde kutlandı.
Her zamanki gibi, faliyetlerimizi düzenlenen ve yürüten, sayın Gülten Abdula, Romanya Demokrat Türk Birliği başkan yardımcısı ve Hakese gazetesinin başredaktörü teşekür etmeliğiz.
Açılış konuşmasını Türkiye Cumhuriyeti Köstence Başkonsolosu Sayın Hayati Soysal bey yaptı. Doç. Dr. İbram Nuredin “Atatürk’ün Laiklik Hakkındaki Görüşleri”, Romanya Demokrat Türk Birliği Gülten Abdula, “Atatürk ‘ün elçileri“ Tatar Birliği’nin Köstence Şubesi Hukuk Komisyonu Başkanı Hacı Mehmet Kemalettin “Atatürk ile Romanya Dışişleri Bakanı Arasındaki Dostluk Diyalogları”, Mecidiye Kemal Atatütrk Koleji Müdür Yardımcısı Yard. Doç. Dr. Cezmi Karasu, ”Türkiye Cumhuriyetinin Kuruluşunun Uluslararası Yansımaları” ve Romanya Köstence Ovidius Üniversitesi, Uluslararası Atatürk Romen – Türk Araştırma Merkezi Genel Sekreter Yardımcısı sayın Namık Kemal Yıldız da geçen yıllarda yaptığımız sempozyumlarda “Atatürkcü Düşünce Sistemi” ile “Atatürk’ün Eğitim ve Kültür Alanlarında Yapmış Olduğu İnkılaplar” hakkında bilgiler sunduğu için, bu yıl „Atatürk’ün Sosyal Alanda Yaptığı Inkılâpları“ hakkında bilgiler verdi. Oturumları Romanya Köstence Ovidius Üniversitesi Uluslararası Atatürk Romen – Türk Araştırma Merkezi Genel Sekreteri Prof. Dr. Enver Mamut beyler yönettiler.
Ayrıca Romanya Demokrat Türk Birliği bünyesinde kurulan „Fidanlar” adlı çocuk folklor ekibi Atatürk ve Cumhuriyet konulu şiirler okudular. Romanya Müslüman Tatar Türkleri Demokrat Birliği bünyesinde oluşturulan ”Bostorgay Kadın Korosu” Onuncu Yıl Marşını dinleyicilerle birlikte hep bir ağızdan söylediler.
Romanya’da yaşayan Türkve Tatar Türkü soydaşlarımız büyük bir dikkat, ilgi ve coşku ile etkinliğimizi izlediler.

IO KASIM’DA ATATÜRK KÖSTENCE’DE ANILDI

Köstence’de Ovidius Üniversitesi bünyesinde kurulan, Romanya Köstence Ovidius Üniversitesi Uluslararası Atatürk Romen – Türk Araştırma Merkezi, Romanya Demokrat Türk Birliği, Elvan Yayınevi, Romanya Müslüman Tatar Türkleri Demokrat Birliği ve Mecidiye Kemal Atatürk Pedagoji Koleji’nin ortak bir faaliyeti olarak Köstence Bölge Kütüphanesinde kutlandı. “IO Kasım Atatürk’ü Anma Haftası“ kutlandı.
“20. Asrın Büyük Politik Şahsiyeti M. Kemal Atatürk” konulu etkinlikte Mecidiye Kemal Atatürk Pedagoji Koleji’nin müdür yardımcısı Yardımcı Doçent Sayın Cezmi Karasu “Türkiye Cumhuriyeti’nin Kuruluşunda Atatürk’ün Siyasi Tercihleri” Uluslararası Atatürk Romen – Türk Araştırma Merkezi Genel Sekreter Yardımcısı sayın Namık Kemal Yıldız „Atatürkçü Düşünce Sisteminde Kadın Hakları” Romanya Demokrat Türk Birliği Kültür Komisyonu Başkanı Sayın Gülten Abdula „Atatürk’ün Balkanlardaki Barış ve İşbirliği Misyonu” konularında sunuda bulundular. Ayrıca Gülten Abdula ve Namık Kemal Yıldız’nın hazırladığı „Atatürk Fotoğraf ve Kitap Sergisi”de büyük bir ilgi ile izlendi.
Ayrıca Mecidiye Kemal Atatürk Pedagoji Koleji öğrencilerinden Süliman İlmia, Ablakim Sibel, Ali Selcin, Murtaza Güler, Nizami Aidiz, Recep Fisun, Murat Deniz, Recep Subai, Emel İnci, Ziadin Mürvet, Alibey Suna Anektodlarla Atatürk’ü tanıttılar. Bununla birlikte yabancı gözü ile Atatürk hakkında bilgiler verdiler. Köstence Türk Dili Müfettişi sayın Celel Firdevs hanım da “Atatürk’ün Üstün Şahsiyeti” hakkındaki düşüncelerini ifade ettiler. Yine oturumları Romanya Köstence Ovidius Üniversitesi Uluslararası Atatürk Romen – Türk Araştırma Merkezi Genel Sekreteri Prof. Dr. Enver Mamut beyler yönettiler.

▲ Cuprins ▲ İçindekiler ▲ Contents ▲

Avrupa Parlamentosu’nda Türkiye kararı

Ermeni kararı
Ermeni lobisinden yeni atak
„AB’ye tam üyelik yolunda Türkiye tarafından atılan adımlar“ konulu raporun ilişiğindeki karar tasarısına sözde soykırım iddiaları girdi.
Parlamento, „Kıbrıs ‘ın işgali“den de söz ediyor

Strasburg (A.A.) Avrupa parlamentosu, „kararına giren paragrafta şu ifadeler yer aldı.
„Avrupa Parlamentosu, Türk hükümetini ve TBMM’yı, Türk toplumunun önemli bir kesimini oluşturan Ermeni azınlığa desteği artırmaya, bu çerçevede, modern Türk devletinin kurulmasından önce Ermeni azınlığın maruz kaldığı soykırımı resmen tanımaya davet eder.“
Türkiye raporu, 90’lı yılları başında BM’nin Bosna’daki barış gücü FORPRONU’nün komutanlığını yapmış, eski bir general olan Hrıstiyan Demokrat Fransız parlamenter Morilon tarafından hazırlandı. Morilon, sözde soykırım iddialarını içeren değişiklik önergelerinin reddedilmesini istedi,ancak yeteri kadar etkili olamadı ve 21 oy farkıyla önerge kabul edildi.
Avrupa Parlamentosu’nun toplam 626 üyesi bulunuyor. Bu durumda, 76 parlamenterin oylamaya katılmadığı görülüyor. Morilon raporuna ilişkin kararda, Türkiye’nin AB’ye tam üyelik müzakerelerinin, Kopenhang kıstaslarına tam uyum sağlanmadıkça başlayamayacağı belirtilerek, Türkiye’deki demokratikleşme reformlarına atıfta bulunuyor ve „atılan adımlara rağmen“, insan hakları ve azınlık haklarının geliştirilmesi gereği üzerinde duruyor.
Türkiye ile AB arasındaki ekonomik ilişkilerinin boyut ve önemine de değinilen kararda jeostratejik ağırlığına dikkat çekiliyor. Türk hükümetine, Kıbrıs sorunun çözümüne katkıda bulunması ve Avrupa Insan Hakları Mahkemesi’nin tüm kararlarına uyması çağrısının da yer aldığı kararda, Türkiye – AB ilişkilerinin değerlendirileceği bir „tartışma forumu“ oluşturulması öneriliyor. Türk hükümetine, „Kıbrıs’ın kuzeydeki işgal güçlerini geri çekmesi“ ve çözüm arayışlarına katkıda bulunması çağrısında bulunan kararda, Ermenistan ima edilerek, „Kafkaslardaki komşularla ilişkilerin geliştirmesi“ de talep ediliyor.
Avrupa parlamentosu kararları tavsiye nitelikli ve bu kararların yatırım gücü bulunmuyor.
Öte yandan, Parlamento, Finlandiyalı Esko Otavi Sepanen tarafından hazırlanan bir raporu onaylayarak, Avrupa Yatırım Bankası’nın, 2000 – 2004 döneminde Türkiye’ye 450 miliyon euro kredi verilmesine yeşil ışık yaktı.

(MAKEDONYA / Birlik – gazetesi)

▲ Cuprins ▲ İçindekiler ▲ Contents ▲

ŞEYH SAIT’den APO’ya

Ibrahim Sadi ÖZTÜRK
(E. Vali ve Ankara Senatörü)

19 Mayıs 1919’da Mustafa Kemal ve arkadaşlarının başlattığı ulusal kurtuluş hareketine karşı tepkiler daha ilk günlerde filizlenmeye başlamış ve giderek iç isyanlara kadar boy göstermiştir. Bunların arasında Cumhuriyet Hükümetini en çok uğraştıran hadise Şeyh Sait isyanıdır.
Gerek ulusal mücadele, gerek Cumhuriyetin ilanını izleyen süreçte meydana gelen başkaldırılarda en önemli gerekçe „din elden gidiyor“ olmuş ve cahil gruplar bununla galeyana getirilmiştir. Şeyh Sait isyanında da bu konu işlenmiş ve halkın en duyarlı olduğu bir öğe kullanılmıştır. Oysa, tüm bu kalkışmaların gerçek amacı, siyasi nüfüz ve menfaat hesaplarıdır.
Şeyh Sait’den Abdullah Öcalan’ın P.K.K.’sına kadar sürüp gelen kalkışmaların temelinde yatan hesap; siyasal iktidar ve kişisel çıkardır. Diyarbakır Istiklal Mahkemesinin tutanakları yayımlandığında görülecektir ki, Şeyh Sait ve adamları görünüşte dini kullanmış, ama gerçekte Kürdistan hayali ve kişisel nüfuz için silaha sarılmışlardır.
Apo ise başta Marxist-Leninist bir çizgide görünmüş, daha sonra Kürt milliyetçiliği ile İslam felsefesini bir daha kullanma eğilimine girmiştir.
Hatta, Öcalan HADEP’le birlikte Türkiye’deki Islami partilerle ve IBDA. C örgütü ile işbirliğine girmiştir. Yani o da dini kullanmış, gerçekte Kürt devleti özlemini hayata geçirme çabası ile yanıp tutuşmuştur. Imralı’daki duruşma tutanakları yayınlandığında Apo’nun da Şeyh Sait’den beri süre gelen bir çizgiyi, değişen dünya koşullarına adapte ederek, yani kılıf değiştirerek devam ettirdiği daha iyi anlaşılacaktır. Kürt kimliği, Kürt kültürü, Türk-Kürt kardeşliği gibi kavramların aldatmaca olduğu, temelde hedeflenen fikrin, Kürt bağımsızlığının oluşturduğu çoktan saptanmıştır.
Şeyh Sait ayaklanmasını ve sebeplerini özetlersek, günümüzdeki P.K.K. hadisesine daha iyi yaklaşmış oluruz.
Tarihe Şeyh Sait İsyanı olarak geçen ayaklanma, 1 Şubat – 15 Nisan 1925 arasında meydana gelmiştir. Yani Cumhuriyetin ilanından 16 ay sonra, Elazığ’ın Eğil bucağına bağlı Piran köyünde başlamış ve Şeyih Sait isimli bir din bezirganı önce telegraf ve telefon hatlarını kestirmiş ve Genç ilçesini ele geçirmiştir. Kendisine katılan aşiret kuvvetleri ile birlikte Diyarbakır, Muş ve Çapakçur’da cephe açtı ve Diyarbakır’daki bir alayı çekilmek zorunda bıraktı. Bir süvari alayını da esir alarak, Hani ilçesine girdi (22 Şubat 1925). Bu arada Şeyh’in kuvvetleri Muş ve Elazığ’da çeşitli yağma olaylarına karıştı. Şeyh Abdullah’ın yönettiği bir kuvvet, Varto’yu ele geçirerek Erzurum’a yürüdü. Şeyh Sait’in emrindeki 5000 kişilik bir kuvvet de Diyarbakır’a saldırdı (7 Mart 1925). Kullandığı slogan şu idi; „Din elden gidiyor. Halife sınır dışı edilmez. Yolumuz din yoludur. Hükümet dinsizdir“ ve „Okullarda dinsizlik kol geziyor, kadınlar çıplaktır, şeriattan ayrılmayın.“
Günümüzün şeriatçılarının da, aşağı – yukarı aynı sloganlarla halkı kışkırtıkları gözden kaçmamaktadır. Şeyh Sait’in kuvvetleri, şiddetli çarpışmalardan sonra hükümet kuvvetlerince Diyarbakır’dan sökülüp çıkartılmış (8 Mart 1925) ve geniş çapta bir temizlik başlatılmıştır. Şeyh Sait ve yandaşları Varto yakınlarındaki bir köprüde sıkıştırılarak yakalanmışlardır. İsyanı destekleyen Kürdistan Teali Cemiyeti reisi Seyit Abdülkadir (eski devlet şurası reisi) ve 12 arkadaşı İstanbul’da tutuklanarak Diyarbakır’a getirildiler. Istiklal mahkemesi tarafından yargınlaarak Şeyih Sait ve 47 elebaşı, İstiklal Mahkemesi kararı ile Diyarbakır Siverek‘te ölüm cezasına çarptırıldı. Isyancıların üzerinden Ingiliz paraları, yabancı üniformalar, dış menşeli silahlar, Avrupa’da basılmış bildiriler çıktı. Bundan da anlaşılıyor ki, 1925 yılında Ingilizlerle siyasi ilişkilerin düzelmediği ve Musul meselesinin kesin neticeye bağlanmadığı göz önünde tutulursa, bu isyan hareketinde Ingiliz parmağı vardır. P.K.K. olayında da dış odakların açık – gizli destek ve yardımı tüm kanıtları ile ortaya çıkmış ve Apo mahkemede bunların bir kısmını açıklamak zorunda kalmıştır.
Doğu ve Güneydoğuda meydana gelen bütün ayaklanmaların temelinde üç ortak unsur mevcuttur: Kürtçüklük, din ve dış destek. Sevr Antlaşmasını uygulamayan bazı batı devletleri, bunu hayata geçirebilmek için sürekli bu unsurları kullanmakta, güçlenen Türkiye’nin başına çorap örmeye devam etmektedirler. Başkaldırıların altında batının bitmek bilmeyen tarihsel intikamı yatmaktadır. Bu gerçeği, Türk ulusu iyi bilmektedir. Yeni kuşaklara bunu anlatmak ve tek çözümünün her yönü ile güçlü ve yenilmez bir TÜRKİYE olduğunu kanıtlamaktır. Batı’nın anladığı dil; kendi kültür ve medeniyet üzerinde batıyı da aşan bir uygarlık yaratmak ve Türkiye’yi bir cazibe merkezi haline getirmektir. Çünkü, fitne durmayacaktır. Dün Şeyh Sait, Asala, bugün P.K.K., türban ve Hizbullah, yarın kimbilir hangi fesatlar!… Bütün bu şer ve şeriat tertiplerine karşı Türkiye Cumhuriyeti ayakta durabiliyorsa, 19 Mayıs 1919’da başlayan büyük yürüyüş sonunda kurulan devletin temellerinin çok sağlam taşlarının çok muhkem oluşundandır. Bunun temelinde Mustafa Kemal ve arkadaşlarının alın teri, yüzbinlerce Türk – Kürt Anadolu insanının emeği ve kanı vardır.
77 yılından beri Türkiye Cumhuriyeti Devleti ayaktadır ve bir çoban yıldızı gibi hembatıya hem de doğu’ya yol göstermektedir.

De la Şeyh SAIT la APO

La 19 mai 1919 Mustafa Kemal şi prietenii săi au început să pună temelia unui stat tânăr, modern şi democratic. Acest drum urma să fie cucerit cu jertfe de sînge. Dar în acele zile au apărut şi norii potivnici acestei înoiri. Norii au crescut transformându-se repede în furtună şi uragane greu de potolit.
Pentru cei care interesul propriu era mai mare decât cel naţional şi pentru că religia era punctul vulnerabil, încercau sub masca ei să atace tânăra democraţie. Pentru aceasta foloseau sloganuri care încercau să inducă poporului faptul că religia trebuia eliminată. Un reprezentant al grupului terorist al vremii a fost Şeyh Sait. De la el şi până astăzi toţi duşmanii Turciei, culminând cu Abdulah Ocalan (APO), s-au folosit de naţionalism şi religie pentru distrugerea ei, pentru destabilizarea şi fărâmiţarea teritoriului unic şi indivizibil al patriei.
Dacă răsfoim dosarele Tribunalului Militar de Eliberare vom observa că atât Şeyh Sait cât şi tovarăşii lui, sub masca religiei au urmărit de fapt unul şi acelaşi scop: înfiinţarea Kurdistanului.
Abdulah Ocalan, APO, a fost cunoscut mai întâi ca un lider cu vederi marxist-leniniste. Cu timpul s-a alăturat ideilor naţionaliste şi religioase, idei pe care le-a propagat pentru a-şi atrage simpatizanţi.
Aşa se face că în scurt timp s-a impus pe scena politică cu multă uşurinţă, iar partidele HADEP şi IRDA-C au venit în sprijinul lui acceptându-l ca lider al luptei naţionale pentru propăşirea religiei islamice, radicaliste precum şi a luptei pentru constituirea statului kurd.
In declaraţiile pe care acesta le-a dat în timpul interogatoriilor din timpul procesului de pe insula Imrali s-a observat că între cei doi lideri cu vederi teroriste, Şeyh Sait şi APO nu există nici o deosebire în ceea ce priveşte metodele aplicate pentru traducerea în viaţă a acestor idealuri. Totul se reducea la schimbarea numelor şi o nouă formă de conducere.
In ciuda legăturilor dintre populaţia turcă şi kurdă, a confluenţelor de culturi existente de atâtea vreme, interesele puterilor mari era, folosind metoda dezbinării, să creeze Kurdistanul. Dacă aruncăm o privire asupra terorismului impus de Şeyh Sait vom înţelege mai bine ce este de fapt P.K.K. Mişcarea teroristă condusă de Şeyh Sait a început la 1 februarie 1925 şi s-a terminat la 15 aprilie acelaşi an, exact după 16 luni de la proclamarea Republicii Turcia. După ce au tăiat liniile de telefon şi telegraf, Şeyh Sait împreună cu ceilalţi camarazi au înconjurat zona Elazik, au pătruns în satul Piran. De aici au înaintat spre Diarbakîr, Muş şi Ciapkaciur pe care le-au cucerit. După ce au luat prizonieri armata trimisă în zonă, au pătruns în raionul Hani, la 22 februarie 1925. In scurt timp au reuşit să facă o armată de 5000 de oameni simpli, fără carte,care credeau orbeşte în vorbele comandantului lor. Şi cum să nu creadă, când acesta cu convingere şi hotărâre le spunea: „Ne pierdem credinţa străveche. Califatul nu poate fi înlăturat. Calea noastră este calea credinţei. Noua putere instaurată este ateistă, nu are nici un dumnezeu.“ sau „In şcoli se perindă trimişii diavolului, femeile umblă dezbrăcate, nu vă îndepărtaţi de califat.“
Dacă suntem mai atenţi vom vedea că aceleaşi sloganuri se repetă şi acum de unele curente religioase radicaliste, care aţâţă lumea la ură şi duşmănie. Dar să revenim la acest Şeyh Sait. Ce s-a întâmplat ştim cu toţii. Armata Şeyhului, care în prima parte a săvârşit numeroase acţiuni cu caracter terorist, a fost repede anihilat de forţele armate ale statului turc.
Sait şi acoliţii lui au fost prinşi într-o strâmtoare, la trecerea unui pod şi duşi la Diarbakîr. La Istanbul au fost prinşi cei care au sprijinit mişcarea şi anume Preşedintele Mişcării Kurdistanului, Şeyit Abdulkadir, care făcea parte din elita vechiului sinod musulman, precum şi alte 12 persoane.
In urma procesului Curtea Marţială a condamnat pe liderul Şeyh Sait şi cei care au adus grave prejudicii tânărului stat democrat turc la pedeapsă capitală. In timpul procesului au fost scoase la iveală sprijinul material, financiar şi armat oferit de englezi precum şi mediatizarea făcută de aceştia. S-a observat clar interesul Angliei de a sprijini această grupare teroristă. Scopul era acela de a pune stăpânire pe o zonă bogată în zăcăminte petroliere.
Chiar dacă Şeyh Sait şi partizanii lui au murit, intrigile nu s-au sfârşit, iar marile puteri europene încă râvnesc la această zonă a Turciei. Este uşor să dezbini şi să cucereşti, având ca armă problema etnică. Acest lucru este viyibil şi astăzi prin ceea ce se întâmplă în zona de sud-est a Turciei. Procesul lui Ocalan (APO) a dezvăluit încă odată că pretextele, formele, ca şi finanţatorii şi susţinătorii sunt la fel. S-a obsevat că la baza acestei reţele teroriste stau trei elemente: problema kurdă, curentul religios radicalist şi protecţia externă.
Pacea de la Sevr este din nou în centrul atenţiei. Marile puteri nu vor uita ce a însemnat pentru istorie Imperiul Otoman. Dar poporul turc modern de astăzi nu va permite nimănui să-i ciuntească ţara. Nimeni nu are dreptul să uite jertfa fiilor Turciei, care împreună cu M. K. Ataturk şi ortacii lui au luptat pentru libertatea ei. Ar fi o gravă încălcare a demnităţii naţiunii turce dacă s-ar uita faptul că de 77 de ani Turcia este în picioare. Ea este un exemplu atât pentru Orient cât şi Occident. Nimeni şi nimic nu o va putea distruge indiferent de câţi duşmani ar avea în străinătate sau în ţară.

Traducere prelucrată G.A.

▲ Cuprins ▲ İçindekiler ▲ Contents ▲

ÎNCEPUT DE DRUM

Anul trecut Comisiile de Învăţământ ale Uniunii Turce şi Uniunii Tătare au demarat în comun demersurile pentru înfiinţarea unei clase cu predarea limbii turce intensiv. Astfel prin eforturi susţinute începând din acest an şcolar, la Şcoala Generală nr.12 s-a înfiinţat o clasă cu predarea limbii turce intensiv. Meritul înfiinţării acestei clase revine mai multor factori de decizie şi acţiune între care Inspectoratul Şcolar Judeţean Constanţa, prin persoana d-lui prof. Gevat Nejdet şi a d-nei prof. Gelal Firdes, Uniunea Democrată Turcă din România prin persoana d-lui prof. Asan Murat, preşedintele Comisiei de Învăţământ a U.D.T.R. şi prim-vicepreşedinte al U.D.T.R. şi prof. Ervin Ibraim, secretar al Comisiei de Învăţământ, Ştiinţă şi Tineret a Consiliului Minorităţilor Naţionale, Uniunea Democrată a Tătarilor Turco-Musulmani din România prin Comisia de Învăţământ a filialei Constanţa şi prin strădania întregului Comitet al filialei, personal al d-lui prof. Memet Faruk, preşedinte al filialei Contanţa şi prim-vicepreşedinte al U.D.T.T.M.R.
Această temerară între-prindere nu s-ar fi putut realiza fără sprijinul conducerii Şcolii Nr. 12, personal al d-lui prof. Ciurea Dumitru, directorul acestei prestigioase instituţii, considerată a fi cea mai bună instituţie şcolară de pe cuprinsul întregului judeţ Constanţa.
La ora actuală această clasă funcţionează cu un efectiv de 15 elevi îndrumaţi cu multă pasiune de d-na învăţătoare Icbal Anefi.
Urăm mult succes în activitatea lor micuţilor care acum desluşesc tainele abecedarului.

Ervin Ibraim

YAVRUM

Bedava çalış yavrum, boş durma…
Oku da adam ol, kurbansın yurda,
İlim rehberin olacak,
Kılavuzun olmasın karga…
Akılsız cesaretten sakın,
Cesaretsiz aklı da tutma başında…
İlkeler ışığında yürü!,
Yalnız kalsan da yolda….
Her gün hesap vereceksin,
Mavi gözlü, altın saçlı ATA’na

10 Kasım 2000 Köstence
Namık Kemal Yıldız

▲ Cuprins ▲ İçindekiler ▲ Contents ▲

Cercetări asupra etnomimului türk

Cercetările asupra etnomimului Türk au preocupat o serie de lingvişti inca din prima jumatate a secolului XIX. Au fost cercetate izvoare, s-au inaintat ipoteze, au aparut numeroase studii.
In 1832 J. V. Hammmer sustine originea etnonimului în cuvantul “targitae”, ca nume dat de Herodot unui trib asiatic. În 1887 Tomaschek caută originea etnonimului in “tyrkae”, trib ce apare pe teritoriile locuite de sciti. Sunt cercetate izvoarele indiene (V. de Saint Martin, 1898, J. Marquart. 1901), unde apare numele turukka sau turuţka sau inscriptiile cuneiforme unde apare numele turukku (H. Z. Koţay, 1955).
De Groot, in 1921 sustine originea etnonimului in Tük sau Tik care apare in izvoarele chinezeşti ca nume al unui trib ce a jucat un rol important in istoria primului mileniu de dinaintea erei noastre.
Dupa alţi cercetatori, primii care ar purta numele Türk ca etnonim ar fi turac sau tur-ii (cuvantul „turan” şi-ar avea aici originea, İbn’ül Esir “El Kamil fi’t Tarih, 1348), nume sub care apar in epopeile iraniene. Tot in epopeile iraniene ce vorbesc despre razboaiele „iraniano-turanice”, cel ce apare sub numele Afrasyab (Alp Er Tunga sau Tunga Er Alp), ar fi numele unui conducător turc.
Însa cercetarile arheologice, de istorie a culturii laolalta cu cele lingvistice nu confirma aceste ipoteze. (Gy. Nemeth-“Der Volksname “Türk”, KcsA, 1927)
Analizand cuvantul Türk şi având in vedere pronunţia de astăzi, acesta, chiar şi in secolele de dinaintea erei noastre ar trebui sa fi fost monosilabic. Dar în inscripţiile orhonice (sec 6-8) cuvantul apare ca etnonim “Türk” dar de cele mai multe ori are forma “Türük”, deci bisilabic.
În izvoarele chinezeşti cuvântul este de asemenea bisilabic t’uküe (in limba chineza nu exista sunetul “r”) Potrivit unui studiu din 1953, L. Bazin sustine ca acest cuvant şi înainte de secolele 6-8 trebuie să fi fost bisilabic dar sub forma Töruk (“Sur les mots” Oğuz“ et “Türk”, Oriens,1953)
Etnonimului “Türk” in izvoare ca şi cercetările făcute ulterior i s-a dat diferite sensuri:
T’uküe -casca (Liu Mau Tsai-Die chinesischen Nachrichten zur Geschicht der Ost Türken, Wiesbaden, 1958), in izvoarele islamice “abandonat, părăsit” (İbn’ül Fakih-“Kitab al Boldan, Leiden,1885); Kaşgarli Mahmut in Divan-ü Lügati’t Türk ii da sensul “ajuns la maturitate, format”.
A Vambery, face primul pas in interpretarea ştiinţifica a cuvantului “Türk” sustinand că este un cuvant derivat din verbul „türemek“ – a se forma, a lua naştere, a se constitui (A. Vambery – A török faj, 1879), acestei opinii alăturându-i-se in 1939 şi J.Deny.
Ziya Gölkalp in 1923 îl considera derivat din “Töreli” – posesor de legi şi ordine.
Cel ce nu vede posibilă dezvoltarea cuvantului Türk din Törük/türük/türk şi nici nu-l accepta ca etnonim este G.Doerfer care, intr-un studiu din 1965 – “Türkische und Mongolische Elemente in Neupersischen”, cuvântului Türk şi dă sensul de “popor ce formeaza un stat” – “Staatsvolk”. Numai că într-un document tipărit într-un studiu din 1911 -“Uigurica”, K.Müller, pe langă faptul ca îl sustine ca etnonim, aceluiaşi cuvânt Türk şi dă şi sensul de „putere, forţă“.
Cuvantul Türk” ca etnonim este ipoteza inantata de A.V. Le Coq in 1912, susţinută de W.Thomsen (cel ce descifrat inscriptiile orhonice” in 1893) şi stabilită ca certitudine prin cercetarile lui Gy. Nemeth in 1927 (A török népnév”.) Conform izvoarelor chinezesti, cuvântul definea tribul căreia şi aparţinea faimoasa familie Aşına. (Liu Mau Tsai, idem) Cuvantul Türk ce trebuie să fi existat ca etnonim in limba turca mult mai devreme, într-un text persan din 420 numeşte astfel triburile “Altaice”, in documentele anului 515 tot ca nume al unui neam apare in sintagma “türk Han” – “kuvvetli han”- “puternicul Han”.
Într-un studiu din 1947 “Çin Tarihi”, W. Eberhardt sustine ipoteza conform careia numele “Tu-ku” dat familiei sau tribului conducatorilor hunilor turci este transcrierea fonetica din chineză a cuvântului “Türk”.
Dar acest cuvant este inclus pentru prima data in numele statului turc în perioada imperiului Gök Türk. (552-744), unde “gök”-cer, reprezenta credinţa turcilor acelei perioade conform divinitatea, forţa supremă o reprezenta cerul.
Toate acestea arata că acest cuvânt, mai mult decât numele “etnic” al unui popor denumea o autoritate politica. Menţionat mai întâi în numele statului format de Gök – Türk, cuvântul a devenit mai apoi nume dat tuturor triburilor turce incluse in imperiu.
Ca nume al unui stat şi al unui popor cuvântul türk apare şi în analele dinastiei Chou (557 – 579), apoi in lucrarea istoricului bizantin Agathias (Gy. Marovisik – „Byzantinoturcica“, 1942), în opera lui Nabiga’t’uz Zubyani – „Divan“, cercetată de T. Kowalski in studiul sau “Die aertesten Erwaehnungen der Türken in der arabischen Literatur”, 1926, iar in documentele slave cuvântul este menţionat în “Primele cronici ruseşti” aparţinând secolului 12. Şi cercetările mai noi susţin multe din teoriile inaintaşilor lor.
În “Büyük Türk Klasikleri”, Ötüken, 1985, una din cele mai complete lucrări privind istoria limbii şi literaturii turce se afirma: ”Din cele mai vechi timpuri, acest cuvânt apare ca denumind, mai mult decat numele unui trib anume” o autoritate politică. Mai întâi devine numele statului format de Gök Türk şi apoi nume dat tuturor triburilor incluse in imperiu. În timp devine numele national al tuturor triburilor de origine turcă.”

Neriman Molali

▲ Cuprins ▲ İçindekiler ▲ Contents ▲

REPERE ROMÂNEŞTI

O iniţiativă lăudabilă a avut-o Inspectoratul Şcolar Judeţean Constanţa prin organizarea concursului „Repere Româneşti“, concurs ce-şi propune redescoperirea valorilor literare şi cilturale româneşti şi ale naţionalităţilor conlocuitoare de pe cuprinsul acestui tărâm al toleranţei, Dobrogea.
Sâmbătă, 18 noiembrie 2000, la Constanţa, la sediul Şcolii Generale nr. 12 „Bogdan Petriceicu Haşdeu” a avut loc faza locală a acestui concurs destinată literaturii turce din Dobrogea. Astfel un număr de 22 de elevi turci din Constanţa din cadrul şcolilor 6, 9,12 şi 42 precum şi din Şcoala din Valu lui Traian au prezentat lucrări despre viaţa şi opera unor mari scriitori de expresie turcă din Dobrogea. Au participat la această manifestare profesorii Gelal Firdes, Ene Ulgean, Iomer Subihan, Ervin Ibraim, Memet Câimet şi Neriman Ibraim. Uniunea Democrată Turcă din România i-a premiat pe cei mai merituoşi dintre elevi cu diverse cărţi apărute cu sprijinul U.D.T.R.
Îi felicităm şi pe acesată cale pe iniţiatorii acestui concurs ce vine în sprijinul unei mai bune cunoaşteri a personalităţilor literare şi culturale de pe cuprinsul Dobrogei.

Ervin Ibraim

▲ Cuprins ▲ İçindekiler ▲ Contents ▲

Rezultatele concursului
„Din literatura turcă şi tătară dobrogeană”

Faza zonală Constanţa

Şcolile participante:
Şc. nr. 1 Constanţa, Şc. nr. 10 Constanţa, Şc. nr. 11 Constanţa, Şc. nr. 12 Constanţa, Şc. nr. 1 Valu lui Traian

Lista câştigătorilor

Clasa a IV-aŞcoalaPremiulPunctaj
1. Ebit MelikeŞc.nr.11 C-ţaI58 (din 60)
2. Osman ElisŞc.nr.1 ValuII56
Clasa a V-aŞcoalaPremiulPunctaj
1. Asmi NesrinŞc.nr.1 ValuI60
2. Arif SibelŞc.nr.10 C-ţaII54,5
3. Arif EnderŞc.nr.33 C-ţaIII50
Clasa a VI-aŞcoalaPremiulPunctaj
1. Nasurla EsraŞcoala nr.1 C-ţaI56
2. Feizi AdnanŞc.nr.11II54
3. Murat EdvinŞc.nr.43III42,5
4. Ibram AilinŞc.nr.1 ValuMenţiune40
Clasa a VII-aŞcoalaPremiulPunctaj
1. Mustafa IliasŞc.nr.12 C-ţaI100
2. Bari AiferŞc.nr.1 ValuI100
3. Curti CaderŞc.nr.11 C-ţaII96,5
4. Giumali LeventŞc.nr.11 C-ţaII96,5
5. Menadil ElisŞc.nr.11 C-ţaIII82
Clasa a VIII-aŞcoalaPremiulPunctaj
1. Geauzar AigeanŞc.nr.12 C-ţaI100
2. Şerip SuzanŞc. nr.12 C-ţaI100
3. Duagi AihanŞc.nr.12 C-ţaII96,5
4. Memedali BerkeŞc.nr.12 C-ţaIII70

▲ Cuprins ▲ İçindekiler ▲ Contents ▲

Selam size!

Ankara’da bulunan Türk – Romen Dostluk Derneğinin genel başkanı, sayın Adil ULUBAY, bir ay önce ziyaretinde bulundum ve kendisinde Hakses gazete-mizin okuyucularına bir kaç satır gönder-mesini istedi.
Bu kısa mektubu size iletmektem şeref duyuyorum cünkü Adil Ulubay gerçekten bir dostumuzdur.
„Hakses okuyularına en derin sevgi ve saygılarımı sunarım. Sağlık ve mutluluklar diler. Atatürk’ün „Yurta sulh, cihanda sulh“ deyimini ve Türk büyük şairi Yunus Emre’nin dörtlüğünü „Gelin tanış olalım, / Işi kolay kılalım / Sevelim sevilelim / Dünya kimseye kalmaz“, söylemediyen geçemem.
Ulkeler arası toprak sınırı vardır ama insanlara sınır yoktur.
Bu düşünceyle Türk – Romen Dostluk Derneği kuruldu.
Derneğimizin önemli amacından bir tanesi gönül rahattlığıyla çalışmaları için Romanya’dan gönderilen burslu Türk soylu öğrencilerimize rehbelik yapılması, Türk insanın Türk kültürünün tanıtma sevgi, aşkı ile bu görevi üstenmekteyiz. Çünkü bizim için her bir öğrenci bir Büyükelçi kadar dünyaya ve ülkelerinde hat boyunca Türk’ü ve Türkiye’mizi temsil edeceklerini taaminin. Bunun için her öğrenci çok kıymetlidir.
Evde kalan öğrencilerimizin ailelerine derneğimizin adına kucaklar dolusu sevgi ve selamlar gönderiyorum.

Ankara – Türk Romen Derneği Genel Başkanı
ADIL ULUBAY

Mesaje de peste hotare

Domnul Adil ULUBAY, un om de afaceri dar şi un bun prieten al românilor este preşedintele Asociaţiei de Prietenie turco-române din Ankara.
Tinerii noştri elevi care primesc bursă de la statul turc pentru a studia la universitatea din Ankara găsesc în el un sprijin material şi un suflet părintesc.
Domnul Adil Ulubaz a ţinut să ne transmită:
„Pentru cititorii ziarului Hakses un călduros şi sincere salutări de bine şi sănătate.

Când ne-am decis să constituim această asociaţie de prietenie româno – turcă, am dorit să facem cunoscute lumii principiile de bază ale poporului turc, mesajul de pace şi înţelegere între toate popoarele lumii, principiul marelui lider Ataturk „Pace-n ţară pace-n lume“ şi al poporului turc exprimate prin penelul marelui poet Yunus Emre:

Veniţi, dar, să ne cunoaştem,
In bună pace să trăim,
Şi să iubim, iubiţi să fim
Căci lumea n-o s-o moştenim!“

Printre preocupările noastre se află una foarte importantă,aceea de a avea grijă de tinerii turci din Romînia, trimişi aici la studii.Este adevărat că primesc burse de la statul Turc,dar este nevoie şi de un sprijin moral şi de ce nu şi material. Noi suntem gata să le oferim acest sprijin deoarece ei vor fi ambasadorii spirituali, culturali şi economici ale celor două ţări în lume. De aceea ei sunt foarte preţioşi şi îi iubim ca pe copiii noştri.
Doresc să asigur familiile acestor copiii de garanţia unei dragoste părinteşti şi să le transmit multă dragoste, sănătate şi salutări cordiale.

Adil ULUBAY
Preşedintele Asociaţiei de Prietenie Român-Turc din Ankara

Türkçe

Dr. İdris Karakuş

Bir ülke ki milleti Türk;
İnsanı Türkçe konuşur.
Azerbaycan, Kırım, Kerkük….
Soyadını Türkçe konuşur.

Yaylaları, ovalar…
Çiçek açar sarı sarı.
Cana can katan baharı,
Hazanı Türkçe konuşur.

Bahçesi Türk, bağları Türk;
Ovası Türk, dağları Türk;
Devir dönem, çağları Türk;
Zamanı Türkçe konuşur.

Ormanında her ağacı,
Meyve verir; can ilacı.
Emmi, dayı, gardaş, bacı…
Yareni Türkçe konuşur.

Bu ülkenin insanı hür;
Özgür doğar, özgür büyür.
Soydaşı ve daha öbür
Kalanı Türkçe konuşur.

Türküm dileği, duası,
Feryadı, figanı, yası,
Gülmesi, ağlaması,
İrfanı Türkçe konuşur.

Harar, heybe, halı, kilim…
Destan okur dilim dilim….
Kırık sazım, kopuk telim
Figanı Türkçe konuşur.

Bu dildedir milli çare,
İdris nebi hemen ara.
Beyit beyit, sıra sıra
Ozanı Türkçe konuşur.

▲ Cuprins ▲ İçindekiler ▲ Contents ▲

ŞU BİZİM RUMELİ

Makedonya Türklerimizden haberler

Yakın günlerde Makedonya’da çıkan Türkçe yazılmış Birlik gazetesi bize yayın evimize gönderildi. Sevinçle okuduk ve bu güzel Rumeli topraklarında bizim soydaşlarımızın büyük faliyetlerinden haberdar olduk ve gurur duyduk.
Böylece öğrendik ki Kasım aynda iki önemli günler kutlanıldı. Biri Yahya Kemal Beyatlı’nın anma şöleni, ikincisi de Makedonya Türk teatrosunun 50.yıl dönüm kutlamaları.
Sağ olun vaar olun sevgili Makedonyalı soydaşlarımız!

Türk Teatrosu gurumuzdur

MakedonyaTürkler’inin gururu ve önemli kültür kuruluşlarından biri olan Üsküp Halklar Tiyatrosu Türk Dramı kuruluşundan 50. jubile yılını kutluyor. Yarım asırlık bir teatro geleneğine sahipolmamız,bura Türkleri için gurur verici bir olaydır. Bu vesileyle Türk Tiatrosu yetkilileri mütevazı olsa dahi, fakat çok anlamı ve heyecan verici etkinlikleri tertiplendikleri için, kendilerini kutlamak gerekir.
Tiyatromuzun 50. kuruluş yıldönümü kutlamaları önceki gün heyecen verici ve çok anlamı iki ietkinlikle belirlendi. Türk Dramı sahnesinden emekli olan tiyatro sanatçılarımız ve bugün aramızda olmayan fakat tiyatromuzun bugünkü konuma ulaşabilmesinde emeği geçen tiyatro yazarı ve aktörler adına fidan dikme eylemi, özellikle emekli aktörlerimizi ve tiyatro sanat severlerini son derece duygulandırdı.
Tiyatromuzun kutlama töreninde hazır bulunan Türkiye’li dram yazarı Turan Oflazoğlu’da heycanını gizlemeyerek, duygularını şöyle ifade etti: „ Böyle anlamı kutlamalarda fidan dikmek gerçekten güzel birşey. Ilk defa yakından tanık olduğum bu heyecan verici kutlamalarda, çok mutluyum. Bugün ekilen bu taze fidanlar bir gün büyüyecek, bizler ise bu fidanların gölgelerinde yine böyle beraberce soluk alacağız, yaşadığımız güzel anılarımızı anımsayacağız, tiyatromuzun başlarından söz edeceğiz“ dedi.
Tiyatro binasının önünde Necati Zekeriya, Şerafettin Nebi, Ramadan Mahmut, Nezaket Ali, Yıldız Ahmed, Şuko avdoviç, Müşeref Lozana, Kemal Seyfullahvs adına taze fidanlar dikildi.
Ardından da „Geçmişten günümüze Türk Tiyatrosu“ konulu fotograf sergisi açıldı. Fotoğraf sergisinin açılış konuşmasını yapan Lütfü Seyfullah, „Aktörler sahnede konuşur, yapıtları hakkında da en doğru yorumu ve değerlendirmeyi seyiricisi yapar. fotoğraflar ise yapıtlarımızın belgesidir“ dedi.
Serginin hazırlanmasında emeği geçen Dram fakültesinde öğrenim gören ve Tiyatromuzun geleceğini oluşturan çalışkan öğrencilerimizin, tiyatro sanatına karşı ilgisi de övgüyle anıldı. Tiyatromuzun 50. kuruluş yıldönümü vesilesiyle yapılan kutlama töreninde, Tiyatro müdürü Bedi Ibrahim, 2001 yılında tiyatro monografisinin hazırlanacağı ve Türk Dramının yıllık aktör ödülünün adı ilk Türk kadın aktörümüz Yıldız Ahmed’in adını taşıyacağını bildirdi.

Melahat ALİ

▲ Cuprins ▲ İçindekiler ▲ Contents ▲

Arta şi cultura otomană

In fiecare etapă a lungii sale istorii, Anatolia a creat sinteze artistice care au încorporat memoriile formele cu diverse origini culturale. Culturile anatoliene conţin o anumită calitate artistică rezultat natural al situaţiei geografice a pământului din centrul lumii vechi.
Cultura hitită a avut o legătură strânsă cu civilizaţia mesopotianiană. Ionia a fost cu certitudine mai asiatică decât pământul mamă, Grecia. Persanii au adus vestului stihurile artistice cuceririlor din Asia Centrală, Alexandru le-a adus seminţele culturii helenice dar a cauzat, de asemenea, transferul ideilor din est şi a formelor din vest. Cultura romană a fost şi ea impusă acestor culturi ducând la formarea tradiţiilor estice şi vestice ale Bizanţului. Incepând cu sec- al VII-lea şi mai departe islamul pornind de la acest trecut a format un nou stil cultural.
Cultura islamică adusă de turci în Anatolia nu a fost islamul timpuriu al arabilor, nici islam persan. Structura politică vastă a Imperiului Otoman, la graniţele Europei Centrale era prea diversă, prea largă pentru sfera culturală veche a islamului din est. Cu toate acestea au dominat pe rând, diferite structuri şi sisteme socio-politico bizantine şi turceşti în aceiaşi zonă geografică şi cu putere politică relativ similară. Podul dintre Asia şi Europa a fost deschis întotdeauna influenţelor străine datorită nevoilor geografice.
De aceea istoria artei şi arhitecturii otomane este plină de reminescenţe ale artelor din stepele Asiei Centrale şi Iran, ale Orientului Apropiat şi Bizanţ şi după 19 secole ale Europei.
Cultura curţii otomane era una foarte sofisticată într-un moment în care Renaşterea abia apărea, Europa şi America nu fusese încă descoperită. Europenii care vizitau Istanbulul în sec. al XVI-lea erau uimiţi de ceea ce vedeau, o splendoare ce nu avea egal în Europa acelor timpuriu. Otomanii deţineau în mod evident patronajul – domeniul arhitecturii şi al artelor frumoase: pictura ceramica, scluptura în piatră, ţesutul mătăsii şi nenumărate tehnici decorative. Otomanii s-au inspirat din marile tradiţii moştenite de arta islamică din Asia. In inima ţinuturilor anatoliene cultura şi meşteşugurile indigene au avut o istorie ce se întindea înapoi până la începuturile civilizaţiei aşa cum o ştim noi.
In timpul perioadei lui Suleymanul Magnificul, una dintre cele mai mari figuri ale lumii în sec. al XVI-lea, Imperiul Otoman a fost o putere importantă din punct de vedere politic, militar şi cultural pe scenele a trei continente. Sultanul Suleyman a câştigat titlul de „Manific“ datorită unei combinaţii extraordinare de talente ca om de stat, conducător militar just, poet şi patron al artelor. Studiourile şi atelierele imperiale pe care le-a fondat şi sprijinit sultanul Suleiman personal au creat standardele cele mai înalte de artă şi meşteşug, construind o nouă sinteză de civilizaţie turcă, europeană şi islamică printr-o tradiţie care continuă să formeze cultura turcă de astăzi. Victoriile militare ale lui Suleiman Magnificul ar fi putut să pălească,dar arta pe care el a patronat-o aşa de generos supraveţuieşte în plenitudinea splendorii şi gloriei sale.
Arta otomană este foarte diferită de cea din Republica Turcă. Până în 1923 şi până la fondarea Republicii, toate formele de exprimare artistică s-au conformat mai mult sau mai puţin legilor islamice care interzicea reprezentarea oricărei fiinţe cu suflet nemuritor (adică animal sau om). Sculptura şi pictura aşa cum erau cunoscute în vest nu existau, cu excepţia notabilă a miniaturilor turceşti pictate, care aparţineau clasei superioare. In locul picturii şi sclupturii,artiştii otomani lucrau decoraţii şerpuite şi florale, faianţe, filigrane, sticlă colorată cu motive geometrice, aurul, lut şi metal, miniaturi, la legarea cărţilor, sticla, încrustaţii, zidărie, caligrafie, textile şi broderie (incluzând catifeaua şi brocartul otoman ca şi faimoasele covoare ce se regăsesc în picturile occidentale) horticultura (în special cultivarea şi exportul de bulbi de lalele, Europa) grădinăritul şi în sfârşit arta marbling poper. Arta caligrafierii cărţilor, împodobirii şi legării acestora au ajuns pe culmi extraordinare, timpul otomanilor. Sute de volume ilustrate păstrate în arhivele regale ale Istanbulului reflectă tipul de estetică până ce poate înflori doar sub patronajul unui conducător iluminat. Ele oferă de asemenea un portret uimitor de viu al societăţii. In acest context „Nakkaşhiane“ atelierele regale de arte frumoa-se) au constituit o şcoală timp de aproape patru secole şi au produs sute de mii de cărţii ca şi un şir de desene elegante pentru faianţă, vase, covoare şi textile.
Atât ceramica cât şi ţesutul au devenit tradiţii artistice importante în Turcia. Faianţa cît şi ţesutul şi-au adus o contribuţie imensă la frumuseţea clădirilor otomane aşa cum nenumărastele ilustraţii din cărţi, strălucirea materialelor frumoase şi a covoarelor au constituit o parte vitală a ceea ce nu poate fi descris altfel decât ca „artă“ a vieţii la curte în timpul sultanilor. In plus, faianţa şi vasele turceşti, hainele şi covoarele au fost admirate de-a lungul secolelor de Vest, de când „Marco Polo a descris „Covoarele turceşti“ ca fiind cele mai fine şi mai frumoase din întreaga lume. Desenele lor subtile, complexe şi colorate luminos ne încântă şi astăzi. Arhitectura otomană, de asemenea, este uimitoare, Mărturie stau numeroasele moschei, caravanseraiuri, poduri şi fântâni artiziene. Ele sunt moştenirea unei ere apuse. Arhitectura otomană, împreună cu toate fazele sale, reprezintă o sinteză arhitecturală originală care a atins culmea în sec. al XVI-lea, practic, acelaşi timp în faza clasică a renaşterii, Europa. Sultanii, în mod original soţiile şi fiicele lor, de asemenea, erau constructori energici, transformând în mod gradat Turcia într-o ţară a moscheilor şi şcolilor.

▲ Cuprins ▲ İçindekiler ▲ Contents ▲

Viorica Dinescu

- Omul şi profesorul -

I. Gânduri la aniversare

Zile de toamnă 2000. O toamnă la fel de frumoasă a anului 1967 marca intrarea mea într-o lume deosebit de fascinantă, aceea a mirajului Orientului, cu detalierea, pe parcursul a cinci ani, a tuturor aspectelor impuse de cunoaşterea limbii şi literaturii turce.
Pentru un tânăr de 18 ani care încerca să răzbată în lume făurindu-şi o carieră militară, conjugată însă pe necesitatea însuşirii limbii turce, totul reprezenta o noutate absolută, amplificată şi de provenienţa mea dintr-o zonă din nordul Ardealului. O noutate care, odată aprofundată, avea să devină principalul instrument de lucru pe parcursul multor ani. O noutate care impunea la vremea respectivă, eforturi de gândire şi numeroase renunţări, insuflate, de altfel, de la început de acei care ne-au îndrumat şi cărora se cuvine acum să le mulţumim şi să le alinăm clipele, uneori destul de grele, cu cuvinte alese şi cu întreaga noastră consideraţie.
Acesta reprezintă şi scopul demersului meu prin care doresc să relev, prin intermediul acestei publicaţii, una din personalităţile din lumea universitară căreia, personal, îi datorez mult. Sunt convins, de asemenea, că rândurile mele întrunesc asentimentul tuturor celor care o cunosc pe prof.dr. Viorica Dinescu, a cărei contribuţie la cunoaşterea literaturii turce în România este decisivă, la acesta adăugându-se şi pregătirea a numeroase serii de studenţi.
Perseverentă până la dăruirea totală, exigentă cu sine şi cu apropiaţi, prof.dr. Viorica Dinescu continuă să impresioneze şi astăzi pe cei din jur şi pe cei care, în urmă cu mulţi ani, îi familiariza cu mirifica literatură turcă, îndemnăndu-i să caute acele elemente care o definesc şi o pot apropia de cea europeană.

Date biografice

Prof. dr. Viorica Dinescu s-a născut la data de 14 noiembrie 1926, la Ploieşti. Cariera militară a tatălui său, Constantin Dinescu, a impus prezenţa familiei în mai multe garnizoane din ţară. Din aceste motive, şcoala primară şi primele două clase liceale au fost urmate la liceul de fete „Elena Matei Basarab“, după care ultimele şase clase la liceul „Ion Heliade Rădulescu“ din Bucureşti, unde obţine bacalaureatul în anul 1945. În acelaşi an se înscrie la Facultatea de Filologie modernă, specialitatea istoria literaturii române vechi.
Întrerupe studiile în anul IV prin plecarea în Turcia ca soţie de diplomat, în perioada 1949-1953.
În anul 1968 este licenţiată a Facultăţii de Limbi Romanice, Clasice şi Orientale, specialitatea limba turcă-limba română, iar în anul 1976 devine doctor în ştiinţe filologice având ca temă teatrul de umbre turc.
Între anii 1968-1983 este lector universitar la Facultatea de Limbi Romanice, Clasice şi Orientale a Universităţii Bucureşti ca titulară a cursului de literatură şi civilizaţie turcă.
În cursul anului 1983, între lunile ianuarie şi noiembrie, este detaşată ca filolog principal la Institutul de Studii Sud-Est Europene, după care se pensionează.
Prof.dr. Viorica Dinescu este membru fondator al Secţiei de Studii Orientale din cadrul Societăţii de Ştiinţe Istorice şi Filologice, secţie devenită ulterior Asociaţia de Studii Orientale. De asemenea, este membru al Uniunii Scriitorilor din România.
Prof.dr. Viorica Dinescu continuă să impresioneze cu preocuparea sa pentru autodepăşire, pentru cunoaşterea întregului univers literar din România şi Turcia, scriitorii şi criticii literari turci acordând o mare importanţă studiilor şi traducerilor sale.
Mai presus de toate, însă, trebuie remarcate calităţile sale umane, ascunse într-o fiinţă fragilă, dar tenace uneori, care nu de puţine ori a trebuit să înfrunte unele răutăţi nemeritate. De aceste calităţi au beneficiat atât studenţii săi, cât şi cei care au avut preocupări în domeniul literaturii.
Din aceste considerente, se cuvine ca acum, în această lume aniversară, să-i dorim doamnei prof.dr. Viorica Dinescu un călduros „La Mulţi Ani“, iar cei care-i suntem apropiaţi s-o asigurăm de întreaga noastră consideraţie.

Activitatea literară

    LUCRĂRI ORIGINALE

  1. „AHMET“ (10 povestiri pentru copii), 1962; Bucureşti, Editura Tineretului.
  2. „ROMANUL TURC- PERIOADA MODERNĂ“ (critica şi istoria literară), 1974; Bucureşti, Centrul de multiplicare al Universităţii Bucureşti.
  3. „KELOGLAN ŞI HASAN CEL RĂU“ (scenariu radiofonic pentru copii, după un basm popular turc), difuzat la 27 ianuarie 1975, cu reluări.
  4. „MEZINA ŞI MĂRUL DE AUR“ (scenariu radiofonic pentru copii, după un basm popular turc), difuzat la 16 noiembrie 1981, cu reluări.
  5. „TEATRUL DE UMBRE TURC“ (studiu), 1982, Bucureşti, Editura Meridiane.

    TRADUCERI

  6. „DIN ISPRĂVILE LUI NASTRATIN HOCA“ (repovestire din limba turcă), 1961, Bucureşti, Ed. Tineretului; reeditare în 1964.
  7. „O CHESTIUNE DE AFACERI“ (povestiri turceşti; traducere note bio-bibliografice, note), 1962, Bucureşti, E.L.U.
  8. „PESCARUL ŞI PREAFRUMOASA GADĂ“ (poveşti africane), 1963, Bucureşti, Ed. Tineretului.
  9. Yaşar Kemal „INDJE MEMED, HAIDUCUL“ (roman; traducere, prefaţă, note), 1964, Bucureşti, E.L.U.
  10. „MĂRUL CARE RÂDE ŞI MĂRUL CARE PLÂNGE“ (poveşti populare turceşti), 1965, Bucureşti, Ed. Tineretului; versiune germană, 1965; reeditare pentru R.D.G., 1968.
  11. Reşat Nuri Güntekin „PITULICEA“ (roman; traducere, note), 1968, Bucureşti, E.L.U.
  12. „ALTE ISPRĂVI DE-ALE LUI NASTRATIN HOCA“ (repovestire din limba turcă), 1968, Bucureşti, Ed. Tineretului.
  13. „YAŞAR KEMAL: INCE MEMED“, SAO, nr. 3/1961 (recenzie).
  14. „Un roman turc contemporan“, Secolul 20, nr. 1/1962 (recenzie).
  15. „O carte închinată dezrobirii femeii“, Secolul 20, nr. 1/1962 (recenzie).
  16. „La realite turque contemporaine dans les recents recits de Fahri Erdinç“, SAO, nr. 4/1962 (studiu).
  17. Djevdet Kudret Solok „Strada noastră“ (traducere), Almanahul „Femeia“, 1964.
  18. „Memet Fuat: Literatura turcă din 1964“, Secolul 20, nr. 3/1965 (recenzie).
  19. „Reflectarea satului în romanul turc contemporan“, Studii de literatură universală, vol. VII, Bucureşti, 1965 (studiu).
  20. Adnan Ardagî, „Frunze de toamnă“, Tribuna, 10 august 1967, (traducere).
  21. Yaşar Nabi Yayir „Patruzeci de ani cu Panait Istrati“, Gazeta Literară, 14 septembrie 1967, (traducere).
  22. Halikarnas Balikçisi „Asigurarea“, Luceafărul, 16 septembrie 1967, (traducere).
  23. „La prose satirique d’ Aziz Nesin“, SAO, nr.5-6, Bucureşti, 1967 (studiu).
  24. Viorica Dinescu, „Romanya’da Türk edebiyati“, ziarul turc Akşam, 16 mai 1968 şi revista Dost, mai 1968.
  25. „Viorica Dinescu anlatiyor“-interviu, revista turcă Varlik, nr. 712, 15 februarie 1968.
  26. Yaşar Nabi Yayir, „Literatura turcă de azi“ (interviu), România Literară, 29 octombrie 1970.
  27. „La literature turque en Roumanie“, SAO, nr. 8/1971, (documentar).
  28. „Motive comune în unele naraţiuni populare turceşti şi româneşti“, Analele Universităţii Bucureşti, anul XXI, 1972 (studiu).
  29. „Din lirica turcă“ (interviu cuY. Kenan Karacanlar şi traduceri de poezii), România Literară, 11 aprilie 1974.
  30. „La contribution de Demetre Cantemir a la paremiologie turque“,Dacoromania, 2, 1974, Fraiburg/München, studiu.
  31. „La revue litteraire turque Varlik“, Cahiers roumains d’etudes litteraires, decembrie 1974.
  32. „Poeţi turci contemporani“, Convorbiri literare II (1971), noiembrie 1975, traduceri. „Liviu Rebreanu, Ion (recenzie, Cahiers roumains d’etudes litteraires, 3/1976,-recenzie la versiunea turcă-).

Rubrică realizată de Vasile Andriţoiu (colonel în rezervă)

NICE YILLARA!

Romen Türkolog Prof. Dr. Viorica Dinescu, 14 kasım 1926 yılında, Ploieşti şehrinde doğmuştur. Ailesi, Romanya başkenti Bükreş şehrine taşınınca, ilkokulu ve lisesiyi bu şehirde tamamlıyor. 1945 yılında Çağdaş Filoloji Fakültesine girerek Eski Romen Edebiyatı ve Tarihi kurslarını takip ediyor. Dördüncü seneyi başlamadan önce eşiyle beraber Türkiye’ye gidiyor. Çünkü eşi diplomat olarak Ankara’ya tayin edilmişti. Burada 1949 -1953 yılları arasında bulunuyor.
Romanya’ya dönünce 1968 yılında Bükreş Romanik Klasik ve Oryantalist Dilleri Fakültesinde Türk ve Romen filoloji bölümünü bitiriyor. 1976’da Yüksek lisansını alıp Türk Gölge Tiyatrosu teziyle doktor ünvanını kazanıyor.
1968 – 1983 yılları arasında Bükreş Üniversite’sinde Okutman olarak Türk Edebiyatı ve Medeniyeti dersleri veriyor.
Muhterem sayın Viorica Dinescu’yu büyük ve başarılı çalışmalarda buluyoruz. Böylece Tarih ve Filoloji Bilimler kurumun kurulması kendisine aitir.
Türkiye’de kaldığı süre içerisinde Türk edebiyatı, tarihi ve medeniyetini yakından tanıyor ve güzeliğini anlayınca, Romanya’ya döndüğünde bu güzellikleri ve bu yüksek Türk kültürünü Romen halkına tanıtmak amacıyla bütün enerjisi ile kitaplar yazıyor, bildiriler sunuyor ve tercümeler yapıyor. Bütün bu çalışmalarından sonra diyebiliriz ki, Viorica Dinescu Romanya’da en büyük Romen Turkoloklarından biridir.
2000 yılı kasım ayında 74 yaşına basan Viorica Dinescu’ya sağlık, mutluluk ve esenlikler diliyoruz.

Hakses gazetesi

▲ Cuprins ▲ İçindekiler ▲ Contents ▲

Yahya Kemal Beyatlı ÜSKÜP’te anılıyor

Türkiye Cumhuriyeti Kültür Bakanlığının katkısıyla, Rumeli Türkleri Kültür ve Dayanışma Derneğin, 2000 yılı etkinleri çerçevesinde, 17-19 Kasım tarihlerinde Üsküp’te, Üsküp’lü şair Yahya Kemal Beyatlı’yı Anma Günleri ve Üçüncü Rumeli Şiir Şöleni düzenlenmiştir.
Şiir şölenin düzenlenmesinde emeği geçen örgütleyenler arasında başta „Birlik“ gazetesi olmak üzere, Vardar ve Zaman gazeteleri, Makedonya Radyo ve Televiziyonun Türkçe yayınları, Turkoloji Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı bölümü, Yahya Kemal koleji, ve diğer ünlü vakıflar ve Türk kültür dernekleri.
Büyük Türk şairi Balkanlarda yaşayan bilim, kültür ve araştırmacılar bildirileri ile katılmışlardır.
Bu vesile ile Üsküpte, „Üçüncü Rumeli Şiir Şöleni“ düzenlenmiştir veYahya Kemal BeyatÜinin şiirlerinden okunurkenö yeni Türk şiirlerde okunmuştur.
18 Kasım günü saat 19’da Makedon Halk Tıyatrosunun büyük salonunda Türkiye’den gelen konuk sanatçılar konser ve özelikle Yahya Beyatlı’nın şiirlerinden bestelenmiş parçalar.

BİR BAŞKA TEPEDEN

Yahya Kemal BEYATLI

Sana dün bir tepeden baktım azîz Istanbul!
Görmedim, gezmediğim,sevmediğim hiç bir yer.
Ömrümün oldukça, gönül tahtıma keyfince kurul!
Sâde bir semtini sevmek bile bir ömre değer.

Nice revnaklı şehirler görülür dünyâda,
Lâkin efsunlu güzellikleri sensin yaratan,
Yaşamıştır derim, en hoş ve uzun rü’yada
Sende çok yıl yaşayan, sende ölen, sende yatan.

▲ Cuprins ▲ İçindekiler ▲ Contents ▲

RAMAZAN AYI VE ORUC’UN HIKMETLERI

Üç ayların üçüncüsü olan Ramazan Ayı’nın birinci günü 27 Kasım 200 Pazartesi günüdür.
Cenab-ı Hak, her varlığı çeşitli meyiyet ve faziletlerle donatmıştır. Ramazan ayı da fazilet bakımından sayısız güzelliklerle donatılmış kutsal bir zaman dilimdir.
Kur’an-ı Kerim, Yüce Allah’ın insanlığa en son mesajıdır. Bu mesa, insanları karanlıklardan aydınlığa çıkarttır ve onlara en doğru yolu gösterir.
Kur’an-ı Kerim, Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.v.)’e Ramayan ayda indirilmeye başlanmıştır. Bin aydan daha hayırlı olan Kadir Gecesi de bu ayda bulunmaktadır. Yine Islam’ın beş temel esasından biri olan oruç ibadeti de bu ayda yerine getirilmektedir.
Yüce Allah, Kur’an-ı Kerm’de: „Ramazan ayı, insanlara yol gösterici, doğrunun vedoğruyu eğriden ayırmanın açık delilleri olarak Kur’an-ın indirildiği aydır. Öyle ise sizden ramazan ayını ulaşanlar onda oruç tutsun.“ (Bakara: 2/185): „Biz O’nu (Kur’an’ı) Kadir Gecesi’nde indirdik… Kadir Gecesi bin aydan hayırlıdır“ (Kadir; 97/1-3) buyurmaktadır.
Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.v.) de, …Ramazan öyle bir aydır ki, Allah gündüzleri oruç tutmayı farz ve gece ibadetini (Teravih namazını) de nafile kılmıştır. Bu ayda bir kimse Allah’a bir hayırla yaklaşırsa, diğer aylarda farz eda etmiş gibi olur. Bu ayda bir farz eda eden diğer aylarda yetmiş farz eda eden gibi bsevap kazanır. Ramazan, sabır ayıdır. Sabrın sevabı ise cennettir. Ramazan ihsan ve yardımlaşma ayıdır. Mü’minin rızkı bu ayda artar, bereketlenir… Ramazan ayı öyle bir aydır ki evveli rahmet,ortası mağfiret ve sonu öyle bir aydır ki evveli rahmet, ortası mağfiret ve sonu cehennem ateşinden kurtuluştur…“(Et- Tergib vel- Terhib, 2/94-95)
Oruç, Hz. Adem (a.s.)dan beri bütün peygamberlere ve ümmetlerine farz olan bir ibadettir. Hz. Nuh (a.s.) ise gün aşırı olarak oruç tutarlardı. Hz. Musa (a.s)’nın 40 gün oruçlu bulunduğu, Hz. Isa (a.s.)’nın da Musa(a.s.) şeriatına uyarak 40 gün oruç tuttuğu bize ulaşan rçvayetler arasındadır.
Oruç, Hz. Adem (a.s.)’dan beri bütün peygamberlere ve ümmetlerine farz olan bir ibadettir. Hz. Nuh (a.s.) bayram günlerinin haricinde bütün sene boyunca, Hz. Davuit (a.s.) ise gün aşırı olarak oruç tutarlardı. Hz. Musa (a.s.)’nın 40 gün oruçlu bulunduğu, Hz. Isa (a.s.)’nın da Musa (a.s.)’nın şeriatına uyarak 40 gün oruç tuttuğu bize ulaşan rivayetler arasındadır.
Oruç ibadeti, Peygamber Efendimizin Mekke’den Medine’ye hicretinin ikinci yılında farz kılınmıştır. Bir âyeti kerimede mealen; „Ey iman edenler! Oruç sizden önce gelip geçmiş ümmetlere farz kılındığı gibi size de farz kılındı. Umulur ki oruç sayesinde fenalıklardan korunursunuz“ (Bakara Suresi, 2/183) buyurulmuştur.
Ramazan ayı, oruç ayıdır. Bu ayı oruç ve ibadetle geçirmenin Mü’minlere sağladığı faydaların en önemlisini Hz. Muhammed (s.a.v.) şöyle ifade etmektedir: „Her kim Ramazan’da farziyetine inanarak ve yalnız Allah rızasını umarak oruç tutar ve bu ayı ibadetle geçirirse, geçmiş günahları bağışlanır“ (Riyazus-Salihin Terc.,2/463).
Insan oruç sayesinde nefsin arzularına hakim olma alışkanlığını kazanır, kötü istek ve arzulardan, gıybet gibi kötülüklerden ve günah işlemekten sakınır. Peygamberimiz (s.a.v.); „Oruçlu bir kimse yalan ve yalancılıkta iş görmeyi bırakmazsa, yemeyi içmeyi bırakıp aç durmasının; Allıh’ın, onun yemesini, içmesini terk etmesine ihtiyacı yoktur“ ve „Sizden biriniz oruçlu bulunduğu gün çirkin söz söylemesin ve kimse ile çekişmesin. Şayet biri kendisine söver veya çatarsa, „Ben oruçluyum“ desin“ buyurmuştur (Riyazus-Salihin Terc., 2/502).
Oruç sayesinde insanda sabır ve tahammül gücü alışkanlık haline gelir. Sıhhi bakımdan orucun şifa kaynağı olduğu tıp uzmanlarınca ifade edilmektedir. Buna paralel olarak, hastaların çoğuna ilk tavsiye edilen şey perhizdir.
Oruç insanların kalbinde incelik ve vicdanlarında duyarlılık meydana getirir. Bu sayede fakirlerin, yoksulların hallerini düşündürerek insanlarda yardımlaşma duygusunu harekete getirir. Böylece de Oruç ibadeti, Müslümanlar arasında sosyal dengenin sağlanmasına yardımcı olur; kin, nefret ve bencillik gibi kötü duygularının ortadan kalkmasını temin eder; Mü’minlerin huzur ve refah içerisinde yaşamalarına vesile olur.
Bu mübarek ayda yerine getirilecek ibadetlerin, verilecek zekat ve sadakaların, yapılacak hayırlı işlerin daha çok kabul edileceğini bilmeliyiz. Bu nedenle, Ramazan ayı boyunca Mü’minler; bol bol Kur’an-ı Kerim okumalı, varsa geçmiş namazlarını kaza etmeli, yoksa nafile namaz kılmalı, tevbe ve istiğfarda bulunmalı ve içten dua etmelidir.
O halde bu ayda; Cenab-ı Hakk’a açılan eller, O’na yönelen dua ve niyazlar geri çevrilmeyecektir. Bu düşüncelerle; kendimizi, annebabalarımızı, çocuklarımızı, yakınlarımızı, komşularımızı, bütün din kardeşlerimizi düşünelim, milletimize ve bütün insanlığa olan sorumluluklarımızı hatırlayalım ve bütün bunlar için dua edelim.
Bu duygu ve düşüncelerle, Romanya’da yaşayan vatandaş ve soydaşlarımızın Ramazan ayını kutluyor, bu ayın tüm İslâm âleminin huzur, birlik, beraberlik ve dirliğine, bütün insanlığın barış ve hidayetine vesile olmasını diliyor, Rabbimizin bizleri sıhhat ve âfiyet içerisinde Kadir Gecesine ve Bayram sabahına kavuşturmasını niyaz ediyorum.

Mustafa ÇALIŞKAN
T.C. Köstence Başkonsolosluğu Din Hizmetleri Ataşesi

▲ Cuprins ▲ İçindekiler ▲ Contents ▲

HABER KÖŞESİ

BERAT GECESİ

& Cuma günü, 10 Kasım 2000, Köstence Kumluk camisinde kutlandı. Bu kutsal geceye eski ve yeni müftülerimiz Osman Necati ve Şangirai Bagış, Köstenceimamları, Din ateşesi Mustafa Çalışkan ve müslüman cematımız katıldıç Kutlama ikindi namazından sonra oldu. Her camide kutbe okundu ve vaazlar verildi, Medcidiye’de öğle namazından sonra, Babadağ’da ise akşam vaktinde mevlid okundu.

HELAL SÜNETİ

12 kasım 2000, pazar günü, Mangaliya’da, Romanya Demokrat Türk Birliği tarafından millet vekili adayını koyan, sayın Metin Çerkez, 15 yoksul erkek çocuğuna sünnet yapılmasına madde ve manevi yardımını verdi. Romanya Türk Demokrat Birliği’nin başkanı Balci Ruhan ve genel sekreteri Şaban Bairam, ve şube başkanları katıldılar.
Her defa gibi, sünetçi Hacı Cocoi Macit efendi, helal sevabına katıldı.
İştirak edenlerden hünkar Cami’nin imamı Türkiyeli Necati beyi, T.C.Din Ateşesi Mustafa Çalışkan beyi de hatırlarıyoruz. Mangalia imamı Halil Ismet dua etti ve Ablakim Önder tekbir getirdi. dinler kitaplar ve ufak hediyeler verildi.

▲ Cuprins ▲ İçindekiler ▲ Contents ▲

HOŞ GELDİN RAMAZAN !

SAHUR YEMEKLERI

Oruca niyet edenlerin Fecr-i sadık dediğimiz tan yerinin ağarmaya başlamasından önce yedikleri yemeğe sahur denir. Peygamber efendimizce “mübarek yemek” olarak nitelendirilen sahur, oruçlu günün başlangıcıdır.
Oruca niyetlenmiş kimselerin sahur yemeği yemesi müstehaptır. Sahur, gündüz oruç tutacak insanı güçlü kılacak bir öğün çeşidi olarak değerlendirilmelidir. Nitekim bir hadis-i şerifte sahur yemeğiyle gündüz orucuna destek sağlanması öğütlenmiştir (Ibn Mace, Savm 22).
Peygamber Efendimiz bir hadis-i şeriflerinde mealen şöyle buyuruyorlar: “Sahur yemeği yiyin, çünkü sahurda bereket vardır.” (Riyazü’s-Salihin Trc. 2/495).
Sahur yemeğinin geciktirilmesi de müstehaptır. Ancak, imsak zamanından önce kesinlikle yiyip içmeye son verilmesi gerekir. Bilindiği üzere imsak saati orucun başlangıcıdır.
Sahurdan sonra tekrar yatılacağı için yemek seçiminin dikkatli yapılması gerekir. Lezzet ve görünüm güzelliği yanında, sahur yemeklerinin mutlaka sağlıklı olması da zorunludur. Bu konuda dikkat edeceğimiz başlıca husus, yediklerimizin midemize ağırlık vermemesi, iftara kadar bizi tok tutmasıdır. Sahur sofralarında yiyecek ve içeceklerimizin az tuzlu olması, gün boyu susamamıza engel olacaktır.
Eski Istanbul Ramazanları konusunda geniş bilgi veren Münevver ALP sahur yemeklerini şöyle anlatıyor:
“Anadolu’da, Rumeli’de sahur yemeklerinde ekseri gözleme, börek yerlerdi.Kadınlar gece hamur yoğurur; gözlemeleri, börekleri sofraya taze taze getirirlerdi. Istanbul’da sahurda katiyen börek yenilmezdi. Sahur sofralarına kazandibi çöreklerle, kaşar peyniri, gerdan ve dil söğüşü konurdu. Bir akşam pilav, bir akşam Taygan denilen makarna pişerdi. Herkes birer kase yoğurt, birer kase hoşafla pilavı veya makarnayı yedikten sonra ağzını çalkalayıp niyet etmeden evvel bir kase hoşafı diker “Yarabbi sana şükürler olsun” diye duasını ve yarınki oruca niyetini tekrarlardı. Niyetten sonra sabah namazına kadar hatim sürer, sabah ezanları okunurken sabah namazlarını kılıp yatarlar, öğleye kadar uyurlardı.”
Örneklemle belirlediğimiz aileler arasında yaptığımız soruşturmada bugünkü sahur sofralarının yemekleri genellikle iftardan kalan yiyeceklerden oluşmaktadır. Bu sofraların ilk yemeği etli bir sebze, arkasından makarna ya da pilav olmaktadır. Bunun dışında börek de tok tutma özelliğiyle dikkat çekmektedir. Içecekler arasında ayran, şerbet, çay ile hoşaf ve komposto çeşitleri en yaygın olanlarıdır.

ESKI IFTAR SOFRALARI

Ramazan orucu, müslüman Türk halkının dün olduğu kadar bugün de en önem verdiği ibadetlerin başında gelir. Ancak, geçmişte kalan bazı görkemli yanları var ki, onların o günleri yaşamış insanlarımızdan derlenmesi, yazılı kaynaklarımızdan taranması millı ve dinı kültür değerlerimizin belgelenmesine katkı sağlıyacaktır.
Bu yüzyılın başlarında Balıkhane Nazırlığı da yapan Ali Beyin yazdığı, “Onüçüncü Asr-ı Hicri’de Istanbul Hayatı” adıyla yayınlanan kitapta eski iftar sofraları ayrıntılı bir şekilde şöyle anlatılır:
“Ramazan akşamları verilen iftar ziyafetlerinin diğer zamanlarda verilen ziyafetlerden başlıca farkı, iftar kahvaltısı kısmı olup, halkımızın birbirlerini iftara davetlerinde, yemeğin cinsine ve lezzetine dikkat edilmekle beraber, kahvaltı tepsisinin en küçük teferruatına kadar intizamına ayrı bir önem verilirdi. Reçellerin çeşidi, peynir, havyar, zeytin, sucuk, pastırma gibi çerezler, ufak tabaklarla tepsiye yerleştirilip sinilerin ortasına konulurdu. Mevsimin çeşitli meyveleri ve salatalar da, bunlara mahsus tabaklar içinde, tepsinin etrafına, düzenli şekilde yerleştirilirdi. Zemzem fincanları, Medine hurması, hardal tabakları konmak suretiyle, iftar sofrası tamamlanırdı. Çekirdeğinin yemeklere duşmemesi maksadıyla, aslında sofranın süslenmesine yardımcı olmak için, limonların ortasından kesilip, tüller içinde ipek ve renkli kordelalarla bağlanarak ufak tabaklara konuldukları da gorülmüştür.
İçme suları, kapalı ve tabaklı Saksonya bardaklarla hizmetçilerin elinde tutulurdu.
Çatal, kaşık, bıçak gibi şeylerin Ramazanda kullanılması uygun gorülmediğinden, kullanmayı adet edinmiş olanlar da, halkın ayıplamasına hedef olmamak için, bunların yerine mercan saplı, fildişi, sedef ve bağdan yapılmış, yahut siyah ve beyaz cilalı tahta kaşıklar kullanırlardı”. Gerek bu kaşıklar, gerek has pide, çörek ve simitler sofranın kenarına dizilirdi.
Bir de, Ramazan başlangıcından sonuna kadar, halkımızda işkembe çorbasına bir düşkünlük vardı. ‘’Zengin ve fakir herkes, sofrasında işkembe çorbası bulundurmak isterdi. İftara beş-on dakika kala, çorba tasını alıp işkembeci dukkanına giderler, hatta nöbete yatarlardı.” Konaklardan uşaklar, ayvazlar, kapaklı çorba kaselerini getirip, kazanın etrafına dizerlerdi.
Yemeğin sonunda mutlaka hoşaf bulundurmak adet olup, kaseler içinde, dökme tepsilere konulup, kenarlarına, içleri ufak kase kadar çukur ve sapları bağa veya fildişinden yapılmış kaşıklar konulmak süretiyle hazırlanırdı. Yaz mevsiminde, kaselere buz da konurdu.”
Burada Balıkhane Nazırı Ali Bey’in sözlerine biraz ara vererek mutfak kültürümüzde yaratıcı zekanın zarif bir orneğini Ekrem Muhittin YEĞEN’den dinleyelim:
“Sultan Mahmut devrinin ünlü Şeyhülislamlarından Dürrizade’nin misafir severliği, konağında pişirttiği yemeklerin lezzeti, sofra takımlarının zenginliği, iftar sofralarının gösterişi dillerde destan olup Şeyhülislamın tantanalı ve haşmetli sofrasında bulunup nefis yemeklerini yemeğe can atmayan devlet adamı yokmuş. Hatta o kadar ki, bu ünlü sofrayı padişah dahi görmek sevdasına kapılmış. Kapılmış ama nasıl olur da koskoca padişah, kendini davet etmesini Şeyhülislamına açabilsin. Bunun için de padişah uygun bir zaman kollamaya çalışmış. Bu arada da Ramazanı şerif gelip çatmış.
Bunu güzel bir fırsat sayan padişah, ramazan ayı içinde birgün akşama doğru bir gezinti yapacağını söyleyerek saltanat arabasının hazırlanmasını emretmiş ve yola çıkmış. Şehirde şöyle bir dolaştıktan sonra, önceden düzenlenen gezintiden donüşte yolu üstünde bulunan Şeyhülislamın konağı önünden geçerken padişah birdenbire arabayı durdurmuş ve konağa girmiş.
Padişahın şereflendirdiğini gören konak halkı şaşkınlıktan bir- birlerine girmiş. Bir taraftan hünkarı buyur ederlerken, bir taraftan da koşarak efendi hazretlerine durumu müjdelemişler. Fakat Şeyhülislam hiçbir telaş eseri göstermeden padişahı karşlamış ve esasen iftar zamanı da yaklaşmış olduğundan sofralarını şereflendirmesi için padişahtan rica etmiş.
Bunu cana minnet sayan padişah sofranın başına geçmiş ve sağında Şeyhülislam ve etrafta zamanın ileri gelen devlet adamları olduğu halde, debdebeli takımlarla, saray yemeklerine bile taş çıkartabilecek lezzette olan yemekleri birer birer yemeye koyulmuş.
Çorbası, eti, sebzesi yendikten sonra, sofraya altın sahanla pilav ve küçük basit cam kaselerle de hoşaf gelmiş. Çok nefis olan hoşaf da iştiha ile içildikten sonra altın leğen ve ibriklerde eller yıkanmış ve tam sofradan kalkılacağı sırada padişah Şeyhülislama dönerek: “- Efendi, gerek sofra takımlarının debdebe ve zenginliği, gerekse yemeklerinin lezzetine Allah için hayranlıktan başka diyecegimiz yoktur. Fakat bu arada çözemediğim bir mesele var, şunu bana izah eder misin? Gümüşten aşagı düşmeyen bu zengin ve tantanalı sofra takımlarının arasında o canım hoşaf koyacak güzel kristal bir kase bulamadın da mı o basit camlara koydun a efendi!..” demesi üzerine Şeyhülislam:
“- Şevketlim, hoşafa buz katmış olsa idik, sulandırması dolayısıyle hoşafın kıvamını bozar ve tadını kaçırırdı, netice itibariyle de efendimiz hazretlerinin takdirlerini kazanamazdık. Bu sebeple biz buzu kase şeklinde oyarak, hoşafı buza koyduk, demiş.”
Söz yine Ali Bey’in:
“- Eskiden herkes, minderlerde halka olarak oturup yemek yediklerinden, sofralar alçak iskemleler üzerine sarı veya bakır siniler konulmak suretiyle hazırlanır ve peşkir denilen dokuma bezi, peçete yerine kullanılırdı. Hatta hizmetçilerin ayaktan, peşkirleri herkesin dizlerine rastlatmak şartı ile atmaları birer hüner sayılırdı. Ezana birkaç dakika kala sofra başına gitmek, iftarın şartlarından idi. Misafirler sofranın etrafında otururlar, ortada çıt yok, herkes birbirine küsmüş gibi, yüzler somurtkan beklerler. Susamlı simitlerin, bademli çöreklerin, kazan yağlılarının misk gibi kokusu ve o muntazam iftar sofrasının seyrine doyulmazdı. Bunların içinde herkesin bir imrendiği olacağından, iki üç dakika da olsa, oruç haliyle sabır ve tahammül istenildiği için, sofradakilerin kimi saate bakar, kimi gözlerini kapayıp hayale dalardı.
Top atılması ile beraber oruçlar açılır, o mükemmel sofraya bir hücumdur başlar; çorbalar, yumurtalar, etler, börekler, tatlılar birbirini takip ederdi. Beldemiz adeti gereğince, hele Ramazanlarda yemeklerin çokluğu, misafirlerin ağırlanmasına bir olçü kabul edildiğinden, yemeklerin arkasının alınmasına kadar beklemek tiryakilerin içine gelmediğinden, çoğu özür dileyerek sofradan kalkardı.
Vekil, vezir ve büyüklerin konaklarının bir çoğunda yemeğe ara verilmek usulü kabul edilmiş bulunduğundan, iftar vaktine birkaç dakika kala, hazır bulunanların önüne ufak tepsilerde reçel, peynir ve zeytin gibi kahvaltı ve bir iki ufak kase de çorba konurdu. Iftardan sonra nargile, çubuk,kahve, enfiye vs. gibi şeylerle, keyifler yerine getirilirdi. Sorumlu giyinip kuşanmış olan iç ağaları, hizmete hazır bir durumda beklerlerdi. Gerçi yemekten önce ve sonra, leğen ve ibriklerle eller yıkanmak adet ise de, yemeklerin ellerle yenmesi çirkin gorüldüğünden, sonraları yavaş yavaş çatal, kaşık bulundurulması da yaygınlaşmıştı. Vaktiyle öd ve amber yakılarak her tarafı kakulara boğmak adetti. Büyük dairelerde kahve, çubuk gelmesinde de bir çeşit teşrifat vardı. Evvela çubuklar uzun olmak ye kıymetli kehribar ve süslü imamelerle bezenmiş bulunmak, mevcut misafirlere bir anda verilmek şart idi. Hatta Hariciye Teşrifatçısı Kamil Bey, hizmetkarların çubuk getirmesinden kinaye “Bu kargılı heriflerden ne zaman kurtulacağız?” derdi. Kahve takımını dairenin kahvecibaşısı getirip, odanın uygun yerinde durur, kahve ibriği, soğumaması için “stil” denilen gümüş zincirli ateşliklere konulurdu. Bu stili taşıyan yamak da, kahvecibaşının yanında bulunurdu. Ne kadar misafir varsa, o kadar ağa kahvecibaşının, çevresine dizilirdi. Tepsinin üzerinde bulunan sırmah ortüyü kıdemli iç ağası kaldırıp kahvecibaşının omuzuna kor, sonra ağalar kafesli gümüş zarflarla, fincanları alıp, ateşlik üzerinde bulunan ibrikten kahveyi koydurup, zarfın ucundan tutmak şartıyla, yine bir anda misafirlere verirlerdi.”

▲ Cuprins ▲ İçindekiler ▲ Contents ▲

DÜĞÜN ÇORBASI

İÇİNDEKİLERMİKTAR
Koyun gerdanı250 Gr.
Su8 SB
Kuru soğan1 KB
Havuç1 KB

Terbiyesi:

Un½ SB
Yumurta sarısı1 adet
Limon½ adet
Süt½ SB
Et suyu4 SB
Tereyağı3 YK
Kırmızı toz biber¼ TK
TuzYeteri kadar

YAPILIŞI

  1. Bir tencereye su, yıkanmış koyun gerdanı, kabaca bölünmüş havuç ve soğan konur, kaynatılır, köpükleri alınır, etler yumuşayıncaya kadar pişirilir. Gerdan bir tabağa alınarak soğumaya bırakılır. Kemiklerden ayrılarak zar büyüklüğünde doğranır.
  2. Un 2 kaşık yağla hafifçe kavrulur, üzerine süt dökülür. Hafif ateşte karıştırılarak pişirilir. Bu karışıma süzülen 4 SB et suyu ilave edilir, 10 dakika daha pişirilir. Zar şeklinde doğranan et ve tuz katılır, un kokusu gidinceye kadar pişirilir.
  3. Tencere ocaktan alınır, yumurta sarısı ve limon suyu çırpılır, çorbanın suyundan birkaç kaşık alınarak ılıştırılır. Bu karışım da karıştırılarak tencereye dökülür, tekrar ocağa konur, hafif kabarmaya başlayınca ateşten alınır.
  4. 1 YK tereyaği bir tavada kızdırılır, kırmızı toz biber ilave edilip, çorbanın üzerine gezdirilir.

Ciorbă de legume:

Ingrediente:

cartofi2 bucăţi mari
ceapă uscată3 bucăţi potrivit de mari
morcovo bucată potrivită ca mărime
prazo bucată
gulie sau andivă1 bucată mică
zeamă de carne fiartă8 pahare de apă
unt sau ulei3 linguri
piper negru½ linguriţă
saredupă gust

Mod de preparare:

Ceapa, se curăţă,se spală şi se taie în bucăţi potrivit de mari. Morcovul, se curăţă, se spală şi se taie în formă de rondele. Prazul se curăţă de foile exterioare,iar partea albă se taie în bucăţi potrivite. Andiva şi cartofii se curăţă, se spală şi se taie în bucăţi potrivite.
Intr-o cratiţă în care s-a topit untul se pun legumele tăiate. Din când în când se amestecă conţinutul adăugându-se treptat zeama de carne fiartă. Când începe să fiarbă ciorba se pun şi cartofii peste care se presară sare şi piper negru. Totul se fierbe timp 40 de minute. Legumele se pasează şi se strecoară până se obţine o pastă groasă. Se pune din nou la fiert după care se serveşte.

BULGURLU SULU KÖFTE

İÇİNDEKİLERMİKTAR
Kıyma (yağsız, iki kez çekilmis)250 Gr.
İnce bulgur2 SB
Kuru soğan1 OB
Salça1 YK
Sıvı yağ3 YK
Sumak suyu⅓ SB
Reyhan2 YK
Kırmızı toz biber1 TK
TuzYeteri kadar

YAPILIŞI

  1. Kıyma ve bulgur karıstırılır,tuz ve kırmızı biber ilave edilerek iyice yoğrulur. Fındık büyüklüğünde parçalar alınarak yuvarlanır.
  2. İnce doğranmıs soğan yağda hafif pembeles-tirilirken salça ilave edilir.Daha sonra tencere yarı yarıya su ile doldurulur.Su kaynatılır.
  3. Su kaynadığynda tuz ilave edilerek köfteler salınır.
  4. Köftelerin pismesine yakın sumak suyu ve reyhan ilave edilir.Bir iki tasım kaynadıktan sonra atesten alınır.

▲ Cuprins ▲ İçindekiler ▲ Contents ▲

ANADOLU

Binlerce efsaneye yurt olan canlı tarih Anadolu’nun kendi byküsüyle başlayalım söze
Troya, Frigya, Lidya ve de Büyük İskender’den Bizanslılara kadar pek çok krallığın yaşadiığı il topraklara Türkler ilk geldiklerinde Rum tilkesiymiş Anadolu.
Yıllar yıllar önce, Malazgirt’ten sefere çıkan Türkler, Bizans içlerine dek ilerler, elde ettikleri topraklarda birçok beylikler kurar.
Derler ki; bu beyliklerden birinin beyi, ordusunun başında Ankara yakınlarındaki Kızılcahamam yamaçlarına kadar gelir. Ancak dağlar tepeler aşıp uzun yoldan gelen askerleri yorgunluktan ve susuzluktan perişan olmuştur.
Vardıkları yer bozkır bir alandır. Ama askerin ileri gidecek hali kalmamıştır. Orada konaklamaya karar verilir. (çevrede su içebilecek ne bir dere ne de bir kaynak vardır. Yaz sıcağında hepsi kuruyup gitmiştir. Herkes bir yana serilip kalır.
İşte tam bu sırada, sırtında bakraşıyla yaşlı bir kadın çıkagelir. Oluğundan su akmayan kuru pınarın başında durur.
Omuzundaki bakrağtan kuru oluğa buz gibi ayran dökmeye başlar. Askerler oluktan avuç avuç içerler. Ayran bitmek nedir bilmez. Yaşlı kadın her askere “iç oğlum, kabını doldur oğlum” dedikçe. “Askerler: Dolu ana … Ana dolu…” derler.
Derler ki; Türklerce Bizans ya da Rum dikesi diye anılan topraklar, o günden sonra Anadolu diye anılmaya başlanmıştır.

TÜRK DÜNYASINDAN MESAJLAR

TÜRKÇE KONUŞ,
TÜRKÇE YAZ,
TÜRKÇE DÜŞÜN

Anne sütünün önemi çocuk için ne ise, Türkçenin önemide Türk insanı için odur.
Devamlı Anne sütüyle beslenen çocuklar sağlıklı, gürbüz olurlar, akıllı ve bilgili olurlar.
Türk insanı da ancak, Türkçe ile yaşar, Türkçe ile ilerler. Türkçe ile kuvvetlenir.
Türkçesiz Türk insanı madde ve manâ esiri olur.
Türk insanı ancak, Türkçe ile hür ve bağımsız, olabilir. Tarihte bunu onaylamıştır.

TÜRKÇEMİZİ ÖĞRENELİM,
TÜRKÇE OKUYALIM,
TÜRKÇE YAZALIM,
TÜRKÇE KONUŞALIM.

Türkçe benim annemin sütü.
Annemin sütü olmazsa
Ben hastalanırım, tutsak olurum.
Güçsüz, kuvvetsiz, cılız olurum.
Türkçe benim annemin sütü.
Ben annemi isterim.
………….
Ben annemin sütünü isterim,
Ben Türkçemi isterim.
Ben güç, kuvvet, azatlık isterim.
Türkçe benim annemin sütü,
Ben Türkçesiz hür yaşayamam,
Ben Türkçemi isterim.

Faruk BAYRAMOĞLU
Çuvaşistan Türk Dünyası Merkez Müdürü

▲ Cuprins ▲ İçindekiler ▲ Contents ▲

Türkçe öğreniyorum

Ilk ders (Prima lecţie)

- Günaydın!
- Günaydın!

Derse başlıyoruz. Türk alfabesinde yirmi dokuz harf var:

A B C Ç D E F G Ğ H I İ J K L M N O Ö P R S Ş T U Ü V Y Z
a b c ç d e f g ğ h ı i j k l m n o ö p r s t u ü v y z

Sayılar (rakamlar)
sıfır (0), bir (1), iki (2), üç (3), dört (4), beş (5), altı (6), yedi (7), sekiz (8), dokuz (9), on (10)

bir adam = un om
iki defter = două caiete
üç kitap = trei cărţi
dört kalem = patru creioane
beş parmak = cinci degete
altı sayfa = şase pagini
yedi sıra = şapte rânduri
sekiz çocuk = opt copii
dokuz arkadaş = nouă prieteni
on ev = zece case

Kitaplar (cărţile), defterler (caietele), kalemler (creioanele), parmaklar (degetele), sıralar (rândurile), sayfalar(paginile), arkadaşlar (prietenii), çocuklar (copiii), evler (casele).

Kitap okunur = Cartea se citeşte.
Deftere yazıyorum = Scriu pe caiet
Kalem parmaklarla tutulur = Creionul se ţine cu degetele
Arkadaşlar Türkçe konuşuyorum = Prietenii vorbesc turceşte
Bu kalem incedir = Creionul acesta este subţire
Şu pencere açıktır = Fereastra asta este deschisă
O sokak dardır = Strada aceea este îngustă
O pencere kapalıdır = Fereastra aceea este închisă
Bu kalem açıktır = Creionul acesta este deschis
Bu kalem kalındır = Creionul acesta este gros
Şu sokak geniştir = Strada asta este largă

KONUŞTURMALAR (DIALOG)

Her cevap tam bir cümle olacaktır
(Fiecare răspuns va fi o propoziţie).

După ce veţi citi şi veţi răspunde întrebărilor, cu glas tare, vă rugăm să faceţi şi traducerea lor în limba română!

- Kaç eliniz var?
- İki elim var.
- Her elde kaç parmak var?
- …………………………………..
- Her insanın kaç gözü var?
- ………………………………….
- Kaç kaleminiz var?
- Üç kalemim var.
- Defterleriniz kaç tanedir?
- Defterlerim dört tanedir.
- On liranız var mı?
- On liram yoktur. Yedi liram var.
- O kitaplar dört tanemidir?
- Evet, o kitaplar dört tanedir.
- Bu defterler sekiz tane midir?
- Hayır, bu defterler yedi tanedir.

Dilbilgisi

1. Kelime, hece: (cuvânt, silabă)
Türkçede kelimelerin çoğu bir hecedir:
In limba turcă multe cuvinte sunt formate dintr-o singură silabă. İlk ders, üç yol, dört, beş el, yüz, yaz, kış, on ev ……
Iki ve üç heceli kelimelerde vardır: (Sunt şi cuvinte formate din două şi trei silabe, cum ar fi): iki, yedi, dokuz, sekiz, adam, defter, çocuk, Günaydın, kitaplar, kalemler, çocuklar.

Numerele:singular şi plural
tek ve çoğul
Tek:defter,kitap,kalem,çocuk
çoğul:defterler,kitaplar,kalemler,çocuklar

Test de verificare

— Bu, şu, o, ev,… kelimeleri kaçar hecelidir?
— ……………………………………..
— Sokak kelimesi kaç hecelidir?
— ………………………………………
Bir heceli üç kelime yazınız: ………………………….
İki heceli dört kelime yazınız: ……………………………
Üç heceli kelime yazınız: ……………………………….

Sözlük

okumak = a citi
yazmak = a scrie
tutmak = a ţine
konuşmak = a vorbi
şu = ăsta, asta
bu = acesta, aceasta
kaç = câte
kaleminiz var = aveţi creioane
kalemimiz var = avem creioane
göz = ochi
tane = bucăţi
hair = nu

▲ Cuprins ▲ İçindekiler ▲ Contents ▲

română / türkçe: · română ·
türkçe
ediţia / autorul: · ediţia ·
autorul
alegeţi:
revista tipărită:
Noiembrie 2000
legături: