♦ Cuprins ♦ İçindekiler ♦ Contents ♦


Nevruzul – sărbătoarea lumii turce

Cea mai veche sărbătoare etnofolclorică a lumii turce este Nevruzul sau Ziua nouă. Această sărbătoare inaugurează anul solar persan, dar în acelaş timp marchează momentul ieşirii întregii lumi turcice din Ergenekon şi răspândindirea lor în cele patru colţuri ale lumii. Sărbătoare veche de peste 5000 de ani, sărbătoarea echinocţiului de primăvară este un moment al bucuriei, al înnoirii şi al împlinirilor.
Sărbătorită cu mult fast, mai mult în rândul comunităţii tătare din Dobrogea de Nord şi mai puţin în rîndul comunităţii turceşti, Nevruzul începe treptat să se piardă, acum fiind aproape uitat. Am considerat că iniţiativa unor oameni de suflet ai municipiului Constanţa conduşi de domnul Andrian Mihei, preşedintele Asociaţiei Naţionale a Armatorilor din România de a prezenta comunităţile din Constanţa în cadrul unui moment astronomic petrecut cu regularitate în fiecare primăvară, ca simbol al egalităţii între ele, a fost un moment propice ca această sărbătoare să revină din nou în matca ei firescă.
Cu sprijinul material şi organizatoric al Centrului de Cercetare, Dezvoltare, Educaţie şi Cultură, “Dunărea de Jos“ şi logistic al Dl. Andrian Mihei, am reuşit să adun comunitatea turcă şi tătară, oameni de cultură constănţeni şi să prezint într-un frumos program de vizionare urmat de un recital coral, bogăţia tradiţiei acestei sărbători etnofolclorice, care este sărbătorită de toată lumea turcă, indiferent de religia căreia îi aparţine. In prima parte a fost o expunere prezentată de Prof. Conferenţiar din Turcia, dl. Erol Ulgen şi o vizionare pe tema “Nevruzul în lumea turcă“.
In partea a doua a programului şi-a făcut debutul corul de doamne al Uniunii Democrate Turce din România, “Mehtap“ (Clar de Lună“). Recitalul a cuprins piese din muzica corală turcă, veche. Alături de cor au participat colindătorii de la Uniunea Democrată a Tătarilor Turco-Musulmani şi grupul Fidanlar din cadrul UDTR. Spectacolul a fost întâmpinat cu vii aplauze. Ca invitaţi au patricipat Viceconsolul Consulatului General al Turciei la Constanţa, domnul Ficret Taşçı, alţi membrii ai consulatului turc, Consulul General al Consulatului Grec la Constanţa, Dl. Prodromos N. Marcoulokis Consulul onorific al Franţei, Dl. Jean Marie Decaux, Directorul adjunct al Colegiului “Ataturk“ prof. Ali Aksu, precum şi directorul adjunct dela Liceul Kemal Ataturk din Medgidia.
A fost o activitatea elevată, demonstrând astfel că în cadrul comunităţii noastre sunt şi oameni de valoare.

Gulten Abdula – vicepreşedintă UDTR şi director secţia turcă a Centrului de Cercetare, Dezvoltare, Educaţie şi Cultură “Dunărea de Jos“

▲ Cuprins ▲ İçindekiler ▲ Contents ▲

AÇILAN 8 MARTIN GONCALARI

Aslında bugün Allah’ın bize verdiği bir nimet olduğunu düşünüyorum. Genelde hergün hanımlarımız, annelerimiz her yerdedir fakat nedense onların varlığından bilinçli olarak ancak bugün farkındayız. Dünya çapında hanımlarımıza birçok haklar verilmiştir ve bayanlar artık geçenlerde söylediğim gibi, „çevre dışında yaşayan elemanlar“ değiller aksine eski ve belki, sıkıcı ev, aile dünyasından, çıkabilmiş ve kendisini sosyal hayatına en güzel şekilde entegre etmiştir. Tüm cesaretimle yazıyorum ve bu bir gerçektir, dünyayı döndüren elbette, KADINDIR.
8 mart gününde, şehirde işlerle uğraşırken, hanımlarımız ister istemez dikkatleri çekiyorlardı. Sadece onların bildiği gibi açılan goncalara benzeyerek süslenmişlerdi ve yüzlerinde belki diğer günlerden farklı olarak içten bir tebessüm var idi. Bu tebessüm, bir günlüğüne olsada hayatın zorluklarını unutmuş, birer annenin veya genç bayanın sımsıcak tebessümü idi.
8 mart değince, hepimiz aynısını düşünürsünüz: ANNELERİ… Toprak ve gökyüzü arasında Tanrı’nın en sevdiği kulu… O, annelerimize kucak dolusu ilk önce güzellik, ondan sonra, sevgi ve sabır duyguları hiç cimrilik etmeden miras bırakmıştır… Hatta dünyayı yaşatacak kuvvetini, çocuk doğurma yeteneği başka hiçkimseye tattırmamıştır. Hepimiz için geçerli, en yüce insanımızın varlığı hayatımızı alıcalı renklere büyük bir yetenekle, büyük bir fedakarlık ile boyatıverir. Uyurken, (bunu hiç unutmaz) daima kirpiklerimize sevgi serper… İşte annelerimizin değerini anlatacak çok şeyler vardır… ve saymakla bitmez…
İşte değerli okuyucularım (aranızda mutlaka hanımlarımızda vardır), size ne kadar teşekkür etsek de, eminim, azdır… fakat ben tüm Romanya Demokrat Türk Birliğinin adına ve gazetemizin yazarları adına, varlığınız için mutlu olduğumuzu belirterek, 8mart gününüzü kutluyoruz ve başarılarınızın devamını sizden saygıyla bekliyoruz. Dileğimiz, sürekli goncalar gibi açmanızdır. Tekrar görüşünceye dek kendinize çok iyi bakın.

SULİMAN İLMİA

▲ Cuprins ▲ İçindekiler ▲ Contents ▲

ŞTIRI / HABERLER

Japonya’dan ‘Marmaray’a onay çıktı

Japonya, İstanbul’da saatte 70 binKazakistan-İran trenyolu hizmete girdi
Trans-Asya Trenyolu’nun Kazakistan-İran arasındaki kısmının hizmete girdiği bildirildi. Kazakistan’dan yola çıkan ve rotası, Bişkek-Taşkent-Türkmenabad-Meşhed olan ilk trenin, bin 300 kilometrelik yolu üç günden az bir sürede alması bekleniyor. Trans-Asya Trenyolu’nun inşasına ilişkin anlaşma, 31 Ekim 2001 tarihinde, Kazakistan, Kırgızistan, Özbekistan, Tacikistan, Türkmenistan, Türkiye ve İran tarafından Bakü’de imzalanmıştı.
Yolcuya taşıma hizmeti verecek olan ‘Marmaray Sistemi’ projesinin mühendislik hizmetlerine ilişkin çalışmalarının başlatılmasını öngören anlaşmayı onayladı. Japon kredi kuruluşu JBIC’nin vereceği 50 milyon dolarlık finansmanla gerçekleştirilecek mühendislik, müşavirlik ve kontrolörlük hizmetlerinin tamamlanmasının ardından, sistemin yapımı ile ilgili ihale süreci başlayacak. Japon firmalarının, kredi sağladıkları sistemin yapımında da yer almaları bekleniyor. Yaklaşık 70 kilometre uzunluğundaki sistemin 2005 yılı sonunda devreye girmesi öngörülüyor.

Yüzyılın en güzel yıldız yağmuru

Astronomlar, yüzyılın en güzel meteor yağmurlarından birinin, hafta sonunda görülebileceğini açıkladılar.
"Yıldız yağmurunun" özellikle Pazar günü gökyüzünde görsel bir şölene dönüşeceğini belirten bilim adamları, leonidlerin bugünden itibaren gökyüzünde kaymaya başlayacaklarını, yağmurun 1 hafta süreceğini bildirdiler. Almanya’nın Stuttgart kentinde görev yapan astronom Prof. Hans-Ulrich Keller, yoğun yağmurun, Avrupa’da gündüz saatlerine rastlayacağını, yine de Pazar ve Pazartesi sabahının erken saatlerinde, gökyüzünde saatte 200 akan yıldızın görülebileceğini belirtti.
Uzmanlar, "yıldız yağmurunun" özellikle Kuzey ve Orta Amerika’da iyi gözlenebileceğini, bu bölgede saatte 2000 kadar meteorun akacağını belirttiler. Kuzey Asya üzerinde ise, saatte 6000 meteor ile tam bir görsel şölen bekleniyor.

Kazakistan-İran trenyolu hizmete girdi

Trans-Asya Trenyolu’nun Kazakistan-İran arasındaki kısmının hizmete girdiği bildirildi. Kazakistan’dan yola çıkan ve rotası, Bişkek-Taşkent-Türkmenabad-Meşhed olan ilk trenin, bin 300 kilometrelik yolu üç günden az bir sürede alması bekleniyor. Trans-Asya Trenyolu’nun inşasına ilişkin anlaşma, 31 Ekim 2001 tarihinde, Kazakistan, Kırgızistan, Özbekistan, Tacikistan, Türkmenistan, Türkiye ve İran tarafından Bakü’de imzalanmıştı

‘Türkmenler bağımsızlık ilan edebilir’

Irak Türkmen Cephesi Genel Başkanı Sanan Ahmet Aga, Irak’ın toprak bütünlüğünün parçalanmasına karşı olduklarını; ancak parçalanma durumunda bağımsızlıklarını ilan edeceklerini açıkladı. 5 Mart tarihinden beri Türkiye’de temaslarda bulunan Aga, Kuzey Irak’ta güvenli bölgede 8 milyon Türkmen’den ancak yüzde 15’inin yaşayabildiğini, geri kalan yüzde 85’lik bölümün güvensiz bölgede zor şartlar altında bulunduğunu kaydetti. Irak’ın toprak bütünlüğüne zarar verecek hiçbir oluşumu istemediklerini belirten Aga, “Ancak değişen şartlara göre biz de bayrağımızı dikebiliriz” diye konuştu.

Tarımda Türkiye-Özbekistan ortaklığı

Türkiye ve Özbekistan’ın, tarım sektöründe faaliyet gösterecek Şahri-Kaş isimli bir ortak firma kurdukları bildirildi. Kaşkadarya eyaletine bağlı Şehrisebz, Kitap ve Çirçik bölgelerinde günlük 150 ton hububat üretecek olan firmanın, 2.5 milyon dolarlık maliyetle kurulduğu bildirildi. İleri teknoloji ile donatılmış atölyelere sahip olan firmanın dünya standartlarında ürün vermeyi ve kısa zamanda makarna ve maden suyu üretimine de geçmeyi hedeflediği belirtildi.

Azerbaycan doğalgazı, Erzurum’a akacak

Azerbaycan doğalgazını Erzurum’a getirecek boru hattının Gürcistan’dan geçen bölümü için anlaşma imzalandı. Tiflis’teki imza töreninde konuşan Gürcistan Devlet Başkanı Eduard Şevardnadze, anlaşmanın bölge ülkeleri arasında işbirliğini artıracağını söyledi. Azerbaycan’ın Şahdeniz bölgesinden çıkarılacak doğalgazı Bakü ve Tiflis üzerinden Erzurum’a taşıyacak olan bin kilometrelik boru hattı, 1 milyar dolara mal olacak. Proje hayata geçtiğinde, boru hattından yılda 7 milyar metreküpten fazla doğalgaz nakledilecek.

Türkiye’den Kazakistan’a askeri yardım

Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hüseyin Kıvrıkoğlu Türkiye’nin Kazakistan’a 1 milyon 100 bin dolarlık askeri malzeme hibe edeceğini açıkladı. Orta Asya gezisinin üçüncü durağı olan Kazakistan’da, Cumhurbaşkanı Nursultan Nazarbayev ile yaptığı görüşmenin ardından basın mensuplarına açıklamalarda bulunan Org. Kıvrıkoğlu, iki ülke askeri heyetleri arasında askeri hibe anlaşması imzalandığını bildirdi. 1998’den bu yana Kazakistan’a yapılan askeri yardımların 2.93 milyon dolara ulaştığını belirten Kıvrıkoğlu, bu ülkeden 56 öğrencinin de Türkiye’deki harp okullarında öğrenim gördüğünü kaydetti.

Buhara’ya ‘Barış Şehirleri Ödülü’

Dünyadaki en eski şehirlerden biri olan Buhara, UNESCO Barış Şehirleri Ödülü’ne layık görüldü. 76 aday şehir arasından, “İpek Yolu’nun İncisi” sloganıyla sıyrılıp ilk sıraya yerleşen Buhara, Barış Şehirleri Ödülü’nü alan beş şehirden biri oldu. Ödül, UNESCO tarafından, şehir planlama, şehir hayatı içinde çevrenin korunması, kültürel alt yapı ve eğitim sisteminin gelişimine yardımcı olmak amacıyla veriliyor.

▲ Cuprins ▲ İçindekiler ▲ Contents ▲

Macarlar Türk filmlerini sevdi

Macaristan’ın başkenti Budapeşte’de Kültür Bakanlığı’nın da desteğiyle TÜRSAK (Türkiye Sinema ve Audiovisuel Kültür Vakfı) tarafından düzenlenen program boyunca gösterime giren 7 filme Macar sinemaseverler yoğun ilgi gösterdi.
6 günde 3 bin kişinin izlediği filmler arasında Vizontele’nin en çok ilgi gören yapım oldu. Hafta dolayısıyla düzenlenen panele katılan Türk yönetmen, yapımcı ve sinema yazarları, Macar sinemaseverlere Türk sineması hakkında bilgi verdiler. İlgiden memnun kaldıklarını belirten TÜRSAK Vakfı Genel Müdür Yardımcısı Sevinç Baloğlu, Budapeşte’de önümüzdeki eylül ayında da bir film haftası düzenleyeceklerini kaydetti.

Budapeşte, 15.03.2002

Manas destanı Macarcaya çevrilecek

Macaristan’ın, Manas Destanı’nı Macarcaya çevirmek için, Kırgız Cumhuriyeti’nin yardımını resmen talep ettiği bildirildi. Cumhurbaşkanı Askar Akayev’e, bu konudaki resmi belgeyi takdim eden Macaristan’ın Olağanüstü Elçisi Miklosh Yatzkovich, “iki ülke halklarının tarihi köklerinin, dil ve kültürlerinin birbirine çok yakın olduğunu” söyledi. Cumhurbaşkanı Akayev de, Manas Destanı’nın Macarcaya çevrilmesinden büyük mutluluk duyacaklarını belirterek, gerekli yardımı sağlaya-caklarını ifade etti.

▲ Cuprins ▲ İçindekiler ▲ Contents ▲

Ştiri şi comunicate de presă

Rezoluţia privind aplicarea de către România a Convenţiei-cadru pentru protecţia minorităţilor naţionale

15.03.2002

La 13 martie 2002, Comitetul Miniştrilor, organul politic de decizie al Consiliului Europei, a adoptat prima rezoluţie privind aplicarea de către România a Convenţiei-cadru pentru protecţia minorităţilor naţionale.
Rezoluţia conţine o serie de concluzii şi recomandări pe care România este invitată să le pună în practică şi să informeze Comitetul Miniştrilor asupra măsurilor luate în acest sens.
In rezoluţie, Comitetul Miniştrilor apreciază eforturile pe care România le-a depus în favoarea minorităţilor naţionale, a prezervării culturilor acestora si constată îmbunătăţirile înregistrate în cursul ultimilor ani în relaţiile inter-comunitare şi crearea unui climat de mai mare toleranţă faţă de minorităţi.
Un cadru instituţional şi garanţii juridice importante au fost adoptate, iar altele sunt în curs, dar sunt încă necesare eforturi pentru completarea acestui cadru şi pentru aplicarea deplină în practică.
Eforturi suplimentare sunt necesare în ceea ce priveşte presa, angajarea în sectorul public şi educaţia, domenii în care o atenţie particulară va trebui acordată minorităţilor reduse numeric.
Cu toate ca autorităţile române manifestă hotărâre pentru accelerarea integrării sociale a romilor, există, încă, unele dificultăţi în mai multe segmente social-economice.
Rezoluţia prezintă o importanţă particulară pentru ţara noastră întrucât este primul document al Consiliului Europei care reflectă eforturile întreprinse de România pentru respectarea angajamentelor asumate prin ratificarea Convenţiei-cadru pentru protecţia minorităţilor naţionale.
România acordă o atenţie deosebită concluziilor şi recomandărilor formulate în textul Rezoluţiei. Ministerul Afacerilor Externe, în colaborare cu Departamentul pentru Relaţii Interetnice/Ministerul Informaţiilor Publice si cu sprijinul Consiliului Europei, intenţionează organizarea unei mese rotunde pentru consultarea societăţii civile cu privire la modalităţile cele mai adecvate de a pune în practică recomandările Consiliului Europei.

▲ Cuprins ▲ İçindekiler ▲ Contents ▲

-OAMENI, FAPTE, EVENIMENTE-

SEMINARUL MUSULMAN DIN MEDGIDIA (1901-1931)

Fragment de istorie decupată din spiritualitatea comunităţii turce şi tătare din România, SEMINARUL MUSULMAN DIN MEDGIDIA, nucleu de iradiere a luminii şi înţelepciunii laice şi islamice, a traversat în perioada ei modernă şi contemporană, suişurile şi coborâşurile comunităţii în acest colţ de ţară unde s-a conturat şi s-a cimentat un model interetnic multiconfesional şi multicultural, o pace socială, un mod de viaţă bazat preponderent pe respect, toleranţă şi bună înţelegere.
Cu o vechime de aproape patru secole, înfiinţat în 1610 la Babadag, Seminarul musulman – mutat la Medgidia în anul 1901 – cunoaşte o reformă structurală în consens cu politica şcolară a statului român, în contextul modernizării şi eficientizării învăţământului.
Legea din 9 martie 1880, sinonimă cu Constituţia Dobrogei, a recunoscut cetăţenia română tuturor celor fuseseră la 11 aprilie 1877, cetăţeni otomani, şi ca atare, a statuat pentru aceştia: egalitatea în faţa legii, primirea de funcţii publice fîrî deosebire de origine şi de religie, efectuarea serviciului militar, dreptul la judecători legali, dreptul la practicarea cultelor ce nu ating ordine publică, dreptul la dobândirea proprietăţii, dreptul la învăţământ liber şi gratuit, dreptul la petiţionare în nume propriu.
Seminarul musulman, instituţie de stat, lăcaş de învăţământ şi cultură, a accentuat fenomenul de bilingvism şi de cimentare a bunei convieţuiri dintre români şi membri etniei turcă şi tătară, cetăţeni loiali ai statului român. Constituţia României din 1923, era mult mai permisivă în ce priveşte libertatea cultului musulman şi libera folosire a limbii materne pentru minorităţi în relaţiile cu autorităţile, în justiţie, în relaţiile particulare, în presă, asociat cu dreptul comunităţii de a-şi avea propriile instituţii, lăcaşuri, fundaţii de învăţământ, cultură, caritate socială.
Medgidia era la sfârşit de secol al XIX-lea şi început de secol XX, un important centru economic, administrativ şi cultural al Dobrogei. Căpitanul de fregată Eugen Cadieu, în impresiile sale de călătorie, spunea despre Medgidia şi Babadagul anilor 1864 că erau ţinuturile cele mai populate ale Dobrogei după acelea ale Balcicului şi Bazargicului şi „produn grâu în mare abundenţă“.
Medgidia avea în 1894, 2449 locuitori, iar în 1903, 2858 de suflete, şi o puternică comunitate turcă şi tătară. Primarul Medgidiei era în decembrie 1878, un anume domn Zecheria. Aici s-au construit geamii în 1865, 1869, 1870, două în 1872 şi alta în 1876, deci şase geamii unde serviciul divin era asigurat de şase hogi.
Erau acestea câteva motive ale mutării vechiului seminar musulman la Medgidia, Seminar care a asigurat necesarul de învăţători şi hogi (imami) şi a permis o viaţă spirituală bogată ce a avut ca finalitate păstrarea identităţii de limbă, de cultură şi de religie a comunităţii turce şi tătare. De altfel, la Medgidia, în 1914 va apare ziarul săptămânal „İşık“ (Lumina), al cărui ctitor şi redactor şef a fost poetul lu publicistul Mehmet Niyazi, directorul ziarului fiind Cevdet Kemal. Ziarul a fost tipărit în limba turcă, cu caractere arabe şi imprimat în tipografia numită tot „İşık“ (Lumina), tipografie cu caractere arabe. Tot aici s-a tipărit primul manual autohton în limba turcă pentru şcolile primare, un ghid de conversaţie turco-român şi o carte de igienă semnată de dr. Ibrahim Themo, importantă personalitate a Dobrogei.
Tot la tipografia „İşık“ va apare în 1915, 1 aprilie (Nisan) revista ştiinţifică, socială şi literară „Mektep ve Aile“ (Şcoala şi familia). Revista, proprietar şi editor Mehmet Niyazi, cu apariţie bilunară în limba turcă, cu caractere arabe, a avut 18 numere şi colaboratori prestigioşi ai intelectualităţii turce şi tătare.
Seminarul musulman, instituţie de învăţământ gimnazial şi superior religios a fost organizat iniţial, după modelul medreselor din Imperiul Otoman (Konya, Kayseri, Iznik, Edirne, Istanbul), medrese de două categorii: haric (exterioare) şi dahil (interioare). Primele asigurauinstruirea pregătitoare în „Fundamentele sau Bazele Cunoaşterii“, respectiv în limba arabă, limba turcă, ştiinţele intelectuale şi aplicaţiile practice, de pildă, grădinăritul, cultivarea pământului, creşterea oilor şi a vitelor, deprinderi de igienă personală. Celelalte medrese dahil (interioare) asigurau asimilarea învăţăturilor şi principiilor Coranului, viaţa, pildele şi spusele Profetului, dreptul şi jurisprudenţa islamică< etica practică (ihtisâb), adică în esenţă teologia, etica şi filosofia islamică.
Directorul Seminarului musulman din Medgidia, Dl. Alexandru Alecu, spunea că într-o convorbire, redată în „Dobrogea jună“ (anul X, nr.9, 16 martie 1914, p.1 şi nr. 10, 23 martie 1914, p.2), că Seminarul, în virtutea articolului 21 din Legea de organizare a dobrogei, s-a mutat, din dispoziţia Ministrului Instrucţiunii Publice Spiru Haret, într-un local, pus la dispoziţie de comunitatea musulmană din Medgidia, în mod gratuit. Primul Regulament (cel din 1892) era compus numai din patru articole care precizau:

  1. Se primesc în Seminar fii de cetăţeni români;
  2. În orele de dimineaţă vor urma cursuri de limbă arabă şi interpretarea Coranului predate de profesori clerici musulmani;
  3. În orele de după prânz vor fi admişi la şcoala publică primară din localitate;
  4. Absolvenţii vor avea dreptul de a fi numiţi în clerul musulman.

În anul 1894 s-a înfiinţat catedra de limba română, la care a fost numit chiar Dl. Alexandru Alecu, căci cunoştea limba turcă vorbită. Tot Dl. Alecu primeşte direcţia administrativă a Seminarului. În 1904, Spiru Haret solicită reorganizarea Seminarului – în limita bugetului – şi studiul legislaţiei musulmane (Şeriatul). Directorul, Dl. Alexandru Alecu, face noul Regulament şi programa Seminarului. Studiile de cultură generală se predau în limba română de profesori români care cunosc limba turcă, iar studiile de cultură religioasă de profesori musulmani clerici.
Între anii 1911–1914 s-a refăcut programa studiilor ce se predau în limba română şi a fost echivalată cu programa şcolilor medii, la care s-au adăugat cerinţele profesionale ale seminariştilor. În ce priveşte programa studiilor religioase, aceasta a fost refăcută cu sprijinul Muftiului de Constanţa, Hafuz Rifat, şi al Kadiului tribunalului mahomedan, Ibraim Efendi.
În 1913 s-a propus şi s-a aprobat, ca modificare a programei de studii să se facă nu arbitrar de Directorul Seminarului – chiar dacă el primea sugestiile altor profesori – ci de către Minister.
Treptat, cerinţele au impus ca orele de predare în limba arabă să scadă în favoarea predării în limba turcă a Coranului şi a celorlalte materii religioase. Limba franceză a fost şi ea introdusă în programa de studii.
Directorul Seminarului, Dl. Alexandru Alecu, aprecia că absolvenţii Seminarului „sub raport educativ“ şi „intelectual“ erau mai bine pregătiţi decât softalele aduse de la Constantinopol căci, „la Constantinopol nu sunt seminarii de stat, instituţii proprii, ci instrucţia clericală se preda la cursuri libere ce funcţionează pe lângă geamii“ (Lascu, Stoica, Mărturii de epocă privind Istoria Dobrogei, Vol.II, p.635, Muzeul de Istorie Naţională şi Arheologie, Constanţa, 1999). Abia în 1909 s-a înfiinţat – zice dl. Alecu – primul Seminar în Constantinopol pentru organizarea căruia „s-a cerut programa Seminarului Musulman Român“(Lascu, Stoica, Mărturii de epocă privind Istoria Dobrogei, Vol.II, p.635, Muzeul de Istorie Naţională şi Arheologie, Constanţa, 1999)
Despre calitatea pregătirii absolvenţilor, prof. univ. Ali Kemal Efendi, Diorectorul ziarului „Ikdam“ din Constantinopol avea cuvinte elogioase, în opinia sa publicată în nr. din 6 iunie 1913 şi preluate de „Dobrogea Jună“, din 23 septembrie 1914. Despre tinerii Seminarului – pe care i-a văzut la Constanţa şi Bucureşti – prof. univ. Ali Kemal Efendi a spus că „dispun de o cultură aleasă, o judecată lagă, într-un cuvânt sunt înzestraţi cu toate binefacerile învăţământului modern“ (Lascu, Stoica, Mărturii de epocă privind Istoria Dobrogei, Vol.II, p.637, Muzeul de Istorie Naţională şi Arheologie, Constanţa, 1999). Şi adaugă că ei „sunt deplin instruiţi şi complect pregătiţi pentru nevoile vieţii.“
În timp se dezvoltă baza umană şi materială a Seminarului. Şi dacă, pentru unii tineri, este adevărat că în număr foarte mic, înscrierea la Seminar era iniţial doar un mijloc de a obţine dispensa de armată, ulterior prestigiul Seminarului creşte enorm, emulaţia pentru înscriere şi competiţia valorică între elevi stimulează pozitiv calitatea absolvenţilor şi rapida lor integrare în societate.
În 1906, Seminarul capătă primii bursieri, iar în 1907 apare internatul. În 1914 Seminarul avea 70 de elevi, interni, cu cazare şi masa asigurată. Exista un director spiritual musulman, doi pedagogi, unul turc şi unul român, un bucătar şi trei servitori. Absolviseră – în 1914 – 25 de tineri cu diplomă de capacitate ce funcţionau în şcolile publice din Dobrogea ca hogi şi ca membri ai corpului didactic.
În 2 ianuarie 1912 a luat fiinţă Asociaţia Absolvenţilor Seminarului Musulman din Dobrogea care avea ca obiective declarate:

  1. lupta împotriva fanatismului şi analfabetismului populaţiei musulmane,
  2. ridicarea nivelului moral, infiltrarea şi cimentarea sentimentului patriotic al populaţiei musulmane din Dobrogea,
  3. dreptul de a fi numiţi ca muftiu, cadiu şi absolvenţii Seminarului Musulman din Medgidia – care demnităţi până atuncea se rezerva numai teologilor din Turcia,
  4. salarizarea echivalentă a preoţilor absolvenţi din seminar cu a celor româneşti (Anuarul Seminarului Musulman din Medgidia, pe anul şcolar 1930-1931. Institutul de Arte Grafice al Ziarului „Dobrogea jună“, p.12, Constanţa 12)

Înfiinţată cu 28 de membri, Asociaţia se va reorganiza în 1922 şi în 1929 (22 mai 1929, când participă mai mult de 2/3 din totalul celor 85 de absolvenţi) când apar şi noi obiective social – culturale: înfiinţarea unei bănci, a unei tipografii, ajutoare materiale pentru membrii săi, organizarea de serate, serbări populare pentru promovarea culturii române şi turce, reprezentarea în faţa autorităţilor, şi altele.
Regulamentul de orgenizare al Seminarului, întocmit de Directorul Alexandru Alecu, la însărcinarea dată de Spiru Haret, Ministrul Instrucţiunii Publice, avea 36 de articole în care erau prevăzute condiţiile de admitere în Seminar, vacanţele, examenele de absolvire, plasarea absolvenţilor în clerul şi învăţământul confesional, administrarea şcolii, programa studiilor ce se predau în cele opt clase, etc. Regulamentul avea în vedere armonizarea intereselor minorităţii turcă şi tătară, pregătirea de cadre competente, cu interesele superioare de stat ale ţării, formarea de buni cetăţeni.
În Raportul General nr.256, datat 1 iulie 1927, Alexandru Alecu a făcut propunerea de modificare a Regulamentului privitor la vacanţe, ceea ce s-a şi aprobat prin Decretul Regal nr.699/1928.
Cele două vacanţe, prea lungi, una de Ramazan – Bazram, ce dura 40 de zile, şi una de Kurban – Bayram ce dura 10 zile, la care se adaugă Vacanţa Mare, de sfârşit de an şcolar, nu dădeau posibilitatea parcurgerii programei şcolare. Din raţiuni financiare, de acoperire a cheltuielilor Seminarului şi de întreşinere a elevilor săraci atunci când nu exista regimul de internat, s-a făcut apel la punga credincioşilor musulmani. În aceste lungi vacanţe, imaginea profesorilor Seminarului, în ochii populaţiei era de pensionari în activitate, deci una nefavorabilă. Astfel că, cele două vacanţe au fost suspendate au fost suspendate şi s-a menşinut pentru fiecare sărbătoare religioasă întreruperea activităţii şcolare pe câte cinci zile. Regulamentul avea clauza ca admiterea, prin examen, în seminar, să fie facilitată doar absolvenţilor celor patru clase primare, căci altminteri ei nu aveau mintea coaptă pentru a asimila în cursul secundar noţiuni superioare puterii lor de înţelegere.
O altă modificare a Regulamentului (articolul 14) cerută de Raportul 276/27 martie 1929 şi aprobată prin Decretul Regal nr.1711 din 1 iunie 1929 a fost reducerea numărului de profesori membrii ai comisiei de absolvire a Seminarului. Din motive de operativitate, pentru a nu se îngreuna lucrările comisiei, a nu se pierde timp cu examinarea şi, mai ales, pentru a nu stresa absolvenţii (uneori chiar 2-5 absolvenţi), s-a luat decizia ca numărul de 17 membrii examinatori să fie redus la 8, din care: doi delegaţi ai Ministerului (din care unul pentru studiile musulmane), Directorul Seminarului, doi profesori musulmani (unul pentru studii religioase şi unul pentru partea literară), doi profesori români (unul pentru partea literară şi unul pentru partea ştiinţifică) şi un maestru de muzică vocală. Locul Muftiului în Comisie, persoană foarte ocupată cu probleme specifice, a fost luat de un profesor din Seminar.
Din cele 14 anuare ale Seminarului apărute până în 1933 (primul număr a apărut în 1904), ne-am oprit la cel de pe anul şcolar 1930-1931, care menţiona că în perioada 1891-1931 au fost înscrişi circa 700 de elevi din care au absolvit cursul complet (I-VIII) 141 de elevi. Probabil cifrele au unele lacune, sunt incomplete, sau ridică unele semne de întrebare.
Se menţionează că, mai precis deducem citind lista absolvenţilor, că în promoţiile 1896, 1898, 1899, 1900, 1901, 1902, 1903, 1907, 1909, 1914, 1917, 1918, 1919, nu avem nici un absolvent. Avem câte un absolvent în promoţiile 1895, 1897, 1904; câte doi absolvenţi avem în promoţiile 1905, 1924; câte trei în promoţiile 1906, 1913, 1920, 1922; câte patru absolvenţi în promoţiile 1910, 1921. În promoţiile 1912 şi 1923 avem câte cinci absolvenţi. În promoţiile 1911 şi 1915 avem câte şase absolvenţi. Câte şapte absolvenţi avem în promoţiile 1925 şi 1926. În promoţiile 1916 şi 1929 avem câte zece absolvenţi. În promoţia 1927 avem 11 absolvenţi. În promoţia 1930 avem 15 absolvenţi. În fine, promoţiile 1928 şi 1929 au câte 16 absolvenţi, deci sunt cele mai prolifice din acest punct de vedere.
Câţiva absolvenţi au identitate, dar anuarul nu le precizează promoţia. Este vorba de Sadula H. Geafar, Şucri H. Geafar, Seit Murat Ali. Nici promoţiile unor demnitari – precum Izet Baubec, Preşedinte al Tribunalului Mahomedan Constanţa, Izet T. Caia, Preşedinte al Tribunalului Mahomedan Caliacra, Osman Bectaş, Preşedinte al Tribunalului Mahomedan Durostar, Cadâr Bectemir, Muftiu de Caliacra – nu sunt precizate. Lista absolvenţilor este completată cu Isleam Ali, Confesor militar (promoţia 1905), Sabri Remzi, profesor al seminarului (promoţia 1906), Nuri Abdul-Gani (promoţia 1911, la care s-a făcut menţiunea că este în Turcia) şi Abdulachim Ismail (promoţia 1911). Aceste patru nume nu erau, iniţial, trecuţi la promoţiile lor.
Dintre absolvenţii Seminarului, depănăm 1930, care au ocupat înalta funcţie de Muftiu al Cultului Musulman din România, amintesc aici pe: Etem Curt Mola (promoţia 1906), Muftiu de Tulcea şi Muftiu General, Seit Veli Reşid (promoţia 1910), Muftiu de Constanţa, Sadâc Hagţ Bolat Septar (promoţia 1911), Muftiu de Constanţa, Halil Cadâr (promoţia1915), Muftiu de Constanţa, dar şi Muftiu al judeţului Durostor-Silistra, Resul Nuri (promoţia 1916) şi Şaip H. Abduraman (promoţia1916), ambii Muftii de Constanţa dar în perioade diferite, Mustafa Curt Amet (promoţia 1922), Muftiu de Constanţa, Iacub Hagi Mehmet (promoţia 1925), Muftiu de Constanţa, Husein Mujdaba (promoţia1928), Muftiu de Tulcea, Sadâc Ibram (promoţia 1929), Muftiu de Constanţa, (Nuredin Ibram, Comunitatea musulmană din Dobrogea, Repere de viaţă spirituală, pp.122-128, Ed. Ex Ponto, Constanţa 1998)
Datele Anuarului şcolar din 1930-1931 arată că personalul didactic al Seminarului în anul şcolar 1929-1930 era alcătuit din 17 profesori, din care 6 profesori definitivi, 1 provizoriu, 8 suplinitori. Lor li se adăugau doi institutori pentru şcoala de aplicaţie. Dintre profesori, cei musulmani sunt în număr de 9, din care 4 profesori definitivi, 1 provizoriu, 3 suplinitori şi 1 institutor. Personalul administrativ era format din Directorul Andrei Avram, Subdirectorul spiritual Sadâc H. Baca, secretarul Emin Omer şi pedagogii Husein Suleiman şi Zahid Memet. Lor li se adaugă un econom al Internatului şi personalul de servici compus din bucătar şi şapte „servitori“, de fapt personal de îngrijire şi întreţinere.
Din comisia de examinare a absolvenţilor Seminarului, sesiunea Iunie 1930 au făcut parte Andrei Avram, Director, în calitate de Preşedinte şi 5 membrii: profesorul de matematică C. Arsenescu, profesorul de arabă Halil F. Hagi Abdurahim, profesorul de istorie V.N. Vasilescu, profesorul de legislaţie musulmană Sadâc H. Baca şi profesorul de muzică vocală şi de gimnastică Mircea Dragomirescu.
Seminarul avea la finele anului şcolar 1929-1930, 137 elevi, înscrişi, cu menţiunile de promovaţi (113), corigenţi (19), repetenţi (1), retraşi (3), eliminaţi (1). La examenul de capacitate din Iunie 1930 s-au prezentat 15 absolvenţi, au promovat 14 şi 1 a fost respins.
Directorul Andrei Avram a făcut propunerea ca pentru anul şcolar 1930-1931, una din cele două catedre de Coran să se transforme în a doua catedră de limbă turcă, căci – se argumenta- cele 15 ore de limba turcă sunt insuficienta la 8 clase, în timp ce Coranul se face aproape la fiecare lecţie, de către profesorul de Coran dar şi de profesorii de Legislaţie, de Istoria religiei şi de Limba arabă. Creşterea anuală a numărului elevilor a făcut necesară extinderea spaţiilor de învăţământ, de cazare şi construirea unor utilităţi. După 1916 până în 1931 s-au construit şi utilat: 2 săli de meditaţie, 1 sală sufragerie, 1 bucătărie, 1 salon dormitor cu marchiză la intrare, 1 şotron cu capacitatea de 10 vagoane lemne, 1 „bordei“ pemtru zarzavat şi alte anexe. În acest scop s-a înregistrat la 17 mai 1916 la Judecătoria de ocol Medgidia şi la 20 mai 1916 la Tribunalul Judeţean Constanţa un act între Alexandru Alecu, Directorul Seminarului, şi Luigi Zanolini, prin care aceste utilităţi urmau a fi construite din piatră pe Strada Lină din Medgidia.
Localul Seminarului compus din 6 pavilioane unde erau instalate toate dependinţele: economat, infirmerie, dormitoare, bucătărie, sufragerie, grajd, magazin de lemne, etc. era unul dintre cele mai moderne pentru acele timpuri. Ca îmbunătăţiri ale condiţiilor de viaţă ale elevilor internişti se pot enumera, succint: instalarea de băi cu duşuri calde şi reci, burlane şi jgheaburi la întregul local, vopsitul în ulei a soclului claselor până la 1,5 m înălţime, iluminatul cu benzină cu lămpi „Petromax“, paturi de fier, uniforme cu somieră, cuverturi, instalaţii de radio, etc.
Anuarul şcolar din 1930-1931, la care facem referire, menţiona nevoia imperioasă a încă unui dormitor pe lângă cele patru existente, dar şi dotarea internatului cu veselă nouă, saltele pentru paturi, pături şi rufărie de pat. Se menţiona că starea sanitară a elevilor este satisfăcătoare, că epidemii n-au fost, că orele de curs s-au ţinut la timp. În administrarea şi în bunul mers al Seminarului pe linia gestionării bunurilor, al procurării utilităţilor un rol important îl avea Comitetul Şcolar, format din 9 membrii, Comitet condus de Dr. Ibrahim Themo, preşedinte. Directorul Andrei Avram avea funcţia de secretar-casier şi era singurul creştin, ceilalţi membrii erau cu toţii membrii musulmani.
Seminarul musulman, prestigioasă instituţie de învăţământ şi cultură a avut un rol deosebit în promovarea unei mentalităţi moderne în comunitatea musulmană, turcă, tătară, din acest mirific ţinut care este Dobrogea. Eforturile colectivului didactic al Seminarului au fost apreciate de autorităţi. Chiar Majestatea Sa, Regele Carol I, când a vizitat, în 1913, acest lăcaş de cultură şi învăţământ, a decorat colectivul didactic cu Ordinul „Răsplata muncii“.

PROF. UNIV. DR. IBRAM NUREDIN

▲ Cuprins ▲ İçindekiler ▲ Contents ▲

Türk ülkelerinde yenigün bayrami

Yeni gün (“Nevruz” M.Ö. 800) `den günümuze kadar soğuk kış sona erip tabiatın uyandığı, çiceklerin açtığı, ağacların (yeşerdiği) ve insanların gönlünde güzel duyguların canlandığı coşku ile canlanan köklamın (baharın) ilk günüdür.
Türk töresinin hakim olduğu her yerde, doğudan batıya, güneyden küzeye, bütün Türk acununun (dünyasının) tarafından büyük bir coşkuyla kutlanıyor.
Türk acununun Büyük bilgini Kaşgarli Mahmut “Divanü Lügat`-it-Türk” eserine oniki hayvanlı Türk Takviminde yılbaşı 21 Mart günü olarak şöyle yazıyor:
Türkler oniki çeşit hayvanın adını alarak oniki yıla ad olarak vermişler; çocukların yaşlarını, savaş tarihlerini ve daha başka nerseleri (şeyleri) hep bu yılların dönmesi ile hesap ederler. Bunun kökü şöyle olmuştur:
Türk hakanlarından birisi kendisinden bir kaç yıl önce gecmiş olan bir savaşın yılını öğrenmek istemiş, o savaşın yapıldığı yılda yanılmışlar; onun üzerine bu iş için hakan ulusuyla geniş kenges (mesvere) yapar ve kurultayda “biz bu tarihte nasıl yanıldıksa bizden sonra gelecek olanlar da yanılacaklardır; öyle ise, biz şimdi göğün oniki burcu ve oniki ay sayışınca her yıla birer ad koyalım; savaşlarımızı bu yılların geçmesiyle anlıyalım; bu, aramızda unutulmaz bir andac olarak kalsın” dedi. Ulus, hakanın bu önergesini onayladı.
Bugün Anadolu Türklerinin arasında “ Ergenekon bayrami” olarak tanınıyor. Bu bayram üzerine büyük türkçü Ziya Gökalp “Türk Töresi “ kitabına böyle yazıyor.
Seceri Türki‘ye göre Oğuzlar ve Moğollar Ergenekon‘dan çıkılan günü bellediler. Her yıl o günde bayram yaparlar. Bir parça demiri ateşe söküp kızartırler. Önce Han demiri çekiçle vurur. Bu ayın Ilhanlık dinin en büyük ibadetidir.(sahife 112).
Yeni gün (“nevruz” Farsca söz olarak tam manası ile yeni gün demektir) Türk topluluklarında (Azer, Başkırt, Çuvaş, Kazak, Kırgız, Karakalpak, Karaçay, Kumuk, Macar, Özbek, Sala, Tatar, Türkmen, Teleot, Uygur ve Yakut) ceçitli adlarla kutlanır.
Ergenekon, Yeni Gün, Ulusun Ulu Günü, Nevruz gibi adlarla kutlanan bu bayram ile ilgili gelenekler bugün tam anlamıyla bütün Türk Ülkelerinde yaşamaktadır.
Turan ülkelerinde yenigün bayrami, dini olmaktan daha cok milli bir bayram niteliğindedir. Bu ülkelerde köklam bayramı ile ilgili çeşitli törenler yapılmaktadır. Bu geleneklerden ve törenlerden kısaca örnekler vermeye calisacam. Yeni gün baslamasiyla, insalar yeni yilin adina sevinc duygusunu deyim eden sucu, kötülügü, hastaligi, zarar ve kötü huyu tanımadan çeçitli çiirler, çarkılar, türküler yazıp hazırlanıyorlar.
Turan ülkelerinin arasında yeni günde insanlar güzel bayramlık giyimlerini giyerek, kutsal ibadet yerlerine, yeşil dağlarin üstüne çıkarlar, alış veriş yerlerine toplanırlar. Büyük meydanda ilginç milli oyunlar oynanır. Güreşci gençler güreş tutup kendilerini (sınarlar). Bu günde genç kızlar ve oğlanlar sevinçten bulutların üstünde uçarlar. Yüksekte ip üzerinde büyük beceri gösteren cambazlar korkusuzluklarıyla bütün seyircilerin dikkatlerini üzerlerinde toplarlar. Bu gün çiftçiler, bagcilar, hayvancilik yapanlar ve tüm ulus, tepelere, dag eteklerine, kisacası tabiatın bağrına koşarlar.
Yeni gün de hanımlar, anneler kız ve gelinleri ile türlü meyve ve sebzeli yemekler hazırlayıp sofraları bezerler. Genç gelinin evine, yakınları, dost ve tanışları gelirler gelinin hazırladiığı sofrada kuş eti ile hazırlanmış yemekler, sebzeli, cuvare, çelpek, çözme, yalpız, samsa ile donatılır. Kazan dolusu yemekler pişirilir. Bu adete”kazan doldu” denir ve rizkimiz dolu olsun dileğine bağlanır. Gençkızlar ve genç gelinler bu hazırlıklarden sonra güzel giyimlerle ilk defa kutsal ibadet yerlerine sonra da bozkır ve nehir yakınlerinde, tepelere ve dağ eteklerine oturup türküler ve yeni gün şarkılar söylerek birbirlerine iyilik ve mutluluklar dileyip yeni günü kutlarlar.
Bayanlar evlerini baştan başa temizlerler.
Yeni günün gecesinde köyde genç delikanlılar ve kızlar toplanıp evleri dolaşırlar ve grüp, ozay, certmen adlı eski şarkılar söylerler. Yenigünde kızlar ve delikanlılar büyük ateşler yakıp üzerinden atlarlar.
Bundan dolayı yeni günde gençler kendilerine yaşam arkadaşlarını seçebilirler.

Kızmayın siz bizlere
Biz diyoruz sizlere
Geldik kız gözetlemeye

Bu gün de nişanlı olan gençler kendi yaşam arkadaşlarına yengilik hediyeler gönderiyorlar. Okul çocukları anne ve babasına bugün çiçeklerle bezenmiş tahtalara güzel yazılarla yazılmış yeni gün şarkıları ellerinde tutarak şiir tarzında okurlar. Çocuklar bugün anne, baba veya büyükanne ve büyükbabalarından yeni gün hediyeleri alacaklar. Şehir ve köylerde çeşitli gösteriler yapılır. Köylerde birinci gün çocukların arasında yumurta oyunlar ile, silah talimleri cambazlık, cadğıcılık gibi her kim kendi özelliklerini gösterir. Gençler yeşil dallara bayram için kurulan özel cadırlara geçerek ev sahipleriyle bayramlaşır. Ev sahipleri gencler icin suda pisirilmis ve cesitli renklere boyanmış yumurtaları verir. Yumurtaları alan gençler köy yakınında olan bir tepeye çıkarak ellerindeki yumurtaları tepeden aşağıya doğru yuvarlarlar, bu sırada oyunlar oynanır, bikeler evde yapılan çeşitli yemekleri oradaki insanlara dağıtarak hep birlikte yemek yemeleri sağlanır. Şehir ve köyde mahalle büyükleri sabah erkenden kurulan bayram sofrasına oturup dua okuduktan sonra ceşitli yemekler “yeni gün aşı” tadılır. Yaşlı anneler sümelek basında şakalaşıp konuşurlar. Gençler ceşitli milli oyunların yanına çillek adlı spor oyunları yaparlar. Biz Romanya Demokrat Türk Birliği olarak bütün Türk ulusunun yeni gün bayramını kutluyoruz.

Hakses – yayın kurumu

▲ Cuprins ▲ İçindekiler ▲ Contents ▲

Bu heykelin altında yazılanlar tüm insanlığa verilebilecek en güzel mesajdır.

MEHMETCİĞE DERİN SAYGI

23 Nisan 1915 günü Conkbayırında Türkler ve Birleşik Kuvvetler arasında korkunç siper savaşları oluyor. Siperler arasında 8-10 m. mesafe var. Süngü hucumundan sonra savaşa ara verildi. Askerler siperlerine çekildi. Yaralılar ve ölüler toplanıyor. İki siper arasında açıkta ağır yaralı ve bir bacağı kopmak üzere olan İngiliz Yüzbaşı avazı çıktığı kadar bağırıyor, ağlıyor, kurtarın diye yalvarıyordu. Ancak hiçbir siperden kimse çıkıp yardım edemiyor. Çünkü en küçük bir kıpırdanışta yüzlerce kurşun yağıyordu. Bu sırada akıl almaz bir olay oldu. Türk siperlerinden beyaz bir iç çamaşırı sallandı. Arkasından arslan yapılı bir Türk askeri silahsız siperden çıktı. Hepimiz donup kaldık. Kimse nefes alamıyor, ona bakıyorduk. Asker yavaş adımlarla yürüyor siperdekiler kendisine nişan almış bekliyordu. Asker yaralı İngiliz subayını okşar gibi yerden kucakladı, kolunu omuzuna attı ve bizim siperlere doğru yürümeye başladı. Yaralıyı usulca yere bırakıp geldiği gibi kendi siperlerine döndü. Teşekkür bile edemedik. Savaş alanlarında günlerce bu kahraman Türk askerinin cesareti güzelliği ve insan sevgisi konuşuldu. Dünyanın en yürekli ve kahraman askeri Mehmetciğe derin sevgi ve saygılar.

Üsteğmen Cosey (Sonradan Avustralya Genel Valisi olmuştur)

▲ Cuprins ▲ İçindekiler ▲ Contents ▲

ÇANAKKALE SAVAŞLARI

Çanakkale savaşı tam 8 ay 14 gün sürdü. Bu savaşta Türkler 250 000 şehit verdi ve Ulu yurdumuzu yagılara (düşmanlara) vermediler. Bu savaş çok dengesizdi, Türklere karşi Fransız’lar ve Ingiliz’ler en Çağdaş (modern) ve güçlü savaş gemileri ile geldiler. 20 büyük savaş gemisi ve toplam 100’ü aşan irili ufaklı gemiyi ile yaklaşık 500 bin askerle geldiler. Ve Çanakkale Boğazı’nı almak istediler. 3. Kasım 1914‘de birinci, 19 Şubat 1915‘te ikinci, 20 ve 25 Şubat 1915 günlerinde de üçüncü ve dördüncü saldırılarla boğazı zorlarlar, ama Türk topçusunun ateşi altında başarılı olamazlar. 18 Mart 1915 gününde ise, Queen Elisabeth, Albion, Vengeanse ve bunun gibi 8 tane zamanin en Çağdaş büyük savaş gemilerinin yanısıra bir çok irili ufaklı savaş gemileri ile en büyük saldırlarına geçtiler. Ancak, tüm bu cehennemi ateş altındaki Türk askeri az top ve kit cephanesine rağmen yılmadan ateşe ateşle cevap verir. Dev savaş gemilerinden 2 tanesi yara alırlar. Çanakkale limanına 7 kilometre kadar yaklaşan bir büyük savaş gemisi ise aldığı yaralarla saf dişi kalır. Ön saflarda bulunan Fransız savaş gemisi saat 14‘te bir mayina çarparak iki dakika içinde batar. 639 kisi boğulur. Böyle daha kaç gemi batar ve sonuçta Ingiliz ve Fransız donanması başarsızlığa uğrayarak geri çekilirler. Ingiliz ve Fransız’ların boğazı aşamayacaklarını anlayınca Gelibolu kara savaşlarına karar verirler. General Hamilton komutasında büyük bir kuvveti Grek’lerin (Yunanların) Limini adasındaki Mondros Limanı’nda ve yöredeki diğer adalarda toplarlar. Bu kuvvetler 80 bin asker 110 top ve 8 uçaktan oluşur. Bu kuvvetlerden 29’uncu Ingiliz t’Tugayi ile Kraliyet Deniz Tümeni ve 1. Fransız Tugayi Seddülbahir deki beş koya. ANZAC (Avustralyalar) kuvvetleri’de Kabatepe’ye çıkartmayı planlarlar, 25 Nisan 1915 askerler planlanmış bulunan plajlara gelirler. Bu erler çok küçük Türk birliklerinin yayim ateşine yakalanırlar. Küçük Türk birliklerin ölümü göze alarak ve günün bitiminde de vatanları uğruna tamamen ölmelerine karşılık binlerce Ingiliz ve Fransız askerini saşkına çevirirler ve yagılar çok büyük kayıb verir ve 26 Aralik 1915’te Anzac birlikleri Anafartalar- Arıburnu bölgesinden ve 8 Ocak 1916 gününde de Ingiliz ve Fransız birlikleri yaklaşık 300 bin kayıp vererek Seddülbahir Helles bölgesinden tekrar gemilerine dönerek Gelibolu’dan tamamen çekilirler. Bu savaşta Türk birlikleri acuna (dünyaya) Çanakkale boğazından geçilemeyceğini ve Türk toprağının bölünmeyeceğinin bir kere daha göstermiştir.

Dur yolcu. Bilmeden gelip bastığın
Bu toprak bir devrin battığı yerdir.
Eğil de kulak ver, bu sessiz yiğin
Bir vatan kalbinin attığı yerdir.

▲ Cuprins ▲ İçindekiler ▲ Contents ▲

Rezultatele Olimpiadei de Limbă şi Literatură Turcă – faza judeţeană 9 martie 2002

Nr. crt.Numele şi prenumeleClasaŞcoalaMedia la faza jud.Profesor pregătitor
1.Papatya ArifeVIIM.K. Ataturk9,40Cuma Dumanli
2.Iaia SelmaVIIşc. nr. 33 Cţa9,10Vuap Canel
3.Bolat NurgelVII M.K. Ataturk8,90Cuma Dumanli
4.Ziadin MerdalVIIM.K. Ataturk8,60Cuma Dumanli
5.Gelmambet FerideVIIM.K. Ataturk8,00Cuma Dumanli
6.Isleam MeltemVIIŞc. nr. 1 Medgidia7,40Bormambet Vildan
7.Şerif ErdinVIIM.K. Ataturk7,00Cuma Dumanli
8.Amet ElifVIIŞc. nr. 7 Medgidia7,30Şachir Ruchie
9.Saligean AilaVIIŞc. nr. 1 Medgidia8,30Bormambet Vildan
10.Mustafa IliasVIIIŞc. nr. 12 Cţa9,80Gelal Ferdis
11.Zaniaz SevicanVIIIM.K. Ataturk9,35Cuma Dumanli
12.Amet NelidaVIIIM.K. Ataturk8,95Cuma Dumanli
13.Sali SibelVIIIŞc. nr. 1 Medgidia7,00Bauber Servet
14.Omer MetinVIIIŞc. nr. 1 Medgidia7,80Bauber Servet
15.AbduramanTanselVIIIŞc. nr. 5 Mangalia7,30Manet Negidan
16.Zulchefil SelciucVIIIŞc. nr. 1 Medgidia7,35Bauber Servet
17.Duagi AihanIXLic. Ovidius9,10Gelal Ferdis
18.Menlivuap GhiulferIXM.K. Ataturk9,10Cuma Dumanli
19.Geanzar AigeanIXCol. Ec. Carol I8,75Gelal Ferdis
20.Şerip SuzanIXLic. Ovidius8,01Gelal Ferdis
21.Murat NesrinIXCol. Ped. Brătescu8,65Gelal Ferdis
22.Ali SinanIXM.K. Ataturk7,00Nusret Ertugrul
23.Refi ErgunXM.K. Ataturk9,00Nusret Ertugrul
24.Iaia SheilaXLic. Ovidius7,05Gelal Ferdis
25.Duruk NezahatXILic. Int. Informatică9,95Ali Riza Karagoz
26.Menlivuap SibelXIM.K. Ataturk9,40Cuma Dumanli
27.Amet EnghinXIM.K. Ataturk8,25Cuma Dumanli
28.Muratcea ElifXIM.K. Ataturk8,25Cuma Dumanli
29.Bolat SaberXICol. Ped. Brătescu7,10Gelal Ferdis
30.Amet DenisXIILic. Int. Informatică8,75Ali Riza Karagoz
31.Suliman SelciucXIILic. Int. Informatică8,30Ali Riza Karagoz
32.Bolat ErginXIIM.K. Ataturk8,25Cuma Dumanli
33.Bagâş SibelXIIM.K. Ataturk8,00Nusret Ertugrul
34.Omer AinurXIILic. Int. Informatică7,95Ali Riza Karagoz
35.Mambet VildanXIIIM.K. Ataturk9,00Cuma Dumanli
36.Abzait AişeXIIIM.K. Ataturk7,40Nusret Ertugrul
37.Gemil NaghiarXIIIM.K. Ataturk7,80Nusret Ertugrul
38.Menzat DalidaXIIIM.K. Ataturk7,70Nusret Ertugrul
39.Zevri NarcisXIIIM.K. Ataturk8,60Cuma Dumanli
40.Mustafa LatifeXIIIM.K. Ataturk8,90Nusret Ertugrul
41.Gemaledin AisenXIIIM.K. Ataturk8,80Nusret Ertugrul
42.Salim DilberXIIIM.K. Ataturk8,50Cuma Dumanli
43.Bolat ElisXIIIM.K. Ataturk8,70Cuma Dumanli

Inspector de specialitate Gelal Ferdis

▲ Cuprins ▲ İçindekiler ▲ Contents ▲

ION LUCA CARAGIALE

Ion Luca Caragiale, Ploieşti civarında, Haimanale köyünde, bugün İ.L. Caragiale, 30 Ocak 1852’de doğdu. Sanatçı, sonra çiftlik idarecisi ve avukat Luca Caragiale’nin oğludur. 1 Şubat’ta 1912 yılında Berlin’de vefat etti. İlkokulu (1860-1864) ve ortaokulu (1864-1867), Ploieşti’te okudu. Bükreş Konservatuvar’da (1868-1870) mimik kurslarına katıldı. Bir süre çeşit görevlerde bulundu. Prahova Mahkemesi’nde hattat görevini yaptı.
1878-1881 yıllar arası, Eminescu ile Slavici birlikte „Timpul“ (Zaman) gazetesinin redaktörü oldu. İ.L. Caragiale, 1881-1884 yıllar arası müfettiş ve 1888-1889 yıllar arası tiyatroların genel müdürü gibi görevlerde bulundu. Basın aktivitesini „Ghimpele“ (Diken), „România Literară“ (Edebi Romanya), „Universul“ (Evren), „Luceafărul“ (Çobanyıldızı), „Convorbiri critice“ (Kritik konumalar), „Flacăra“ (Alev), v.s. gibi gazetelerde devam etti. 1875-1876 yıllar arası „Alegătorul liber“ (Hür seçmen), 1877 yılında „Naţiunea română“ (Romen ulusu) gibi yayınları idare etti.
İ.L. Caragiale, „Claponul“ (1877) ve „Moftul român“ (Romen Nazı, 1893) yayınların ön ayağı oldu. İlk adımını 1873’te „Ghimpele“(Diken) gazetesinde başladı. Yazar olarak, ilk adımını 1879’da „Fırtınalı bir gece“ ’nin sahne temsili ile birlikte başladı.
Caragiale’nin komedileri „O noapte furtunoasă“ (Fırtınalı bir gece), „Conul Leonida faşă cu reacşiunea“ (Leonida bey irtica ile karşı karşıya), ilk temsil 1880’de, „O scrisoare pierdută“ (Kaybolan mektup) ilk temsil 1884’te ve „D-ale carnavalului“ (Karnaval), ilk temsil 1885’te, tüm devirlerin insani doğruluğundan ve derin anlamdan uzaklaşmadan o devirdeki romen toplumun hicivli imgeleri gösteriyor. Caragiale „Năpasta“ dramında (ilk temsil 1890’da) ve „În vreme de război“ (Savaş Zamanında), „O făclie de Paşte“ (Paskalye’ de büyük mum), „Două loturi“ (Iki toto bileti) hikayelerinde psikoloji ve ruhi problemleri ele aldı.
Nesir kaynakları (Schişe „Kroliler“, 1897, Momente „Anlar“, 1901 ciltleri) komedilerin tipolojisinicanlandırmak için, Balkan veya Şarklı hayalî ve masal gibi geç yazılarında(Kir Yanulea, La Hanul lui Mânjoală (Mânjoală’nın Konağın’da), Pastramă trufanda (Turfanda Pastirma), Abu Hassan) kullandı.

Hazırlayan İomer Subihan (Literatura română, Crestomaţie de critică şi istorie literară)

▲ Cuprins ▲ İçindekiler ▲ Contents ▲

KADININ TÜRK TOPLUMUNDAKI YERI

ISLAM dininin Arabistan da doğuşundan önceki döneme cahiliye-bilgisizlik dönemi denilir. Bu dönemde cahiliye adetlerine göre toplumda kadının hiç saygı değer bir yeri yoktu. Sanki bir eşya imiş gibi görülüyordu. Kadına o kadar az önemlik verilirdi ki kız çocukları diri diri gömüllürdü Islam dini bu anlayışı temelden değiştirdi. Her şeyden önce, değil kız çocuklarını öldürmek, insan canına kıymayı kesinlikle yasakladı, haram kıldı.
CAHİLİYE devrinde hiç önem verilmediği halde Islamiyette annelik, çok mukaddes bir makam oldu, kadın toplumda önem kazanmıştır. Islam onun insan olma haysiyetini korumuştur.
TÜRK toplumunda anne kadının kutsal bir yeri vardır. Kadın evinin temel taşıdır. Türkler müslüman olduklarında, Islamın kadına verdiği önemi daha içten benimsediler. TÜRK KADINI kutsal bir yeri vardır, türk kadını, kocasının eşi, çocuğunun annesi, evinin dirliğidir. Türk kadınıgerktiğinde tarlada da, savaşta da kocasının yanındadır.
ATATÜRK kurduğu modern Türkiye Cumhuriyetinde, ona gereken değeri vermiştir. Ona göre türk kadını da okumalı ve her türlü öğretimi yapmalıyıdı. Devlet ailesinde her türlü görevi alabilmeliydi. Türk kadını da seçmeli seçilmeli ve her türlü siyasi faaliyetlere katılabilmeliydi. Bütün bunlar gerçekleşti.
Günümüzde kadınlar hem anne, hem eş, hem de iş kadınına dönüşmüştür. Artık kadınla erkek arasındaki farlılıklar ortadan kalkıp, tüm insanlar kadının ve erkeğin aynı haklara sahip olduklarını anlamışlardır. Bundan dolayı bugün kadınlar yanlız başlarına iş kurup onu yönetebiliyorlar. Bunu yapabildikleri halde, kendi ayakları üzerine durabildikleri halde, onların hakları neden erkeklerin kinden az olsun ki?
Bir laf vardır Erkek evin direğidir diye, tamam buna katılıyorum ama Kadında evin dirliğidir. Bundan dolayı hayatta hem kadına, hem erkeğe ihtiyaç olur, çünkü birbirlerini tamamlayıp bir aile kurarlar, ve aile toplumun özüdür.
Bence artık, kadın, erkek haklarını daha fazla tartışmaya gerek yok, çünkü hiç kimse yalnız başına yaşayıp başarı elde edemez.

İAİA ŞEİLLA

▲ Cuprins ▲ İçindekiler ▲ Contents ▲

Hicrî yeni yıl ilkbaharla geldi

1 15 Mart 2002 yılı-Muharrem 1443’tü. Yani hicri yılın ilk günü… Hicri yıl, Peygamber Efendimiz Hazreti Muhammed (sallallahu aleyhi vesellem)’in Mekke’den Medineye göç ettiği günle başlar. O gün bütün Müslümanlar için bir milat, bir başlangıç olmuştur. Onun için uzun bir zaman atalarımız Ay’ın hareketlerine göre belirlenen hicri takvimle düzenlemişler yıllarını…
Güneş’in hareketlerine göre belirlenen takvime miladi takvim, Ay’ın hareketlerine göre belirlenen takvime ise kameri ya da ay takvimi diyoruz. Kameri yıl, güneş yılına göre 11 gün daha kısadır. Kameri yıl miladi yıldan daha kısa olduğu için, kameri aylar her yıl aynı mevsimde olmazlar. Aylar mevsimlerin içinde dolaşır dururlar. Onun için Ramazan Bayramı, Kurban Bayramı ve daha birçok güzel gün farklı mevsimlerde yaşanabiliyor.
Miladi yıl, 1 Ocak’ta geldi ve geçti. Hicri yıl içinse yeni yıl başlangıcı, tıpkı bahar başlangıcı gibi 15 Mart’a denk geldi… Böylece bir yıl içinde iki yılbaşı çıkıverdi karşımıza…
Miladi yılın aylarını hepimiz biliyoruz: Ocak, şubat, mart, nisan, mayıs, haziran, temmuz, ağustos, eylül, ekim, kasım, aralık. Hicri yılın ayları ise şöyle sıralanıyor: Muharrem, Safer, Rebiülevvel, Rebiülahir, Cemaziyülevvel, Cemaziyülahir, Recep, Şaban, Ramazan, Şevval, Zilkade, Zilhicce.
İslâm ülkelerinin bir kısmında hicri takvim, yani ay takvimi; bir kısmında ise miladi takvim güneş takvimi kullanılıyor. Daha önceki zamanlarda bizim ülkemizde da hicri takvim kullanılıyormuş. Şimdi ise miladi takvim kullanılıyor. Aslında takvimimiz ister Güneş’in hareketlerine göre olsun isterse Ay’ın hareketlerine göre, ikisinin de güzellikleri var. Hem zaten biz Ramazan ve Kurban bayramlarının gelişlerini, yıl içindeki kandilleri ve dinimize ait olan birçok şeyi hicri takvime göre uyguluyoruz…
Hicri yeni yılın sevincini sevdiklerimizle paylaşmak için henüz gecikmiş değiliz. İlk tebrik bizden: İyi yıllar çocuklar, iyi yıllar yeni baharın güzel çiçekleri ve dünyanın bütün güzel insanları.

hazırlayan: Gülten Abdulla

▲ Cuprins ▲ İçindekiler ▲ Contents ▲

Ka’natın Efendisi Hazreti Muhammed

Güzel ahlakı, sevdiklerine vermiştir…

Resulullah efendimizin bütün ömrü insanlara merhametle, iyilikle geçmiştir. Orhan Cehennem azabından kurtarmak için çalışmıştır. Ümmetinin de böyle olmasını isterdi. Zulümden haksızlıktan kaçınılmasını tavsiye ederdi. Bu konudaki mübarek sözlerinden bazıları şunlar:
İnsanlara merhamet etmeyene, Allhü teala merhamet etmez.
Zulme mani olarak, zalime de mazluma da yardım ediniz!
Satın alınan bir gömleğe verilen paranın onda dokuzu helal ve ondan biri haram olsa, bu gölmekle kılınan nemazı, Allahü teala kabul etmez.
Müslüman, Müslümanın kardeşidir. Ona zulm etmez. Onun yardımına koşar. Onu küçük ve kendinden aşağı görmez.
Onun kanına, malına, ırzına, namusuna zarar vermesi haramdır.
Allaha yemin ederim ki, bir kimse kendisi için sevdiğini, din kardeşi için de sevmedikçe imanı tamam olmaz.
Allaha yemin ederim ki, kötülüğünden komşusu emin olmayanın, imanı yoktur, yani, hakiki mümin değildir.
Kalbinde merhametli olmayanın imanı yoktur. Yani imanı kamil değildir. İnsanlara merhamet edene, Allahü teala merhamet eder.
Küçüklerimize acımayan ve büyüklerimize saygılı olmayan, bizden değildir.
Ihtiyarlara saygı gösteren ve yardım eden ihtiyarlayınca, Allahü teala ona da yardımcılar nasib eder.
Allahü tealanı sevdiği ev, yetim bulundurulan ve ona iyilik yapılan evdir.
Yanında birini gıybet edeni susturan kimseye, Allahü teala dünyada ve ahirette yardım eder. Gücü yeterken susturmazsa, Allahü teala onu dünyada ve ahiretde cezalandırır.
Din kardeşinin aybını, utanç verici halini görüp de, bunu örten, gizleyen kimse, İslamiyetten önce Arabların yapdıkları gibi, diri gömülen kız çocuğunu mezardan çıkarmış, ölümden kurtarmış gibidir.
Iki arkadaşı Allahü teala indinde daha iyi olanı, arkadaşına iyiliği daha çok olanıdır. Bir kimsenin iyi veya kötü olduğu, Müslüman komşularının onu beğenip beğenmemesi ile anlaşılır.
Çok namaz kılan, çok oruç tutan, çok sadaka veren, fakat dili ile komşularını inciten kimsenin gideceği yer Cehennemdir. Namazı, orucu, sadakası az olup, dili ile komşularını incitmeyenin yeri Cennettir.
Allahü teala, dünyalığı, dostlarına da düşmanlarına da vermişdir. Güzel ahlaki ise, yalnız sevdiklerine vermiştir.

ÇANAKKALE GEÇİLMEZ

Mustafa Turan – Tarih öğretmeni

Tekerrür mü etmişti tarih Çanakkale’den?
Her milletin kefeni kolay kolay biçilmez,
Mohaç, Kanije, Uyvar, Akka ve Plevneden,
Ders almayan bilsin ki, Çanakkale geçilmez.

Bu, imanın tekniği yendiği bir savaştı,
Korkup kaçan alçaklar, o müdafaaya şaştı,
Türk’ün gücü zirveye ulaşıp bayraklaştı,
İrade, azim der ki, Çanakkale geçilmez.

Kan, can pahasına kim vazgeçer bu yerlerden?
Ne yiğitlikler zuhur ediyor bu erlerden,
Birisi de ölümdü verilen emirlerden,
Kemal Paşa diyor ki, Çanakkale geçilmez.

“Anam cepheye çocuk doğurdu“ diyor ozan,
Düşmanların planını Çanakkale’de bozan,
Zaferin destanını Arap çölünde yazan,
Mehmet Akif diyor ki, Çanakkale geçilmez.

Hayasız saldırıya karşı imanı coşan,
Önüne dikilen her engeli bir bir aşan,
Din, vatan için akın akın cepheye koşan,
Mehmetcikler diyor ki, Çanakkale geçilmez.

Utansın düşmanlar bu yeniliği zilletinden,
Belki kurtulur bize husumet illetinden,
Ancak beklenir böyle zafer, Türk milletinden,
Turan Mustafa der ki, Çanakkale geçilmez.

▲ Cuprins ▲ İçindekiler ▲ Contents ▲

ANADOLU KADINI

A. Anadolu adının doğuşu (kısadan)

ANADOLU, Asya’nın batısında, üç tarafı denizle çevrili bir yarımadadır, denizler KARADENİZ, AKDENİZ ve EGE denizleridir.
Kuzeybatısındaki dar iki boğaz – İstanbul (Bosfor) ve Çanakkale boğazları – onu Avrupa’dan ayırır. Avrupa’nın hemen her tarafından Asya’ya doğru uzanan yolların bir çoğu, bu iki boğazın Avrupa sahillerinde son bulur. Oradan topraklarına geçerek Asya’nın içlerine, Uzak Doğu’ya uzanır.
Ana hatları ile sınırlarını belirttiğimiz bu toprakların boyu 1600 km., eni 650 km.’dir.
Bugün coğrafi terim olarak kullanılan „Anadolu“ adı, Türkiye Cumhuriyeti topraklarının Asya’da olan esas bölümüne verilmiştir.
İmparator Constantine VII Prophyrogenitus devirinde (913-959) Asya’da kalan Bizans’a ait toprakları „thema“ adı verilen idarı bölgelerde ayrıca ilk defa Anadolu tabiri kullanılması başlandı. Şimdiki İç Anadolu’nun batısında kurulan thema’ya, Bizans’a göre doğuda (anatolos) bulunduğu için, „Thema Anatolia“ adı verilmişti. İşte bu idari bölge adı sonradan Batı eserlerine Anatolia (Anatolie, Anatolien) şeklinde geçti.
Bundan muharref olarak bazı eser ve haritalarda da „Natolia“ şeklini aldi. İbn Hordazbeh’de „el-Natolus“, İdris’de „Natos“ şeklinde geçen bu kelime fetihten sonra Türkler tarafından „ANADOLU“ olarak telaffuz edilmeye başlandı.

ANADOLU KADINI

Konu: „ANADOLU KADININ“ konusunda ATATÜRK’ün görüşleri.

Atatürk, Türk milletinin geçmişleri büyük başarılarında, daha beşikten mert ve faziletli evlatlar yetiştiren Türk analarının payını anlatan bir konuşmasında, şoyle diyordu:
„Zaman ilerledikçe, ilim geliştikçe, medeniyet dev adımlarıyla yürüdükçe, hayatın, asrın bugünkü gerçeklerine göre evlat yetiştirmenin güçlüklerini biliyoruz… Bugünün anaları için gerekli özellikleri taşıyan evlatlar yetiştirmek… pek çok yüksek özelliği şahıslarında taşımalarına bağlıdır. Bu sebeple kadınlarımız daha çok aydın, daha çok feyzeli, daha bilgili olmaya mecburdurlar.“
„Türk kadını dünyanın en münevver, en faziletli, ahlakta ve fazilette ağır, ağırbaşlı bir kadın olmalıdır“.
„Bizim dinimiz hiç bir vakit kadınların erkeklerden geri kalmasını taleb etmemiştir. Allah’ın emrettiği şey, erkek ve kadının beraber olarak ilim ve bilgiyi kazanmasıdır.“
Kadının toplum içinde kendisine düşen yeri alması konusunda Atatürk’ün görüşleri açıktı, kesindi. Atatürk’ün bu görüşlerini cesaretle uygulaması sayesinde, Türk kadını yalnız İslam alemi içinde değil, bütün dünyada, kanunların tanıdığı haklar bakımından, en ileri imkanlara kavuştu:
„Arkadaşlar, Türk milleti çok büyük olaylarla isbat etti ki, yaniliksever ve inkilapçı bir millettir…“
Bir toplum, bir millet, erkek ve kadın denilen iki cins insandan meydana gelir. Kabil midir ki kütlenin bir parçası ilerletirken, diğerlerine müsamaha edilen de, kütlenin hepsi yükselme şerefine erişebilirsin? Mümkün müdür ki bir topluluğun yarısı topraklara zincirlerle bağlı kaldıkça diğer kısımı göklere yükselebilirsin?
Dünyada hiç bir milletin kadını „Ben Anadolu kadınından daha fazla çalıştım, milletimi kurtuluşa ve zafere götürmekte Anadolu kadını kadar himmet gösterdim“ diyemez.
Kadınlarımız haddizatında içtimai hayatta erkeklerimize har vakit yanyana yaşadılar. Bugün değil, eskidenberi, uzun zamandanberi kadınlarımız erkeklerle başbaşa mücadele hayatında geçim temininde erkeklerimizden yarım adım geri kalmayarak yürüdüler.
Belki erkeklerimiz memleketi istila eden duşmana karşı süngüleriyle, duşmanın süngülerine, göğüs germekte düşman karşısında bulundular. Fakat erkeklerimizin teşkil ettiği ordunun zayif kaynaklarını kadınlarımız işletmiştir. Memleketin var olması imkanını hazırlayan kadınlarımız olmuştur ve kadınlarımız olmaktadır.
Çift süren, tarlayı eken, ormandan odun ve keresteyi getiren, mahsulleri pazara götürerek paraya çeviren, aile ocaklarının dumanını tüttüren, bütün bunlarla beraber sırtıyla, kağnısı ile kucağında yavrusuyla, yağmur demeyip cephenin muhimatını taşıyan hep onlar, hep o ilahi Anadolu kadınları olmuştur.
Kimse inkar edemez ki, bu harpte ve ondan evvelki harplerde milletin hayat kabiliyetini tutan hep kadınlarımızdır.
Onun için hepimiz büyük ruhlu ve büyük duygulu kadınlarımızı şükran ve minnetle edebiyen taziz ve takdis edelim.
Atatürk, „medeni ve milletinin kıyafet“i kabul etmekte, özünde çok cevherli olan Türk milletinin bu cevherini daha iyi ortaya koyacağı görüşünde idi.
Kadın kıyafetinde değişiklik zorunluğunu da şoyle anlatmıştır: „Seyahatım esnasında köylerde değil, özellikle kasaba ve şehirlerde, kadın arkadaşlarımızın yüzlerini ve gözlerini çok yoğun şekilde ve itina ile kapatmakta olduklarını gördüm, Erkek arkadaşlar; bu biraz bizim bencilliğimizin eseridir… Muhterem arkadaşlar; kadınlarımız da bizim gibi kavrayışlı ve düşünür insanlardır, onlara ahlaka ait kutsal kavramlı telkin etmek, milli ahlakımızı anlatmak ve onların dimağını nur ile, temizlikle donatmak esası üzerinde bulunduktan sonra, fazla bencilliğe lüzüm kalmaz.
Onlar yüzlerini cihana göstersinler. Ve gözleriyle cihani dikkatle görebilsinler. Bunda korkulacak birşey yoktur.“
Kadınların giyimlerinin çağdaşlaşması, Medeni Kanun’dan doğan ve hukukun laikleşmesi bölümünde gördüğümüz – kadın hakları yanında Türk anasının kültür seviyesini yükseltmek için sarfedilen sistemli çabalar, kadınlara çalışma hayatının bütünü ile açılması, kadınların seçme ve seçilme haklarına kavuşmaları da, Türk İnkilabı’nın“ laiklik yönü ile yakından ilgili önemli adımlardır.
Atatürk’ün kadınların seçme ve seçilme haklarıyla ilgili sözlerini de hatırlayalım:
„Çarşaf içinde, peçe altında ve kafes arkasındaki Türk kadınını artık tarihlerde aramak lazım gelecektir.
Modern memleketlerin bir çoğunda, kadından esirgenen bu hak, bugün Türk kadının elindedir ve onu selahiyet ve liyakatlı kullanacaktır“.
Modern Türkiyenin önceki yıllarada seçilen Başbakanlarından biri, kadın olan, Tansu Çiller’dir, bu Türk kadınlarının seçilme hakları olduklarını meydana çıkarıyor, altını çiziyor.
„Kadının en büyük ödevi analiktir. İlk eğitim verilen yerin ana kucağı olduğunu düşünülürse, bu ödev önemi gereğince anlaşılır.“
Çocuğu ilk kez konuşmaya başladığı andan okul çağına kadar, hayata hazırlayacak, ona ana diliyle düşünmeye öğretecek annedir.
Anne, ilk eğitici, öğretmenin yardımcısı, kocasının eşi ve danışmanıdır.
Sosyal hayatta mutluluk ve refahi kocası ile paylaşan, bunların kazanılmasında emek harcayan odur. Onların eğiteceği çocuklar ileride önemli görevler alacaklardır. Her şeyden önce, milli duyguyu aşılayacak geliştirecek ve bunu koruyacak nesilleri o yetiştirir. Atatürk’e göre de „Erkek, yurdu savunur, kadın ise milleti yaşatır.“
Anne, babanın yardımcısı ve onun can yoldaşı, dert ortağıdır. Çocukların bakımı, yuvanın temizliği, yemeğin hazırlanması, çamaşır yıkanması gibi işler bir sevgi, hoşgörü ve fedakarlıkla sürdürür.
Günümüzde birçok anne, ev kadınlığının yani sıra çeşitli meslek kollarında da çalışmaktadır.
Kısaca söylemek gerekirse, ailede mutluluğun devamı için bireylerin iş birliği ve dayanışması içinde çalışmaları gerekir.
Türk toplumunda kadının yeri yüksektir, şereflidir. Tarih boyunca Türk kadını, Türk boyunca Türk kadını, Türk erkeği ile yanyana, omuz omuza çalışmıştır. Vatanının kurtuluşu, bağımsızlığı, gelişmesi ve mutluluğu için her zaman üstün bir çaba göstermiştir.
Anadolu annesi, eğitim yetişen kuşağa, iyilik, doğruluk, güzellik, sanat zevki, tabiat sevgisi ve düzenli olma gibi değerleri kazandıran kadındır.
Her çocuk, disiplini ailede öğrenir, bu bakımda annenin büyük rölü vardır. Düzenli ve demokratik hayata ayle ve anne alıştırır. Dini inançları yine bu yuvada edinir, ilk ahlak adımları anne evlatlarına aktarır. Gelenek ve göreneklerimizi, anneler ve büyük anneler bize tanıtırlar ve bunların kaybolmamasına savaşırlar.
Bir toplum, aynı gayeye bütün kadınları ve erkekleriyle beraber yürümezse, ilerlemesine teknik olarak imkan ve bilimsel olarak ihtimal yoktur.

Köstence „G. Calinescu“ Lisesi Öğretmeni Nermin ASAN

▲ Cuprins ▲ İçindekiler ▲ Contents ▲

YUNUS EMRE – FILOSOFUL POET AL IUBIRII DE ALLAH ŞI DE OM

Yunus Emre – nu este doar un nume, nu a fost doar un om, nu a rămas doar poetul nepereche al literaturii turce. Yunus Emre este o instituţie culturală perenă, a fost şi rămâne un mod particular de simţire, de gândire şi de viaţă conform tradiţiilor islamice. Deoarece nu trece de la impresie la ideea filosofică susţinută, de la experimentul poetic-ludic la discursul conceptual-analitic, de la sensul figurat la sensul propriu, Yunus Emre nu este un filosof propriu zis. Filosofia lui nu este una explicită, ci una implicită.
Dar, pentru că în creaţia sa poetică a abordat teme mari, perene ale filosofiei: natura, ALLAH şi omul, Yunus Emre poate fi considerat şi filosof. Ca M. Eminescu, Luceafărul poeziei româneşti, „omul deplin al culturii române“ (C. Noica), în Sărmanul Dionis sau Glossă, în Divanî şi în Risalet-ün-Nüshiyyet, Yunus Emre atinge probleme ale existenţei: viaţă, viaţă pământească, viaţă de apoi, destin, dragoste, dor, singurătate, creaţie, moarte, şi astfel face operă de filosofie, fără a fi metodic şi fără a dezvolta un sistem categorial original. Dacă considerăm cu E. Husser că filosofia nu e o doctrină, ci o activitate, neîndoielnic, Yunus Emre este un filosof, filosofia lui fiind mai degrabă îndemn şi atitudine decât o explicaţie coerentă, închegată, raţională a existenţei şi a omului.
Iubirea de Allah şi credinţa în El sunt temeiurile filosofării sale. Credinţa leagă, nu din afară, ci dinăuntru. Slăvirea Domnului se face, specific, şi oarecum democratic, după conştiinţa fiecăruia. Iubirea şi credinţa devin elemente ale conştiinţei, temei al ctitoririi omului ca om, datină şi obicei conform poruncilor Domnului. Credinţa este şi lege morală naturală şi legea onoarei şi a demnităţii, şi lege a bunei-cuviinţe, a smereniei şi sfiiciuni omului în faţa Creatorului. Astfel că, pare firesc să spui: lasă-l pe om în legea lui, în credinţa lui. Credinţa este hotarul între ceea ce se cade şi nu se cade să faci. Credinţa-după Yunus Emre-este o expresie a intimităţii şi ea poartă chipul celui care o practică, o exersează. Credinţa nu e vorbă goală, ea este un mod de a simţi, de a trăi, de a acţiona. Credinţa este, în viziunea lui Yunus Emre, o raţionalitate ne-naturală, ne-naturală tocmai pentru că ea îşi are temeiul în Allah, dar un Allah al oamenilor, un Allah neînfricoşător, punitiv, ci un Allah Prieten, Sfătuitor, Cald, cu iubire de oameni, apropiat lor. Împlinirea credinţei, a poruncilor islamice este împlinirea omului, este naturarea lui, este plinătatea lui. Cel ce iubeşte şi crede, nu de-cade, nu este destituit de la rosturile omeneşti. Credinţa înalţă, îl înalţă pe om la Allah.
S-a spus, de către Mirce Eliade, şi este adevărat, că Islamul a avut voinţă de a asimila şi de a integra într-o nouă sinteză religioasă, practici, idei şi scenarii mitico-rituale tradiţionale. Se ştie, de asemenea, că originea cultului cerului, zis Gök Tangrı, se pierde în negura preistoriei la seminţiile turcice, simbolizând nu un cer, ci Cerul. Această noţiune de Gök Tangrı se abstractizeaza şi capătă, în islamism, un sens caracteristic religiei monoteiste. Iniţial cer simplu, cultul Tangrî devine un cer divinizat, un cer spiritualizat şi apoi divinitate unică. Folosirea azi, în contemporaneitate, a cuvântului Allah, de către islamici, nu l-a eliminat în turca populară pe acela de Tangrî, prezent mai ales în literatura orală şi circulând paralel cu sintagma Allah.
Drumul de la cultul elementelor de bază ale naturii, de la cultul cerului, cu luna, soarele ţi stelele, la ţamanism, la Islam este un drum lung, sinuos, cum este lung ţi sinuos drumul de la eren (iniţial idolii cu chip de animale sau de om, apoi cu sensul de zeitate şi în fine, cu sensul mai restrâns de spirit bun, de sfânt) la conceptul universal de Allah. Islamul, o religie mult mai simplă, dar mai „democratică“ decât cele două monoteisme precedente: iudaismul şi creştinismul, are cinci stâlpi ai Credinţei, adevărate instituţii, şi anume: şalat, cultul rugăciunii canonice, comportând cele cinci prosternări zilnice; al doilea, este zekât pomana legiuită; al treilea şawm, desemnează postul, din zori până în amurg, din luna Ramadan; al patrulea este pelerinajul (hağğ) ţi al cincilea cuprinde „profesiunea de credinţă“ (sahadat), adică repetarea formulei: „nu există alt Allah în afara lui Allah şi Mahomed este trimisul său“ (Mircea Eliade, Istoria credinţelor şi ideilor religioase, Bucureşti, Editura Ştiinţifică şi Enciclopedică, 1988, vol. III, p.86), formulă neatestată ad litteram în Coran, dar cu sens omniprezent. Yunus Emre, supranumit „privighetoarea lui Allah“ a cântat marea sa iubire pentru divinitate.
Într-o inegalabilă limbă, uimit de prezenţa lui Allah în tot şi toate, se evidenţiază panteismul concepţiei lui Yunus. Allah al lui Yunus Emre, poate fi oriunde, în infinitatea lumii, iar creaţiile Lui îl cântă, îl venerează, îl strigă, îl caută:

Şol cennetin ırmakları
Akar Allah deyü deyü
Çıkmış Islam bülbülleri
Öter Allah deyü deyü

Salınır Tuba dalları
Kur’an okur hem dilleri
Cennet bağının gülleri
Kokar Allah deyü deyü

Kimi yiyip kimi içer
Hep melekler rahmet saçar
İdris Nebi hulle bişer
Biçer Allah deyü deyü

Hakk’a eşik olan kişi
Akar gözlerinin yaşı
Pür-nur olur içi dışı
Söyler Allah deyü deyü

Ne dilersen Hak’tan dile
Kılavuz ol doğru yola
Bülbül aşık olmuş güle
Öter Allah deyü deyü

(Râurile din Rai
Curg Doamne, frumos, frumos,
Au ieşit privighetorile Islamului
Cântând Doamne frumos, frumos,

Se leagănă al Cidrului crengi
Limba-I citindu-I din Coran
Iar grădina de trandafiri ai Raiului
Miros, Doamne, frumos, frumos

Unii mănâncă, unii beau,
Tot îngerii împrăştiind iertare, …
Alege Domnul frumos, frumos.

Cel care de Dumnezeu aproape este
Îi curg lacrimile
Înlăuntru fiind pur
Va spune Doamne, frumos, frumos.

Ce-ţi este ruga de la Dumnezeu cere
Fii călăuz al drumului drept
Însăşi privighetoarea îndrăgostită de trandafir
Ciripeşte, Dumnezeu, frumos, frumos.)

Allah al lui Yunus Emre nu poate fi cuprins cu mintea, nu este cunoscut direct. Din acest punct de vedere, Allah este trans-logic, El nu are, Lui nu I se poate atribui nici o margine şi nici o condiţie raţională. Domnul este doar simţit, şi chemat poate ajunge la omul credincios, curat sufleteşte.

Dağlar ile taşlar ile
Çağrayım Mevla’m seni
Seherlerde kuşlar ile
Çağrayım Mevla’m seni

Su dibinde mahi ile
Sahralarda ahu ile
Abdal olup „Ya Hu!“ ile
Çağrayım Mevla’m seni

Gökyüzünde Isa ile
Tur dağında Musa ile
Elindeki asa ile
Çağrayım Mevla’m seni

Derdi öküş, Eyyub ile
Gözü yaşlı Yakub ile
Ol Muhammed mah bub ile
Çağrayım Mevla’m seni

Hama ü şükr-I Allah ile
Vasf-ı „Kulhuvallah“ ile
Daima zikrullah ile
Çağrayım Mevla’m seni.

(Împreună cu munţii şi pietrele
Te chem pe tine Doamne
Călătorind cu păsările
Te chem pe tine Doamne

În fundul mării împreună cu peştele
În deşert împreună cu gazela
Precum Abdal cu „Hei!“
Te chem pe tine Doamne

În cer cu Isus
Pe muntele Tur cu Moise
Cu bastonul în mână
Te chem pe tine Doamne

Cu multă suferinţă cu Eyup
Cu ochi-I plini de lacrimi ai lui Iacob
Fii Mohamed cu iubirea ta
Te chem pe tine Doamne

Imediat cu gratitudine, cu Dumnezeu,
Cu datoria cuvântului „Kulhuvallah“
Totdeauna cu „zikrullah“
Te chem pe tine, Doamne.)

Plăsmuirea Domnului, de către noi, muritorii, subiectiv e mereu alta, dar mereu necesară. Chiar dacă nu avem chipul Lui, avem mereu dorinţa de El, avem, ca islamici, iubirea pentru El. Prin Domnul, noi ne justificăm, cu El ajungem la rostul existenţei, cu El avem un plus de cunoaştere, cu El, sub semnul şi sub zodia Lui, ne umanizăm. Adică devenim mai frumoşi, mai buni, mai drepţi.
Relaţia dintre om şi divinitate este la Yunus Emre o relaţie senină, neîncrâncenată. Căci Allah este Prietenul nostru, e aproapele nostru, e însoţitorul nostru. Doar să-L doreşti. Lui, lui Allah, nimic din ceea ce este omenesc nu îi este străin. Macerat de dorul şi căutarea adevărului Lui, Yunus Emre ne inoculează, persuasiv, discret, dorul şi dragostea de Allah. O face simplu, nesofisticat, direct, cald, într-o limbă de o neasemuită frumuseţe şi larg accesibilă.
De aceea, Yunus şi prin Yunus, Allah e atât de aproape de sufletul nostru. Yunus nu e un teoretician al religiei islamice, ci un simplu musulman de rând, dar harul său poetic îl face şi propagator al modului de viaţă islamic.
Yunus Emre nu explică ideatica Coranului, nu e un teolog propriu-zis. Yunus Emre este doar un confesor, un sfătuitor al oamenilor, el ne sensibilizează prin vers la adevărurile revelate. Conştient de Odiseea găsirii drumului spre Allah, prudent sau chiar incapabil de a-L prezenta cu instrumente raţional şi pozitiv-conştiente, Yunus Emre pune în mişcare zestrea noastră de puritate, candoare, sentimente şi emoţii pentru a ne îndrepta spre Bunul Allah. Chemarea Domnului este o chemare irepresibilă:

Aşkın aldı beden beni
Bana seni gerek seni
Ben yanarım dün ü günü
Bana seni gerek seni

Ne varlığa sevinirim
Ne yokluğa yerinirim
Aşkın ile avunurum
Bana seni gerek seni

(Dragostea-ţi m-a răpit de la mine
Pe mine Ţie dacă-I nevoi Ţie
Eu ard ziua de ieri
Pe mine dacă-i nevoie Ţie.

Nu mă încântă averea
Nici nu mă plec sărăciunii
În schimb am dragostea pentru Tine
Pe mine ţie dacă-i nevoie Ţie)

Numai aflându-l pe Domnul, noi ne regăsim ca oameni:

Nite kim ben beni bildim
Yakın bil ki Hakk’I buldum
Korkun onu buluncaydı
Şimdi korkudan kurtuldum.

Hiç ayruk ben korkımazam
Ya bir zerre kayırmazam
Ben imdi kimden korkayım
Korktuğum ile yar oldum.

Azrail gelmez yanına
Sorucu gelmez sinime
Bunlar benden ne soralar
Onu sorduran ben oldum

Yunus’a Hak açtı kapı
Yunus Hakk’a kıldı tapu
Bakı devlet benimkiymiş
Ben kul iken sultan oldum.

(Dealtfel eu pe mine m-am regăsit
Să ştii că Dumnezeu ţi-e aproape
Teama îmi era existenţa
Deci acum de teamă am scăpat

De acum încolo nu mi-e teamă
Nici un pic nu voi proteja
Acum de cine să-mi fie teamă
Căci teama dragoste îmi deveni

Moarte nu vine lângă tine
A-mi pune întrebări nu mi se va aşeza pe piept
Căci acesta ce mă va întreba
Deoarece eu sunt cel care îl caut

Lui Yunus I-a deschis El porţile
Yunus I-a ridicat Lui cadastru
Nemuritorul stat al cui este
Sărac fiind sultan am devenit.)

Iubitor de Allah, filosoful-poet Yunus Emre are şi vocaţia iubirii de oameni. Ca om ridicat din Anatolia natală, Yunus a mărturisit potenţialul de dragoste şi de omenie al neamului său, al poporului său. Dacă marea iubirii şi dragostei nu există la oamenii Anatoliei, Yunus nu putea să dea glas la ceva ce nu exista. Emblematica formulă a liricii sale „Să iubim, să fim iubiţi“ exprimă un întreg sistem de gândire şi o o concepţie umanistă, luminoasă. Yunus a fost un interpret al suferinţelor, durerilor, nostalgiilor, aspiraţiilor, al împăcării şi iubirii dintre oameni.
Prin om, Yunus Emre nu a avut în vedere doar pe omul-musulman, ci pe toţi oamenii care, indiferent de credinţă, de rasă, de culoare, poartă, fiecare dintre ei, o speranţă, sunt suflete cucernice, doresc o libertate neîntinată. Cum Allah ne-a zămislit pe toţi, cei care sfarmă inimi, biciuie suflete sunt păcătoşi, sunt neoameni.
În comunitatea religioasă, în ‘umma, toţi credincioşii sunt egali şi studiul Coranului, care se adresează nu doar sfinţilor, nici doar celor desăvârşiţi, ci tuturor oamenilor, ne face mai echilibraţi, mai toleranţi, mai cu dragoste pentru „Acel Imens“, adică pentru Allah. Relaţia de iubire dintre om şi Allah este reciprocă:

Allah benim dediğine
Vermiş verir aşk varlığın
Kimde ki var bir zerre aşk
Çalap varlığı ondandır.

(Dumnezeu celor spuse de mine
Mi-a dat şi îmi dă dragostea existenţei
La cine găseşte un pic de dragoste
La el îl vei găsi pe Dumnezeu)

Puterea omului, după Yunus Emre vine din cântarea sinelui, a vrerii, a propriului gând, ideea avansată în versuri ca:

Ey kendüzünü bilmeyen
Söz manasını bulmayan
Hak varlığın ister isen
Ilm içinde Kur’andadır.

(Ei, cei ce pe voi nu vă ştiţi,
Al cuvintelor sens cei ce nu îl găsiţi
Dacă doriţi existenţa Lui
Printre ştiinţe căutaţi Coranul.)

Nefârtatul, cum plastic se exprimă filosoful român C. Noica nu ia parte la nimic folositor, el doar încurcă bunul mers al lucrurilor, el „îşi bagă coada“ şi întărzie buna facere. În opoziţie cu Sartre, care spunea „Infernul sunt ceilalţi“ („L‘enfer c‘est les autres“), în viziunea filosofului-poet Yunus Emre, infernul este lipsa altora, este neparticiparea, prin lipsa de credinţă, la Divinitate, este ne-iubirea, este nefrăţietatea. La Yunus Emre, „cel ce nu iubeşte, e piatră oarecare“ şi „pietrele nu zămislesc. Reci ca iarna-s pe cărări“. Iubirea este valoarea cea mai de preţ hărăzită doar „făpturilor celeste“:

Aşkı var gönül yanar
Yumşanır muma döner
Taş gönüller kararmış
Sarp katı kışa benyer

İşidin ey yarenler
Aşk bir güneşe benzer
Aşkı olmayan gönül
Misal-i taşa benzer

Geç Yunus endişeden
Gerekse bu bişeden
Ere aşk gerek önden
Ondan dervişe benzer

Filosoful-poet Yunus Emre „rob aflat în slujba celor 72 de seminţii“ iubindu-l pe Allah şi iubind omul, cântă spre slava Lui Allah şi spre slava omului, fiind conştient că purificarea viciilor omenirii se poate realiza doar cu focul sacru al iubirii. Astăzi, ca şi ieri, ca şi în viitor, nu ne putem lipsi de dragostea şi gândirea lui Yunus Emre, poetul-filosof al iubirii.

Prof. dr. Nuredin Ibram

▲ Cuprins ▲ İçindekiler ▲ Contents ▲

română / türkçe: · română ·
türkçe
ediţia / autorul: · ediţia ·
autorul
alegeţi:
revista tipărită:
Martie 2002
legături: