♦ Cuprins ♦ İçindekiler ♦ Contents ♦


TÜRK TOPLUMUNA AİT TÜRBELERİMİZ

Değerleyen: Prof. Dr. Nuredin Ibram

Dobruca topraklarına Türklerin kuzeyden ilk gelişleri, M.Ö.V. yüzyılda başlar. Anadoludan giden Türklerin bölgeye ilk yerleşimleri ise, Selçuklu Sultan II. İzettin Keykavus’un Sarı Saltuk’u daveti ile 1263/1264’de gerçekleşir. Osmanlılar, Dobruca’yı Yıldırım Bayezit zamanında 1393’te ele geçirirler. 1878-1877 Osmanlı – Rus Savaşı sonucunda Berlin Antlaşması ile 1878’de bölge, Romanya’ya bırakılır.
1940’ta Hitler’in empoze ettiği Craiova Antlaşması ile Romanya, Kadrilater Bölgesi’ni, yani Güney Dobruca’yı Bulgaristan’a bırakır.
Balkanlardaki Türk nüfusunun Osmanlı dönemindeki yoğunluğunu kaybettiğini biliyoruz. Dobruca’daki Türk nüfusu da aynı akıbeti paylaşmıştır. Türklerin sayılarının düşüsüyle orantili olarak onların maddi ve manevi kültür varlıkları da giderek azalmış. Bir kısmı tamamen yok olmuştur. Bunların arasında maddi ve manevi kültür kalıntılarından çeşitli camiler, çeşmeler, evler, mezarlıklar ve türbeler bulunmaktadır.
Dobruca’da bu güne kadar gelebilen türbelerden yedisi şunlardır:
Babadağ’da: Sarı Saltuk Baba Türbesi, Koyun Baba Türbesi ve Gazi Ali Paşa Türbesi, Maçin’de İsak Baba Türbesi, İsakça’da İsak Baba Türbesi, Başpınar köyunde Sığırtmaç Evliya Türbesi, Boğazköy’de Şehit Baba Türbesi.
Türbelerin ortaya çıkarılması ve yapımı üç şekilde karşımıza şöyle çıkmaktadır:

  1. İkisi rüya sonucunda bulunur (Sarı Saltuk Baba türbesi ve İsakça’da İsak Baba türbesi)
  2. Dördü efsanevi olaylar sonucunda bulunur (Sığırtmaç Evliya Türbesi, Şehit Baba Türbesi, Koyun Baba Türbesi, Maçin’de İsak Baba Türbesi)
  3. Biri de vakıf sahibi tarihi bir şahsiyette aittir, yani Gazi Ali Paşa Türbesi.

Bu türbelerin önce bir mezar olarak ortaya çıkarılmaları, bazılarının üzerlerine türbe yapılması, bazılarının da mezar şeklinde etrafı çevrilerek belirlenmesi biçimi ile karşılıyoruz. Üzerine ister sonradan türbe yapılsın – yapılmasın, halkın ifadesini göz önüne alarak, türbe denilmiştir.
Dobruca’daki türbelerde, gelenek üzere Kur’an okutan biri, Kur’an okuyan kişiye parasını gönderirken yanında, beyaz renkli iki de mum gönderir. Mevlit veya adak kurbanı törenlerde iki mum yakılır. Betonla inşa edilmiş olan türbelerde mum yakmak için, mezar taşının arkasında özel bölmeler yapılmıştır.
Bazı türbeler, Tulça’da, Hırsava’da, Maçin’de, Anadolu’da olduğu gibi, evlerin içinde kalmıştır. Bu türbelerde, müslümanlar eskiden mum yakardılar. Fırtınada bile, mumlar hiç sönmezler ve bu türbede tüm dileklerin kabul edildiği bir simgesidir, bir işarettir.

I. SARI SALTUK BABA TÜRBESİ

Sarı Saltuk Baba Türbesi, Babadağ kasabasının merkezinde, Gazi Ali Paşa Camii’nin yaklaşık iki yüz metre batısında yer almaktadır. 2002’de Romen resmi kayıtlarına göre, Babadağ’ın toplam nüfusu 12.000 civarındadır, müslümanların toplam sayısı ise 1.200.

SARI SALTUK BABA’NIN TARİHİ ŞAHSİYETİ

Sarı Saltuk adı yazar ve felsefeci Yunus Emre’nin şiirlerinde geçmektedir. Evliya Çelebi Seyahatname’sinde Sarı Saltuk Baba’nın mezarının bulunması ve türbenin inşası hakkında, geniş bilgi verir ve onun keratmetlerinden bol bol söz eder. Ayrıca asıl adının Mehmet Buharı olduğunu belirtir.
Evliya Çelebi’ye göre, Hacı Bektaş-ı Veli, Sarı Saltuk’a bir tahta kılıç, bir seccade, davul, dümbelek ve sancak vererek onun Rum erenlerinden olmasına müsaade etmiştir. O da halk içine giderek, postlarını denize sermiştir. Tef ve kudüm (küçük iki davuldan olmuş usul vurma aleti) çalarak bir günde Kırım diyarına, sadan Moskof diyarına ve taifesi ile birlikte deh diyarına gitmiştir. Orada kıyafet değiştirerek „Esvet Nikola – Sarı Saltuk“ adında bir rahiple sohbet etmiş, sonra da onu öldürerek yerine geçip senelerce ben Sarı Saltuk’um diye diye binlerce adam gizlice İslam dinine davet etmiştir. Uzun zaman Sarı Saltuk adıyla dolaşmıştır.
Evliya Çelebi Sarı Saltuk’a ait üç yerin Osmanlı topraklarında olduğunu her ülke de birer isimle anıldığını anlatır. Rum’da Baba Sultan Sarı Saltuk, Kılgra Sultan olarak anılırken kafir diyarlarında Esved Nikola olarak bilindiğini bütün Hristiyan milletlerin ona hürmet ettiğini belirttir. Sarı Saltuk ayrıca Aziz Spyrdon, Spiridon ile ilişki kabul edip daha sonra Aziz Georges, Aziz Elias, Aziz Simeon ve nihayet Kara Kongolos ile bir tutulmuştur. Sarı Saltuk Baba!nın diğer makam veya türbelerinin Kroja, Korfu, Mostar civarı, Blagoy, Çakova ve Bosna’da olduğuna inanılmaktadır.
Babadağ’a ait Sarı Saltuk türbesi II Beyazit’in eserleri’ne dahil olmak üzere 18 yüzyıldaki Osmanlı – Rus savaşları sırasında yıkılmıştır. Türbe, Batılı araştırmacı Michael Kiel’in izlenimlerine göre, 1974 yılında restore edilmiştir. 1976 yılında bölgede araştırma yapan, Ekrem Hakkı Ayverdi ile Aydın Yüksel, aynı türbe için: „Kala kala basit ve garip bir türbe kalmıştır“ demişler. „Avrupa’da Osmanlı Mimari Eserleri, Romanya, Macaristan“ esrelerinde türbenin bir resmine ve planına yer vermişlerdir (1 cilt, 1 kitap, Ankara, 1977, s.14-20).
Evliya Çelebi ünlü eseri Seyahatname’de Sarı Saltuk’un Kerametlerinden de çeşitli örnekler verir. Bunlardan biri, Oğuz Kağan Destanın’da, Oğuz’la canavarın mücadelesini hatırlatan türden bir vak’adır. Sarı Saltuk, Karadeniz’in kıyısında cümle halka musallat kesilen bir canavarı öldürür. Kralın kızını ejderhadan kurtarır ve kralı İslama davet eder. Böylece, Dobruca kralı Orhan Gazi’ye elçiler göndererek padişaha boyun eğdiğini bildirir.
Sarı Saltuk’un son kerameti de ölümü ile ilgili olanıdır. Sarı Saltuk: „Ölünce beni yıkayıp edi tabut hazırlayın; çünkü benim için yedi kral cenk etse gerek“, diye vasiyet eder. Ölümünden sonra cesedini bulunduğu yerin bilinmesi, oraların Müslümanlar tarafından fethedilmesi için, bu yedi tabutu küffar diyarlarındaki şehirlere gönderilir. Moskof diyarından gelenler: „Bre medet, bizim tabut imiş“, deyip tabutlardan birini alıp Moskof ülkesine götürmüş. İkinci olarak Leh kralı askeri gelip bir tabut aldılar. O mübarek cesedi buldular. Leh diyarına götürüp Danıska iskelesi şehrinde gömdüler. Üçüncü olarak Çek Kralı tabutu görüp alarak Proniçe adlı şehre gömdüler. Dördüncü İsveç kralı Piyvançe adlı şehre gömdü. Beşinci Edirne kralı tabutu aldı Batorya (Babaeski)’da manastıra gömdü.
Altıncı olarak Boğdan kralı tabutu alarak Bozova yakınlarında sık orman içindeki eski kiliselerine gömdü. Yedinci tabut da Dobruca Krallığında İslam ile şereflenen Ali Muhtar alıp Kelgra kayalarında, ejderha (büyük yılan, korkunç bir masal canavarı) mağarasında toprağa verdi. Kelgra Latincede, yedi başlı ejder anlamına gelmektedir. Onun için yedi kırallıkta gömülü olup yedi mezarı vardır.

SARI SALTUK BABA TÜRBESİ’NİN BULUNUŞU

Sarı Saltuk Baba türbesi rüya sonucu bulunmuş bir türbedir. Rüyayı gören Osmanlı padişahı Sultan II Bayezit’tir.
Evliya Çelebi’ye göre, Bayezid-i Veli, Kili ve Akkirman seferi sırasında Babadağ’a gelir. Babadağ halkı Sultan Bayezit’e burada Saltuk adına bir türbenin bulunduğu, ama sonradan çöplüğe dönüştürüldüğünü ve zamanla türbenin kaybolduğunu anlatır. Sultan Bayezit ile veziri Kara Şemseddin çöplüğe varıp orada seccade esererek namaz kılırlar. Gece de istihareye yatarlar. Sultan Bayezit rüyasında sarışın sakallı, yeşil sarıklı bir vaziyette Sarı Saltuk’u görür. Bayezit’e hoş geldin der, ve Kili ile Akkirman’ı savaşmadan alacağını söyler. Ardından da, beni bu çöplülükten kurtar, der. Ertesi gün, Sultan Beyazit, kara Şemseddin’in gördüğü rüyayı bir kağıda yazmasını ister. Kendisi de yazar ve bunları şeyhülislama gönderir. İkisinin de gördüğü rüya aynıdır. Şeyhülislam cevabında: „Padişahım oraya büyük bir asitane yaptırasın“ der. Bunun üzerinde Sultan Bayezit çöplüğü temizletir. Kazma sonucu üzerinde „haza kabri Saltuk Bey Seyyid Mehmed Gazi“ yazılı mermer bir sanduka (mezarın üstünde yerleştirilmiş, tabut büyüklüğünde tahta veya mermer sandık) çıkar. Sultan Bayezit sandukanın üzerine kubbeli bir türbe inşa ettirir. Ardından, han, medrese, kervansaray, çarşı ve imaret (yoksullara ve öğrencilere iyecek dağıtmak için kurulmuş hayır kurumu) yaptırır.
Sultan Bayeziy ve Kara Şamseddin İstanbul’a doğru yola çıkacakları gece rüyalarında tekrar Sarı Slatuk’u görürler. Sarı Saltuk ikisine de: „Üzerimdeki kurşunlu kubbeyi kaldırın, tahta kubbe yapın“ der. Sabah düşlerini birbirine söylerler ve taş kubbe yerine, göklere yükselen tahta bir kubbe yaptırırlar.

II. KOYUN BABA TÜRBESİ

Babadağ kasabasının yaklaşık 3 km kadar doğusunda ormanlık bir tepenin üzerinde, dağlık bir arazide, bir mezar şeklinde olan Koyunbaba türbesi bulunmaktadır. Koyun baba türbesinde de, diğer türbeler gibi, çeşitli dualar yapılmakta, dileklerde bulunmaktadır.
Yöre halkına göre eskiden mezarın üzerinde bina varmış. Rusların işgali sırasında türbe içinde altın var diye yıkılmış. Daha sonra Müslümanlar mezarın etrafını taşlarla çevirdiler ve etrafındaki ağaçlara çaputlar (bez) bağladılar.
Koyun baba’nın vaktiyle bir çoban olduğu ve mezarının bulunduğu yerde koyun güttüğü anlatılmaktadır.
Koyun baba mezarın bulunması efsanevi bir olaya dayanmaktadır. Bir zamanlarda, dağda çobanın biri çubuğunu bir yere batırmış ve üzerine yaslanmış. Az sonra bir „ahh“ sesi işitmiş. Çoban korkmuş, köye gitmiş ve olanları köylülere anlatmış. Köylüler burada bir evliya vardır diye çobanın bulunduğu yerin etrafına taşlar dizerek orada bir türbe yapmışlar. O günden sonra bu mezarlığın etrafında mum yakmak ve çaputlar bağlamak adet haline gelmiş.

III. GAZİ ALİ PAŞA TÜRBESİ

Türbe, Babadağ’da Gazi Ali Paşa Camii’nin bahçesinde yer almaktadır. 1989 Romen devrimine kadar cami müze olarak korundu ve kullanıldı. Babadağ Cami ve türbesi yöredeki başıbuzuklar tarafından 1990 sonrası talan edildi. 1998 yılı sonunda, Türkiye’nin katkılarıyla cami onarıldı ve Romanya ve Türkiye Cumhurbaşkanları tarafından görkemli bir şekilde ibadete açıldı. Devrimden sonra camideki önemli eşyalar Tulça müzesine götürüldü.
Gazi Ali Paşa, 1683 kuşatmasından sonra bir çok yararlıklar gösterdi. Babadağ’da cami, çeşme, sekiz bin hectar tarla, orman ve göl, birçok vakfiye bırakmıştır.

▲ Cuprins ▲ İçindekiler ▲ Contents ▲

Ministerul Informaţiilor Publice
DEPARTAMENTUL PENTRU RELAŢII INTERETNICE

- BUCUREŞTI 2002 -

RAPORT DE ACTIVITATE

Activităţile desfăşurate în cadrul direcţiei pot fi clasificate pe trei mari grupe, astfel:

  1. sprijinirea financiară a organizaţiilor cetăţenilor aparţinând minorităţilor naţionale, altele decât cele care primesc subventii de la bugetul de stat potrivit Legii partidelor politice nr.27/1996;
  2. finanţarea unor proiecte şi programe interetnice;
  3. finanţarea unor proiecte şi programe în cadrul Campaniei europene pentru combaterea rasismului, xenofobiei, antisemitismului şi a intoleranţei.

Sprijinirea financiara a organizaţiilor cetăţenilor aparţinând minorităţilor naţionale s-a realizat în principal prin: primirea fundamentărilor de fonduri solicitate lunar de către organizaţii şi analizarea acestora privind respectarea destinaţiilor legale; întocmirea situaţiei privind sumele aloca-te lunar organizaţiilor de la bugetul statului şi a disponibilului existent până la finele anului în curs; pregătirea desfăşurarii lucrărilor Comisiei pentru probleme financiare a Consiliului pentru Minorităţi Naţionale şi participarea la acestea; elaborarea Protocolului privind alocarea şi justificarea sumelor aprobate şi repartizate prin Legea anuală a bugetului de stat organizaţiilor cetăţenilor aparţinând minorităţilor naţionale; primirea Contului de execuţie privind plăţile şi cheltuielile efectuate de organizaţii din fondurile bugetare la finele primelor trei trimestre ale anului 2001.
Pentru corecta utilizare a fondurilor bugetare de către organizaţii, Direcţia Asistenţă Programe s-a ocupat de culegerea şi transmiterea permanentă a informaţiilor cu privire la noile reglementari apărute, cu aplicabilitate în activitatea financiar-contabilă a organizaţiilor.
În vederea elaborării proiectului de buget pentru anul 2002, au fost solicitate organizaţiilor propunerile acestora, au fost centralizate şi transmise ordonatorului principal de credite pentru a fi incluse în propunerea de buget pentru anul 2002 a instituţiei.
În ceea ce priveste finanţarea unor programe şi proiecte interetnice, aceasta s-a realizat prin iniţierea de către Departamentul pentru Relaţii Interetnice a unei serii de programe, cât şi prin primirea de solicitări de finanţare de la organizaţii neguvernamentale sau instituţii, cu preocupări în domeniul minorităţilor naţionale.
În cadrul Direcţiei Asistenţă Programe, în anul 2001 au fost întocmite devizele de cheltuieli pentru toate proiectele aprobate la nivel de departament. Din fondurile aprobate pentru finanţarea unor programe şi proiecte în cadrul Campaniei europene de combatere a rasismului, xenofobiei, antisemitismului şi intoleranţei, în anul 2001 au fost finanţate 10 acţiuni.
Pe lângă activităţile mai sus prezentate, având în vedere că Direcţia Asistenţă Programe este reprezentată în Comisia de jurizare a proiectelor de îmbunătăţire a situaţiei socio-medico-educative în comunităţile de romi, trebuie arătat că DAF a elaborat Actul adiţional la Convenţia nr. 23/2767/EKP din 12.07.1999, încheiat între Ministerul Informaţiilor Publice – Oficiul Naţional pentru Romi şi Ministerul Finanţelor Publice, prin care s-a prelungit termenul de finalizare al acestor proiecte, finanţate din fondul PHARE de contrapartidă, până la 31 decembrie 2001.
Pentru acelaşi fond PHARE de contrapartidă, Direcţia Asistenţă Programe a elaborat documentaţia privind finanţarea unui proiect, în sumă de 372 milioane lei, în cadrul programului “Ameliorarea situaţiei socio-medicalo-educative în comunităţile de romi", urmărind decontarea cheltuielilor. Pentru fondul PHARE de contrapartidă Direcţia Asistenţă Programe a asigurat îndrumarea Oficiului Naţional pentru Romi sub aspectul procedurilor financiare impuse de specific, precum şi colaborarea cu Ministerul Finanţelor Publice pentru perfectarea documentaţiei referitoare la derularea acestui fond.
De asemenea, împreuna cu MEDE European Consulting, agenţia de implementare a proiectului PHARE RO 9803.01, Direcţia Asistenţă Programe a elaborat proiectul de buget pentru activităţile de realizarea cărora răspunde Ministerul Informaţiilor Publice, în vederea aplicării Strategiei Guvernului Romaniei de îmbunătăţire a situaţiei romilor, în anul 2002.

Material al Ministerului Informaţiilor Publice preluat de pe Internet

▲ Cuprins ▲ İçindekiler ▲ Contents ▲

Beyaz ölüme ölüm

Şimdiler de gündemde olan konulardan biri de esrardır.
Esrar vucüd tarafından emilen bir maddedir. Bu madde fizik ve ruhsal bağımlılık yaratır. Sigara ve kahve de esrarlar kategorisine girerler.
Her gün binlerce genç „beyaz ölümün penceresine" düşüyor. Eskiden Romanya sadece bir transit ulkesiydi ama simdi… Esrar kullanan gençlerin yaşı gittikçe düşüyor. Yıllar önce gençlerin esrarla ilk tanışmalar Üniversite de olurdu, halbuki bugun liselerde esrar normal, bir ihtyacımış gibi. Okullarda bile çocuklar sigarayı bırakıp esrar almaya başladılar; bence buna bir son vermenin zamanı geldi de geçiyor gençlerimiz her zaman sosyal, ekonomik politik deyişiklikler içinde olan bir dünyada yaşadıkları icin problemlerden kurtulmak icin başka bir paralel dünyaya kaçmak isterler. Kimisi hayal gücünü kullanıp yeni dunyalar keşf etmeye çalışır, kimisi iyi ya da kötü yeni arkadaşlar edinmeye çaliışır, en zayiflari da esrarın ağına duşerler. Belki başta sadece meraklarindan alırlar ama zamanla yaptıkları şeyin onları ölüme sürüklediğini anlarlar.
Gençler arasında yapılan bir araştırmaya göre, gençlerin yüzde dördü esrarı denediklerini, yüzde otuzüç de esrar kullanan arkadasları olduklarını söylediler. Onlara esrarı denemek ihtiyacını neden duygularını sorduğumuzda bazıları meraktan, bazıları yeni arkadaşlar edinmek için bazıları da aile ortamının yüzünden diye cevap verdiler. Ondan dolayı anne babalara sesleniyorum; çocuklarınızla ilişkiler kurun, onları anlamaya çalışın ki başka birşeyin ihtiyacını duymasınlar.
Gençlerimizi kaybetmek istemiyoruz onun için el ele verip, beyaz ölüme ölüm diyelim.

Şeila Iaia
Pagină realizată de Ervin Ibraim

▲ Cuprins ▲ İçindekiler ▲ Contents ▲

19 Mai – Ziua Tinerilor Turci

19 mai reprezintă o dată foarte importantă intrată în conştiinţa colectivă e etnicilor turci de pretutindeni şi asta datorită faptului că, în fiecare an, pe 19 mai sărbătorim Ziua Tineretului Turc (Atatürk‘ü Anma ve Gençlik Spor Bayramı).
În acest an Comisia de Învăţământ şi Tineret a Uniunii Democrate Turce din România a organizat cu acest prilej un picnic la Hagieni. Au participat la această binemeritată ieşire în aer liber aproape 30 de tineri din diverse localităţi dobrogene unde trăiesc etnici turci.
În cadrul activităţii d-nul prof. Ervin Ibraim a arătat participanţilor importanţa acestei zile exprimându-şi speranţa în permanentizarea unor asemenea acţiuni care să ducă la o mai bună cunoaştere reciprocă între tinerii turci din diferite filiale ale U.D.T.R. Programul activităţii a cuprins jocuri, muzică turcească etc. într-un cuvânt buna-dispoziţie.
La sfârşitul zilei tinerii au plecat mulţumiţi de rezultatele acţiunii sperând în continuarea unor activităţi de acest gen şi pe mai departe.

Ervin Ibraim

1 IUNIE – SĂRBĂTOAREA COPILĂRIEI

Cu prilejul zilei de 1 iunie, Ziua Internaţională a Copiilor, Uniunea Democrată Turcă din România a organizat prin Comisia de Învăţământ şi Tineret o acţiune la care au participat 100 de copii din diferite şcoli dobrogene, elevi ce s-au remarcat prin rezultate deosebite la învăţătură şi care au frecventat cursurile de limbă şi literatură turcă ca limbă maternă inclusă în trunchiul comun.
Acţiunea a avut loc la Compălexul Muzeal de Ştiinţele Naturii din Constanţa. Elevii au participat la spectacolul special organizat pentru ei la Delfinariu. De asemenea partcipanţii au vizitat Planetariul, Expoziţia Păsărilor Exotice şi Microrezervaţia.
La finalul activităţii fiecare participant a primit un frumos cadou din partea organizatorilor, cadou constând în rechizite, dulciuri, jucării şi un meniu Happy Meal de la Mc Donalds.

▲ Cuprins ▲ İçindekiler ▲ Contents ▲

TÜRK DİLİ MİLLİ OLİMPİYATIYLA İLGİLİ DÜSÜNCELER

22-26 Nisan günlerinde düzenlenen Türk Dili Milli Olimpiyati ögrenciler için gerçekten önemliydi.
Bana göre bu olimpiyat biz Türkler için neslimizin, kültürünün gelişmesinde çok büyük bir katkısı var. Olimpiyata katılmamızın tek sebebi hepimizin damarlarından “Türk kanı" geçmesindendir tıpkı siz öğretmenlerimizi istediği gibi. Biz öğrencilerde milletimizin, vatanımızın sesini sınırların ötesinde duyulmasını istiyoruz.
Hazırlanan sorular bizim bilgilerimizi, fikirlerimizi ölçmeye yönelikti. Sonucu çok önemli olmasa da bu seviyeye yetiştiğimiz icin çok mutluyuz.
Önce öğretmenlerimize bize tüm bildiklerimizi öğrettikleri için canı gönülden tesekkürlerimizi iletiyoruz. Başarımızın büyük bir bölümünü onlara borçluyuz.
Bu dört günde yaşadıklarımızı hiçbir zaman unutamayacağımızdan eminim; etrafımız güzel insanlarla çevrili, konuştuğumuz dil ise güzel Türkçemiz idi.
Dileriz bundan sonraki yıllarda da bu ve bunun gibi etkinliklere devam edilir.
Bu organizasyonun gerçekleşmesinde katkılar bulunan müfettişliğimize-sayin ENE ULGEAN ve ERVİN İBRAİM beye, Türk ve Tatar birliklerine, Mecidiye Kemal Atatürk Kolejine, ve sayamadığımiz emeği geçen herkese teşekkürü bir borç biliriz.

Seila Iaia

▲ Cuprins ▲ İçindekiler ▲ Contents ▲

Çok kıymetli nasihatler

İnsanların yaratılış gayesi

İnsanlar, Allahü Teâlâ’ ya kulluk, ibadet etmek için yaratılmıştır. Sonsuz saadete kavuşmak için yaratılış gayesine dikkat etmelidir. Dünya nimetleri geçicidir. Dünya ebedi kalınacak bir yer değildir, ahirete gitmek için bir binek gibidir. Sevinç yeri değil, ayrılık yeridir. Akıllı olan bu fâni dünyaya düşkün olmaz, kulluk vazifesini hakkıyla yapar.

Bu üç kimsenin haline şaşılır:

  1. Ölüm kendisini yakalamak üzere olduğu halde, o dünyalık peşindedir.
  2. Gaflete dalip, kendini unutuşu halde, unutulmamış olup, hesaba çekilecektir.
  3. Rabbinin kendinden razı olup, olmadığını bilmediği halde, rahatça güler..

Ölümden şüphen varsa, yatıp uyuma. Uyumak zorunda kaldığın gibi, ölüme de mahkumsun. Dirilmekten de şüphen varsa, uyanma hiç. Uykudan uyandığın gibi öldükten sonra da dirileceksin. Dünya deniz gibidir. Çok kimse boğulmuştur. Gemin takva, yükün iman, hâlin tevekkül olursa kurtulursun. Nasihat ederken kendini unutma! Muma benzeme. Mum aydınlatırken kendini yakıp eritir. Horoz senden daha akıllı olmasın! O, her sabah zikrederken, sen uykuda olma. Allahü Teâlâ’ nın bir kulunu sevmediğinin alameti ne dinine ne de dünyasına faydalı olmayan işlerle vakit geçirmesidir. Allahü Teâlâ’ nın bir kulunu sevdiğinin alameti ise, onun fıkıh ilmi ile meşgul olmasıdır.
İlim çoktur fakat ömür kısadır. O halde önce dinde zaruri lazım olan ilimleri öğren!
Allahü Teâlâ iyilik murat ettiği kullarını iyilikte, felaket murat ettiği kullarını felakette kullanır. Müslüman için en büyük felaket, ehli sünnet itikadına sahip olmamak, olunca da bu nimetin kıymetini bilmemek olur.
Hep üzüntülü olma, kalbini dertli kılma. İnsanların elinde olana tamah etmekten sakın. Kazaya razı ol ve Allahü Teâlâ’ n ın sana verdiği rızka kanaat et.
Dünya hiçtir, hiç ile ugraşan da hiçtir. Tövbeyi yarına bırakma, ölüm ansızın gelip yakalar. Allah bir kuluna iman vermiş ise, ne vermedi. İman vermedi ise, ne verdi?
Her namazı “bu son namazım" diye kıl.
Bu üç şeye sarıl, bunlara mani olan her şeyi terk et.

  1. Namazları vaktinde kıl
  2. Haramlardan sakın
  3. Helal kazanç

Allahü Teâlâ’ nın yasak ettiği şeylerde zerre kadar iyilik yoktur.
Dünya hayatı hayâldir. İnsanların çoğu hayâl peşinde koşuyor. Ne ahmaklıktır hayâl peşinde koşmak… Dünya geçici ve kısadır. Dünya hayatı ise azın azıdır. Bunun da çoğu gitti, azı kaldı. Allahü Teâlâ’ dan ümit kesmek küfürdür. Onun için Rabbimizin mağfiretinden daima ümitli olacağız. Hepimizin günahı çok. Tövbemizi unutuyoruz. Yüz kere tövbeni bozsan ümidini kesme buyuruluyor. İşte bu bizim için büyük müjdedir.
Hastalıklar, müminlere, imanı olanlara Allahü Teâlâ’ nın bir ihsanıdır. Cenab-ı Haktan gelen her şey hayırlıdır. Her ne gelirse yahşidir (güzeldir). Allahü Teâlâ kullarına kötülük yapmaz, zülmetmez. İnsanlar kendi kendilerine kazdığı kuyuya düşüyorlar. Allahü Teâlâ rahimdir, ama aynı zamanda azabı da çok şiddetlidir. Rahmet, karşılıksızdır, azap ise isyanın karşılığıdır, cezasıdır. Azaba maruz kalmamak için itaat şart. İtaat ettin mi korkma. Sevgi ise itaat demektir. Sevginin derecesi de itaatteki sürat ile ölçülür.

Firdevs Veli

DİNDE REFORM YAPMAK

Dinde reformculuk
Reform, islah etmek, bozulmuş bir şeyi düzelterek, eski doğru haline getirmek demektir. Hiristiyanlık bozulduğu için reform yapıldı. Dinimiz bozulmadığı için, böyle bir hareket dini bozmak olmaz mı?
Evet, müslümanlık bozulmadığı için böyle bir hareket, dini bozmak olur. Zamanın değişmesi ile, örf ve adete dayanan hükümler değişebilir. Nassa, dayanan hükümler zamanla değişilmez.
Imam-ı Rabbanî hazretleri de buyuruyorlar ki:
Bazı kimseler, yapacakları değişikliklerle dini düzelteceklerini zannediyorlar, ortaya bid’at çıkarıyorlar. Bid’atlerın zulmetleri ile sünnetin nurunu örtmeye çalışıyorlar. Yaptıkları değişikliklerle dinin noksanlıklarını tamamladıklarını iddia ediyorlar. Bilinmelidir ki din noksan değildir. Kur’an-ı Kerim’de buyuruluyor ki:
Bugün sizin için dininizi ikmal eyledim. Üzerinize olan nimetimi tamamladım ve size din olarak İslâmiyeti vermekle razı oldum.’ (Maide:3)
Reform üçe ayrılır
Reform, Fransızca bir kelimedir. Yeniden şekil verme, eski haline döndürme, bozuklukları, kötülükleri düzeltmek için yapılan islahat demektir. Bu manalara göre dinde reform üçe ayrılır:
1- Cahiller ve din düşmanları tarafından müslümanlar arasına sokulmuş olan hurafeleri, bid’atları, yanlış inançları düzeltme işidir. Dine birşey ilave etmeden eski haline döndürmek demektir. Bunları yapan büyük âlimlere (Müceddid) denir. Imam-ı Rabbanî, Imam-ı Gazalî ve dört mezhebin imamları birer müceddid âlimdir. Bu âlimlere, reformcu değil, (Müceddid) denir.
2- Dinde reform yapmaya kalkanların ikinci kısmı ise, ayet-i kerime ve hadis-i şeriflerden, kendi akıllarına göre mana çıkaran ve İslam âlimlerinden ayrılanlardır.
3- Dinde reform yapmak isteyenlerin üçüncü kısmı, sinsi islâm düşmanlarıdır. Bunlar müslüman görünerek, (Dini islah ediyoruz, ana kaynaklara iniyoruz, Kitab ve Sünnete sarılmalıyız) diyerek ayet-i kerimelere ve hadis-i şeriflere kasten yanlış mana veren kimselerdir. İster bunlar gibi kasti olsun, isterse, cehaletleri sebebiyle, Kur’ an-ı Kerim’ e yanlış mana veren kimseler dinden çıkar. Hadis-i şerifte, (Kur’an-ı Kerim’ den kendi aklı ile, kendi düşüncesi ve bilgisi ile mana çıkaran kâfirdir) buyuruldu. Bunun için İslam âlimlerinin kitaplarından nakil yapmayan kimselerin yazdığı kitaplar çok zararlıdır. İnsanları felakete sürükler. Yakın tarihimizde camilere müzik aleti sokma ve sıra koyma gibi gayretleri olmuştur. Bir ingiliz uşağı olan Efgani de dinde reform peşindeydi. Efgani, hem Türkçü, hem İslâmcı görünmeyi başarmıştır. İslamın Luther’i olarak tanıtılan ve İslâm ile komünizmin arasını bulmaya çalışan Kazanlı Moskof Musa Carullah Beykiyef isimli din yobazı, bu moskof reformcu, geri kalışın sebebini dinde ve din kitaplarında görüyordu. (Fıkıh, kelâm, tefsîr v.s. gibi din kitaplarında akıldan, fikirden, müslümanlıktan birşey var mı? Kur’an-ın bazı kuralları eskimiştir. Aklı olan dini esaretten kurtulmalı) diyerek, dine ve dinimizin esası olan kitaplara saldırmıştır.
Dinimizi korumaya, anlamaya ve uygulamaya çalışalım. Başkaların moderleşme fikirlerini dinlemeyip onlara Kur-an’ı Kerim’i kaynak olarak gösterelim, dinimizin emirlerini yerine getirmeye çalışalım ve kimsenin İslam hakkında kötü konuşmalarına izin vermeyelim.

Firdevs Veli

▲ Cuprins ▲ İçindekiler ▲ Contents ▲

PROBLEMELE COMUNITĂŢII MUSULMANE

Necunoaşterea sau proasta interpretare a religiei islamice a făcut să aibă asupra populaţiei cu pregătire medie o imagine confuză despre religia din care atât comunitatea turcă cât şi cea tătară face parte. Pentru a limpezi într-o oarecare măsură unele confuzii ne-am adresat d-nului Muftiu Bagiş Şahingirai personalitate reprezentativă a cultului musulman din România de la care am obţinut acest interviu:

R: Cu ce probleme se confruntă în prezent comunitatea musulmană?
M: Cele mai importante probleme cu care se confruntă în prezent comunitatea musulmană sunt problemele materiale. Grija zilei de mâine, pensiile mici, lipsa locurilor de muncă, sărăcia din satele Dobromiru, Văleni, Lespezi, Făurei, Hagieni unde majoritatea trăiesc din ajutorul social, sunt problemele de bază ale existenţei comunităţii noastre. Pe lângă toate acestea se mai adaugă şi atacul prin intermediul presei la adresa religiei islamice. Sunt cazuri izolate în care câte un imam sau un musulman greşeşte şi imediat apare fotografia moscheii mari din Constanta ori minaretul acesteia sau una din geamiile din Dobroca de parcă ele ar fi vinovate. Consider că este un atac direcţionat la adresa Islamului. Unele ziare se folosesc de libertatea de exprimare încercând să murdărească imaginea ei. Religia islamică nu este o religie care poate fi uşor pătată, are baze solide şi orice om ce vrea să înveţe câte ceva despre ea este rugat să o studieze dar de la sursele de bază precum Coranul sau hadisurile (spusele profetului).
R: Cum promovaţi Islamul în rândul tinerilor?
M: După cum se ştie religia este obligatorie în şcoală. Alături de celelelte culte religioase trimitem imamii sau cadre didactice calificate să predea elevilor în forma ei adevărată promovând pacea şi respectul faţă de celelalte religii şi culte. Se organizează olimpiada de religie. Organizăm cursuri de perfecţionare cu cadrele didactice care predau religia islamică. Avem Liceul Kemal Atatürk din Medgidia în care se studiază atât limba turcă cât şi religia islamică, cu profesori foarte bine pregătiţi şi trimiţi de statul turc din Republica Turcia. Cursurile de vară care au loc în majoritatea geamiilor şi în care se predă religia islamică dar şi citirea Coranului vine în sprijinul completării cunoştinţelor şi a dogmelor religioase. Pe lângă toate acestea există Fundaţia Română de Servicii Islamice, Fundaţia Tuna, Liga Islamică şi Culturală din România, Fundaţia Taiba care încearcă să ajute tinerii musulmani din România să-şi cunoască religia, să beneficieze de cazare şi mâncare gratuită oferindu-le îmbrăcăminte şi bani şi să tipărească cărţi.
R: Din ceea ce v-aţi propus ce aţi realizat până în prezent?
M: Lăcaşurile de cult care până în anul 1990 erau deschise doar din vineri în vineri acum sunt deschise zilnic. Chemarea la rugă care se face de la minaret, traducerea Coranului în limba română, cărţile cu caracter religios traduse în limba română cât şi cele care le mai primim din Turcia sunt distribuite enoriaşilor. Se organizează tabere pentru copii cu sprijinul fundaţiilor religioase arătându-le frumuseţea islamului. Participăm la conferinţe şi simpozioane care au loc atât în ţară cât şi în străinătate şi care au ca temă dialogul dintre religii.
R: Cum revolvaţi situaţia locurilor de muncă al tinerilor absolvenţi al Colegiului Kemal Atatürk secţia teologie?
M: Tinerii noştrii sunt oglinda viitorului de aceea încercăm să-i angajăm pe noii absolvenţi atât ca imami în posturile vacante şi angajând pe posturi de religie la şcolile unde se predă religie islamică.
R: Credeţi că tinerii musulmani au anumită reticenţă faţă de unele percepte ale Islamului?
M: Musulmanii din România se situează procentual sub 1% din populţia ţării. Acolo unde majoritatea este creştină copiii, tinerii musulmani sunt în contact cu obiceiurile creştineşti şi aceste influenţe datorează reticenţă la unii dintre tineri. Dorinţa mea este ca aceşti tineri să încerce să cunoască mai bine religia să se pregătească şi să nu uite că sunt trecători prin această lume şi că ne aşteaptă o altă viaţă. Coranul, cartea noastră sfântă, profetul nostru ne-au arătat şi ne-au avertizat despre existenţa vieţii de după moarte. Mă rog bunului Allah ca tinerii noştri să respecte perceptele Islamului şi să cunoscă religia islamică.
R: Domnule Muftiu vă mulţumim pentu timpul acordat interviului nostru şi sperăm că toate proiectele pe care vi le-aţi propus le ve-ţi realiza în cel mai scurt timp.
M. Şi eu vă mulţumesc de asemeni.

Interviu realizat de Firdevs Veli

▲ Cuprins ▲ İçindekiler ▲ Contents ▲

Dini insanlar çıkarmadı ki insanlar değiştirsin

Bazıları diyorlar ki: Islam artık toplumun gereklerine göre değişmelidir. Mesela kadınlar daha özgür bırakılmalı. İstedikleri gibi giyinip, istedikleri gibi çıkıp gezebilmeli. Bunlara nasıl cevap vermeli?
Verilecek en güzel cevap susmaktır buyuruluyor. Böyle din düşmanları ile münakaşaya girmemelidir.
Dini insanlar çıkarmadı ki insanlar değiştirsin. Kadının nasıl giyineceğini insanlar tespit edemez ki. Allah’a inanan kimse, O ne demişse ona inanması gerekir, uyarsa daha büyük nimettir. Ben hepsine inanıyorum ama hepsini uygulayamıyorum demeli. Yoksa, günaha alışıp da bu günah mubah olmalıydı demek Allah’a inanmamak olur. O kimseler Allah’a inanmıyorlar, inansalar böyle demezler. Allah her şeyi bilmez mi bugünkü toplumu bilmiyor muydu? İslamda reform demek ben Allah’a inanmıyorum demektir, yahut Allah’ı basit bir varlık gibi görüp bu işi iyi yapmamış demektir. Toplumun gereklerine göre dini değiştirmek dini yıkmaktır.
Birinin çıkıp (ben İslam dinini yıkacağim) dediğini gördünüz mü hiç?. Görmediniz, demez. Niye desin ki, o zaman onu herkes tanıyacak, gerçek yüzünü herkes görecek. Dini yıkma fırsatını ya bulacak ya bulamayacak. Ama çıkıp tesettür yok diyor, faiz helal diyor, Allah Resulünü kabul etmeyip (Yalniz Kur’an) diyor ve daha neler neler. Bunları söyleme fırsatı bulduğu gibi, bazı taraftarlar da bulabiliyor. Peki bu dini yıkmak değil mi?

Şaşırtıcı güzellik sırları

Daha önce hiç duymadığınız güzellik sırlarıyla teninize, saçınıza, makyajınıza yeni boyutlar kazandırmak ister misiniz? Bu sırlarla birlikte güzellik anlayışınız evrim geçirecek!

1. Parlak farlar gündüzleri de kullanılabilir!

Kadınların çoğunun kullandığı mat görünümlü kahve tonlarındaki göz farları, gözlerinizi sandığınız gibi doğal göstermez. Tam aksine gözünüzü iyice çember içine alıp daha ufak gözükmesine yol açar. Son günlerin trendi altın ve gümüş renklerini kullanmakta hala tereddüt mü ediyorsunuz? Onları gündüz kullanmanın abes olduğunu mu düşünüyorsunuz? Çok yanılıyorsunuz! Makyaj uzmanlarına göre; bu renkler gece kullanıldığı gibi gündüz de pekala kullanılabilir, üstelik yüzünüze ışıltı kazandırıp daha güzel görünmesini de sağlar.

2. Açık renkler dudaklarınızı daha güzel gösterir!

Tıpkı gözkapaklarında olduğu gibi dudaklar için de koyu ruj kullanmak, onları ince ve doğal olmayan bir görüntü içine sokar. Dudaklarınıza dolgun seksi bir görünüm kazandırmak istiyorsanız, pembemsi, parlak rujlar kullanmanız gerekiyor. Dudaklarınıza en yakınpembe tonunu bulmak için, denediğiniz ruju elinizin üst kısmına sürün. Böylece teninize uygun olup olmadığını görebilirsiniz.

3. Kaşlarınızı almadan önce onları kısaltın!

İşte size güzellik uzmanlarından göz kamaştırıcı kaşların sırrı: İlk aşama kaşlarınızı almanız gereken bölgeyi belirlemek. Dikkat etmeniz gereken, kaşlarınızın her ikisinin de eşit oranda incelmesini sağlamak. Bunun için bir çubuk yardımıyla kaşlarınızın başlangıç ve bitiş noktalarını işaretleyin. Elinize cımbızı almadan önce ufak bir makas kullanın.
İlk önce, bir fırça yardımıyla kaşlarınızı yukarı doğru tarayın. Burna yakın olan kılların daha uzun olduklarını göreceksiniz. Makasla bu uzun kılların uçlarından hafifçe alın. Kavisli bir kaş için burnunuza doğru bir eğim olacak şekilde kaşlarınızı alın. Daha sonra, kaşınızı tarayıp uzun olan kılları kısaltın. Son olarak da artık cımbızınızı alıp, fazlalıkları tamamen ortadan kaldırabilirsiniz.

4. Ph konusunda hassas davranın!

Ürünlerin etiketlerinde okuduğumuz Ph miktarları o ürü-nün ne kadar asit veya ne kadar alkalin içerdiğini gösterir. Bu rakamlar 1’le başlar (1=çok asit) ve 14’le biter (14=çok alka-lin). Gündüz kullanımında düşük Ph’lı (3.5) alfahidroksit asit ve C vitamini içeren kremleri tercih ediyorsanız, cildinizin “kola-jenaz" denilen bir madde salgılamasına sebep olursunuz.
“Kolajenaz" enzimi cildi sıkı tutan ve yaşlanmasını önleyen kolajen dokuya zarar veriyor. O yüzden ürün seçiminizde Ph değerlerine dikkat edin.

5. Yüzünüzü fazla yıkamayın!

New York Üniversitesi dermatologlarından Jeannette Graf’ın açıklamalarına göre; yüzü fazla yıkamakla tenin doğal lipitlerine (yağlara) zarar verip, cildimizin kurumasına neden oluyoruz. Eğer teniniz kuruysa fazla nem kaybetmek cildinizin tahriş olmasına sebep olacaktır. Eğer teniniz yağlıysa, yağ kaybına yağ bezeleri cevap verecek ve daha çok yağ üretecektir.
Cildinizin nem dengesini bozmak istemiyorsanız, fazla yüz yıkama huyunuzdan vazgeçin. Yüzünüzü yalnız akşamları sabun-la yıkayın. Öğleden sonra yüzünüzü yıkama ihtiyacını duyarsanız, su serpiştirmekle yetinin. Her iki defasında da hafif bir nemlendirici kullanarak su kaybınızı önleyin.

Sayfaları hazırlayan Nurcan İbraim

▲ Cuprins ▲ İçindekiler ▲ Contents ▲

BAHARATLI TAVUK

5 kişilik

Malzemesi

10 adet tavuk but baget, 1 adet soğan
1 adet domates, 1 diş sarımsak
1 çorba kaşığı domates ve biber salçası
1 tatlı kaşığı kekik, 1 tatlı kaşığı kimyon
1 tatlı kaşığı köri, 1 çay kaşığı muskat
1 çay kaşığı zerdeçal,
1 tatlı kaşığı karabiber
1 tatlı kaşığı kırmızı biber
Yarım çay bardağı zeytinyağı
Yarım limon suyu, tuz

Soğanı piyazalık doğrayın. Sarımsak ve domatesi rendeleyin. Domatesi, yarım limon suyu ve zeytinyağıyla beraber bir tencereye alın. Salçayı ekleyerek iyice ezin. Soğan, sarımsak ve baharatları ekleyin. En son olarak tavuk butlarını tencereye koyun ve bu karışımı tavuklara iyice bulayın. Tencerenin kapağını kapatarak buzdolabına koyun. Birkaç saat bu terbiyede bekletin. En son olarak tavuk butlarını bir fırın tepsisine dizin. Çıtır çıtır olana dek kızartın.

2003’te plaj şıklığı

Flamboyant, canlı ve parlak renklerle ilgi çekmeyi seven, vücudunu genelde dar kıyafetlerle sergilemeyi seven kişilere uygun bir tarz.
Skin, seksi deri motifleri, vahşi hayvanların baskıları, hafifletilmiş süet kumaşlar gibi ana unsurlara sahip.
Linear, doğrular geometrisinden de geldiği gibi hayatımızda düzgün ve doğru olan kavramları simgeliyor.
Understated, sadelik ve hafiflik. Renkler ve renklerin tarzına dayanan bir tema. Küçük farklı detaylardan oluşan aksesuarların kullanıldığı, en sofistike tek renk bikiniden en keskin renk bloklama kullanımına kadar bir çizgi bu trendin içinde yer alıyor.
Loveheart, gençlere, kendini genç hissedenlere hitap eden bu tarz, kumsal zevkini ve neşesini mayo ve bikinilerdeki canlı, neşeli, bakanlara enerjisini hissettiren görüntüsüyle tamamlıyor.
Flower, İngiltere’nin muhteşem güzellikteki doğasının izlerini taşıyan şekiller ve baskılarla oluşturulmuş çok özel bir koleksiyon. Bu trendde bayanlar en özel çiçeklerle bezenip, doğanın sunduğu en etkileyici iki güzellik olan kadın ve çiçek bir araya getiriliyor.
Roundabout, hareketli cesur bir çizgi, kendinden emin olanlar için. Dairesel geometrik şekillerin kullanıldığı bu desenler hayatı simgeliyor ve özgüveniyle kendini hayatın merkezinde hissedenlerin mesajını kumsallarda rüzgara bırakıyor.

▲ Cuprins ▲ İçindekiler ▲ Contents ▲

Ansamblul Fidanlar a cucerit Marele Premiu al Festivalului de la Orşova

În perioada 15-21 iunie a.c., la Orşova, a avut loc Festivalul Naţional al Minorităţilor Naţionale şi al Românilor din afara Hotarelor. La această acţiune au participat ansambluri diverse aparţinând minorităţilor naţionale din toată ţara.
Din partea comunităţii turce a aprticipat ansamblul Fidanlar al Uniunii Democrate Turce din România însoţit de Amet Melek, coordonatoarea grupului, prof. Nurgean Ibraim, redactor U.D.T.R. şi prof. Ervin Ibraim, reprezentant al I.S.J. Constanţa.
Precizăm în încheiere că ansamblul nostru a cucerit Marele Premiu al Festivalului.
Vom reveni în numărul viitor cu un supliment dedicat în întrgime acestui festival.

Ervin Ibraim

▲ Cuprins ▲ İçindekiler ▲ Contents ▲

NAZİM HİKMET’LE İLGİLİ ANILAR

Gazeteci – Spiker – Yazar Erem Melike Roman’ın ünlü Şair Nazim Hikmet’le ilgili de pek çok anısı bulunuyor. Görüşmeleri, mektuplaşmaları ve Moskova ziyaretleri var. Nazim üstüne Romanya’daki tüm belgeleri tarayarak Türk okurları için “Nazim Hikmet Romanya’da, isimli kitabını yazmış.
Romanya’nın Nazim için bir uğrak yer olduğunu, 1951, 1957 ve 1962 yıllarında şairin Romanya’ya geldiğini ve Romenler tarafından “onur konuğu“ olarak karşılandığını belirtiyor. Eşiyle birlikte Romence’ye çevirdiği “Şohret“ isimli piyesin Bükreş, Ulusal Radyosu “Radyofonik tiyatro saatinde“ 10 Ekim 1965 gecesi yayınlandığı açıklıyor. Nazim’in kendisine gönderdiği Piyesin Türkçesini eliyle bizzat düzelttiğini vurguluyor. “Unutulan Adam“ yahut “Şohret piyesinin bu orijinal metnini bir UNESCO kutlaması olan Nazim Hikmet’in 100. doğum yıldönümü münasebetiyle 25 Mart 2002’de İstanbul’da gerçekleştirilen seminere kadıldıktan sonra Türk Edebiyat Müzesine armağan ettiğini sevinçle ifade ediyor. Ünlü şair, Melike Roman’a gönderdiği bir tebriğin arkasında şöyle yazmış: “Canım kızım, çiçekli dalımız, geleceğimizin güzel müjdesi Melike’ye… Nazim“
Eşiyle birlikte kendisini 1959 yılında Moskova yakınındaki “Peredelkino’daki“ yazarlar köyünde “bulunan villasında ziyaret etmiş.
“Nazim, çok güzel yemek yapardı. Gürcistan’dan gelen patlıcanlarla size güzel bir karnıyarık yapacağım Melike derdi“.
Ancak ünlü şairin Moskova’da hayal kırıklığı yaşadığını ve sürekli Anadolu özlemini dile getirdiğini dikkat çekiyor.
“İvan İvanoviç, putlaşmaya karşı bir çığlıktı. Putlaşma gördüğü için bu oyunu sahneledi. Uğruna bu kadar yılını hasretmiş olduğu rüyanın gerçek olmadığını görünce hayal kırıklığına uğradı ve bunu da eleştirel bir şekilde yazar dostlarıyla hatta herkesle paylaştı. Krediden düşmüş olduğu anları yaşadık. Fakat o zor dönemlerde bile fikirlerini ifade edebildi. Ama daima iyimserdi Yine Eşim Carol’un (Karol’un) Nazim’in dram yazarlığına ait bir röportajı var kendisiyle. O zaman Nazim, piyesler yazdığını ve o piyeslerle yanlış gördüğü hususları dile getirdiğini belirtiyor. Bu röportaj Gazeta Literară da 1959 da yayınlandı.“
Daima halkların birbiriyle barış ve kardeşlik içerisinde yaşamasını isterdi. Nazim, şiirleriyle insanlığı barışa çağırmıştır.“ diyor.
Mezarının tekrar Türkiye’ye getirilmesi tartışmalarına da dikkat çeken Roman bu konuda hiçbir tartışmaya gerek olmadığını çünkü onun “Vasiyet“ isimli şiirinde nereye gömülmesini istediğini şöyle anlatıyor: “Hakiki bir insan, doğduğu yeri, anasını, babasını, evini, suyunu bilen bir insandır. Memleket hasretiyle yandı, bitti. Kanaatime göre Nazim’in anavatanına mezarına götürülmesi lazım. Vasiyet şiirinde bu konuda görüşleri var. Bu şiiri okuduktan sonra bence hiçbir tartışmaya gerek yok. Bizim kendi toprağımızda gömülmesi lazım. Nazim ‘in beklentisi de buydu.“

▲ Cuprins ▲ İçindekiler ▲ Contents ▲

BABALAR GÜNÜ

Doç. Dr. Sefa Saygılı

AVRUPA ÜLKELERİNDE VE ABD’de aileye karşı gelişen cereyan büyük problem haline dönüşmüş durumda. Bir yandan çocuk denecek yaştaki kızlar evlilik dışı çocuk sahibi oluyor, diğer yanda evlilik yapanların sayısı oldukça azalmış durumda. Son birkaç yılda dünyaya gelen Danimarka ve İsveç’li bebeklerin neredeyse yarısından çoğu evlilik cüzdanı olmayan çiftlerin eseri. Fransa ve İngiltere’de her üç çocuktan biri gayrimeşru. İnsanların çocuklarını evlatlık olarak vermek istememeleri de yalnız anne babaların sayısında artışa sebep olmakta.
Bu ülkelerde ailenin yapılanması değişmiş gibi. Çocuğuyla yaşayan anne veya baba, özellikle de babasız çocuklar çok artmış. Sadece anne ve çocuktan oluşan ikili, bu yüzden aile kabul edilmeye başlandı.
Ancak babasız yetişen bu yeni kuşağı pek çok problem de bekliyor: Uyuşturucu, alkol, işsizlik ve eğitim düşüklüğü bunların başında geliyor. Sadece çocuk mu? Yalnız anneler de çok dertliler, işsizlikten ve daha önemlisi stresten çekiyorlar. Ortak söyledikleri: “Çocuklarımıza karşı kendimizi korkunç derecede suçlu ve sorumlu hissediyoruz. Ayrıca bizim tek ihtiyacımız para değil. Arkadaşa, aileye gerek duyuyoruz."
Amerika’da çocukların yüzde 60’ı babası veya genellikle de annesiyle yalnız yaşıyor. Amerikalı anne-babalar, 20-30 yıl öncesine kıyasla çocuklarına yüzde 40 daha az zaman ayırdıkları tespit edilmiş; “hafta boyunca sadece 17 saat." Ayrıca, çocukların dışarıda “gözetim altında olmaksızın" oynayabilme şansları yok artık. Suç oranlarının artması ve çalışmak zorunda olan annelerinin ilgisizliği yüzünden güvenli bir ortamda özgürce koşturamayan çocuklar, bunun bedelini büyüyünce topluma ödetiyorlar.
Babasız ailelerde büyüyen çocuklarla kurulacak bir toplumun sağlıklı olamayacağında ve bu durumun çocukları olumsuz etkilediğinde bütün uzmanlar görüş birliği içerisindeler. Böyle büyüyen çocuk okulda başarısız, problemlere çabuk bulaşan, hissî olduğu kadar sağlık sorunları olan biri haline geliyor ve büyüdüğünde kendisi de evlenmemeyi veya çabuk boşanmayı tercih ediyor.

Babanın rolü

Çocuk için baba vazgeçilmez önemdedir. Baba, anneden açıkça farklı bir insandır ve bu farklılığın algılanması erkek ve kız çocuğun cinsel kimliklerini kazanmalarına katkıda bulunur. Erkek çocuk babasını örnek alır ve taklit ederek kendi cinsiyetini öğrenir. Kız evlat ise babasının nelere sevindiğini gözleyerek kadın olmanın anlamı konusunda belli bir anlayış edinir.
Bütün çocuklar etkili bir babaya muhtaçtırlar. Babanın gücünü, varlığını ve desteğini hissetmek isterler. Çünkü çocuğun uyumlu psikolojik gelişmesinde güçlü ve sevgi dolu bir baba vazgeçilmezdir. Gerek babanın sahip çıkmadığı gerekse ayrılık veya boşanma ile babanın olmadığı ailelerde büyüyen çocukları birçok tehlike beklemektedir:

▲ Cuprins ▲ İçindekiler ▲ Contents ▲

Mituri Scandinave

Vikingii sau norvegienii erau marinari din Scandinavia care au trăit în nordul Europei din secolul al VII-lea până în sec. al IX-lea. Vikingii erau aventurieri curajoşi, luptători puternici şi comercianţi prosperi. Ei aveau o mitologie bogată şi spuneau multe poveşti despre faptele vitejeşti ale zeilor lor. La sfârşitul secolului al XI-lea, majoritatea vikingilor s-au convertit la creştinism.

ZEII VECHILOR NORVEGIENI

Casa zeilor norvegieni era Asgardhr (Asaheim), regatul care pluteşte în cer, separat de Pământ printr-un râu magic. Asgardh era condus de zeul Odhinn, (primul dintre Aseni; aşa înseamnă în scandinavă veche) care a renunţat la un ochi pentru a deveni atotştiutor şi atotputernic. Thorr, zeul tunetului şi al fulgerului, a călătorit deasupra cerului în carul său de foc purtând ciocanul său măreţ, Mjollnir- Njordhr era zeul mării şi tatăl gemenilor Freyr (zeul fertilităţii) şi a Freyja (zeiţa iubirii şi frumuseţii).

Bătălia finală

Mulţi zei scandinavi erau condamnaţi să moară într-o bătălie sângeroasă numită Ragnarokr. Aceasta ar fi lupta finală între bine şi rău, zeii scandinavi împotriva duşmanilor lor uriaşi care ar vesti sfârşitul lumii. Însâ unii zei vor supravieţui pentru a construi o lume nouă şi paşnică.

▲ Cuprins ▲ İçindekiler ▲ Contents ▲

BUNU BİLİYORMUYDUNUZ…?

Doğançay’ın tablosu Avrupa Parlamentosu’nda

Ressam Burhan Doğançay, “Homege to Calligraphy" adlı tablosunu Avrupa Parlamentosu’na hediye etti. Avrupa Parlamentosu milletvekili Ozan Ceyhun, Doğançay’ın tablosunu hediye etmesinin “modern laik Türkiye’nin Avrupa Parlamentosu’nda kalıcı bir şekilde temsili anlamına geldiğini" belirtti.
Doğançay’ın hediye tablosu, 19 Haziran’da çok sayıda milletvekilinin katıldığı bir kokteylde Avrupa Parlamentosu’na teslim edildi.

(Hürriyetim)

Van Gogh’un üç tablosuna 14 milyon dolar

Hollandalı ünlü dışavurumcu ressam Van Gogh’un 3 tablosu, Londra’da düzenlenen bir müzayedede 14 milyon dolara satıldı. Christie’s müzayede salonundan yapılan açıklamaya göre, Roman Okuyan Kadın, Vincent’ın Arles’daki Evi, Natürmort, Karanfilli Vazo adlı üç tablo müzayedeye katılanların büyük ilgisini çekti.
Ünlü ressamın bunalıma girip sol kulağını kesmeden bir süre önce 1888’de yaptığı “Roman Okuyan Kadın" tablosuna 5.61 milyon dolar, arkasında kardeşine yazdığı bir mektup bulunan, dolmakalemle çizilmiş taslak olan „Vincent’in Arles’daki Evi“ tablosuna 1.41 milyon dolar, 1890’da yaptığı „Natürmort, Karanfilli Vazo“ adlı yağlıboya tablosuna ise 7.09 milyon dolar ödendi.
Van Gogh dışında Georges Braque, Pablo Picasso, Claude Monet ve Pierre-Auguste Renoir gibi ünlü ressamların eserlerinin bulunduğu Dışavurumcular ve Modern Sanat Satışı adlı müzayedede toplam 41.63 milyon dolarlık satış yapıldı.

▲ Cuprins ▲ İçindekiler ▲ Contents ▲

Emrah Yücel’e KeyArt Ödülü

Hollywood’da ya-şayan Türk reklamcı Emrah Yücel, „Frida“ filmi için hazırladığı uluslararası kam-panyayla film reklam-cılığı dünyasının Oscar’ı sayılan „Key Art“ ödülünü ikinci kez kazandı. Hollywood’daki Uluslararası Kültür Merkezi’nde bu yıl 32’ncisi düzenlenen Key Art ödül töreniyle ödüller sahiplerini buldu.
Film stüdyoları yöneticileriyle sinema sanayiinin önde gelen firmalarının temsilcilerinin bulunduğu, 1800 kişinin katıldığı törende ödülleri oyuncu Sharon Stone, Tobey McGuire ve Rob Schneider dağıttı.

KEYART ÖDÜLLERİ NEDİR?

„KeyArt ödülleri“ her yıl uluslararası alanda sinemanın tanıtımi konusunda çalışan kişilerin yaratıcılıklarını ödüllendirmek amacıyla dağıtılıyor.
Filmlerin tanıtımı ve pazarlanması amacıyla yapılan afişler, ilan panoları ve fragmanların yaratıcıları bu yarışmaya katılabiliyor.
Emrah Yücel ve kurduğu „İconisus“ şirketi de bu kapsamda BeverlyHills’deki pek çok uluslararası kampanyaya imza atmış bulunuyor.
„Frida“ filminin yanı sıra, „Head in the Clouds“, „Four Feathers“, „Jersey Girl“ ve „The Hours“ gibi filmlerin kampanyalarında da başarı sağlayan Emrah Yücel, A.A’ya yaptığı açıklamada, „Hollywood’da Meksikali sanatçı Frida’nin hayatını konu alan bir film ile ödül almak beni özellikle sevindirdi. Amerikan sineması kendi kültürünün dışında da kültürler olduğunu anlamaya başlıyor“ dedi.

CEM YILMAZ İLE ORTAK PROJE

Yücel, halen üzerinde çalıştığı projeler arasında, Jet Li’nin ‘Hero’ adlı filmi, Tarantino’nun Uma Thurman ile çevireceği yeni filmiKill Bill’in bulunduğunu, ayrıca Cem Yılmaz ile bir Türk kurgubilim filmi olan Gora üzerinde çalıştıklarını da belirtti.

▲ Cuprins ▲ İçindekiler ▲ Contents ▲

Antik Çağda Anadolulu Filozoflar

Antik dönemde Yunan uygarlığının her alanında olduğu gibi düşünce ve felsefede de gelişme olmuştur. Yunanlılar Eski Mısır ve Doğu uygarlıklarından etkilenmiş olmalarına rağmen düşünce şeklini oluşturmakta güçlük çekmemişlerdir. Ancak felsefe belli bir kültürün sonucunda ortaya çıkmıştır. Yunanlı filozofların önemli isimleri Batı Anadolu toprakları üzerinde yaşamış ve öğretileri buradan Yunanistan’a geçmiştir. İyonya felsefesini Yunanistan’da Kolophonlu Ksenofones yaymış ve bir felsefe ekolü kurmuştur. M.Ö 6.yy’da İyonya’da aydın çevrelerde belli bir düşünce oluşmaya başlamış, çok tanrılı bir dinin kabul edildiği bir ortamda doğa olayları bu tanrıların gücüyle değil doğa kanunlarıyla açıklanmaya çalışılmıştır.
İyonya’da bilimi ön plana çıkaran doğa filozofları Efesos ve Miletos şehirlerinde yaşamışlardır. Miletoslu matematikçi, astronomi bilgini ve düşünür THALES her şeyin kaynağının su olduğunu ileri sürmüştür. İlk Yunanlı filozof olarak kabul edilen Thales ‘şeylerin gerçeği insan değil sudur’ demiştir ve dünyayı okyanus üzerinde yüzer olarak düşünmüştür. Ayrıca Anadolu kıyılarından görülen M.Ö 585 yılındaki güneş tutulmasını önceden hesaplayabilmiştir.
Yine Miletoslu fizik ve doğa bilimcisi ANAKSİMANDROS (M.Ö 610-574) ise her şeyin kaynağını belirli bir maddeye bağlamayıp sonsuzluk ve sınırsızlıktan söz etmiştir. Belirli özellikleri olan bir varlığın hiçbir şeyin özü olamayacağını anlatmaya çalışmıştır. ‘Sonsuz bir birlikten söz ediliyorsa çokluk niye var?’’ ve ‘ neden durmadan yineleme var?’ gibi sorulara cevap aramıştır. Sonsuzluk belirsizdir ve içinde karşıtlıkları barındırır.
M.Ö 540-470 yılları arasında yaşamış Efesoslu HERAKLİTOS kesin bir gerçeklikten söz edilemeyeceğini ve herşeyin insanın kavrayışına göre olduğunu söylemiştir. Her şey görecedir ve sezgiyle görülebilir. Bir ırmakta iki defa yıkanmak imkansızdır çünkü su akmaktadır. Evrendeki her şey hareket halindedir ve değişmektedir. Çeşitlilik vardır ve bu sonsuza kadar gitmektedir. Her şey kendi karşıtına dönüşmektedir ve ateşten oluşmuştur. Dünya tektir, onu ne bir tanrı, ne de bir insan yaratmıştır. O kendi yasasına göre tutuşan ve sönen sonsuz bir ateştir ve hep öyle kalacaktır.Ölümsüzlüğün ve canlı ateşin oyunundan bahsetmiş ve bu oyunda ateşin kendisi ile oynadığını söylemiştir. Ateş dönüşüm içindedir; buhar olur, su olur, toprak olur. İlginç bir kişilik olan Heraklitos Efesos’ta saltanat süren önemli bir ailenin çocuğu olmasına rağmen dağlarda yalnız yaşamayı seçmiştir. Kendisini aramıştır ve ondan başka bir şey önemli olmamıştır.
Bir başka Miletoslu filozof ANAKSİMENOS(M.Ö 550-480) Anaksimandros’un öğrencisidir ve her şeyin havadan geldiğini ve havaya döndüğünü, ruhun ise solunan hava olduğunu ileri sürmüştür. Ona göre tek varlık havadır. Klazomenai’li sofist düşünürlerden ANAKSAGORAS (M.Ö 500-428) Heraklitos’un dediği gibi her şeyin kendi karşıtına dönüşmeyeceğini, bir tek var olanla değişmenin açıklanamayacağını öne sürmüştür. "Her şey her şeyden doğar" demiştir. Hareketin görünüş değil gerçek olduğunu kanıtlamıştır. Anaksagoras varlıkların belirleyicisinin madde olduğunu söylemiştir. Sonsuz sayıda maddeden söz etmektedir. Zamanın gerilerinde bir ilk hareketi kabul etmektedir. Hareketini kendinden alan zihin evrende egemen tek varlıktır. Zihinden önce kaos vardı, zihin onu keyfince düzenlemiştir. Anaksagoras’ın madde ile ilgili düşüncelerini Abdera’lı Demokritos benimsemiş ve Atomcular felsefe okulunu kurmuştur.
Sokrates öncesi Anadolu’lu filozoflar evreni anlamaya çalışmış ve evrenin içinde kendi yerlerini sorgulamaya başlamışlardır. Evreni açıklarken kaynağını araştırmış ve belirli bir şeye bağlamışlardır. Daha geç bir dönemden önemli bir filozof Sinop’lu DİOGENES’tir (M.Ö 413-327). Diogenes bir düşünürün son derece ilkel bir yaşantı sürmesi gerektiğini savunuyordu. Ona göre en üstün iyi erdemdir. Felsefesinin özü sadelik ve doğadır. Özentiyi, müsrüflüğü kötülemelidir, ihtiyaçları en aza indirgemelidir. Bir fıçı içinde yaşayan Diogenes’e bir isteği olup olmadığını soran İskender onun çok meşhur olan şu sözlerine şaşırmıştır “Gölge etme başka ihsan istemem". Platon’un ‘çılgın Sokrates’ dediği Diogenes yalınayak dolaşır, tapınak kapılarında yatar ve gündüz elinde bir fenerle dolaşıp soranlara ‘bir insan arıyorum’ demiştir.
Tüm bu filozoflar Sokrates öncesi düşünce dünyasını yansıtırlar. Düşünce üretmekte kendilerine göre bir sistem oluştururlar. Antik dönemde doğa olaylarının kişileştirilip tanrılarla simgelenmesini ve söylencelerle yaygınlaşıp geliştirilmesini, onlara tapınılmasını, kısacası pagan tanrılarını kabul etmeyip bunlara bireysel çıkışlar olarak başkaldırırlar.

Nalan Yılmaz

▲ Cuprins ▲ İçindekiler ▲ Contents ▲

INTERVIUL LUNII

Prof. univ. dr. Ibram Nuredin la 60 de ani

Rep. – În primul rând cine sunteţi? Vă rog să prezentaţi câteva date despre dumneavoastră.
I. N. – Sunt profesor universitar doctor Ibram Nuredin, decanul Facultăţii de Arte şi din noiembrie 2001 preşedintele ales al Uniunii Democrate Turce din România. M-am născut în zodia Taur, la 18 mai 1943 în municipiul Constanţa dintr-o familie de oameni modeşti, simpli, dar întotdeauna cu o optică realistă asupra vieţii, care au muncit din greu pentru a-şi întreţine familia, foarte numeroasă, formată din cei 8 copii. Vreau să vă spun că pe mama o chema Cadrie iar pe tata Salim. Tatăl meu s-a prăpădit de la o vârstă foarte fragedă şi greutatea creşterii copiilor şi a educaţiilor sănătoase a revenit mamei care a fost casnică şi care ne-a dat însă foarte multă căldură sufletească, gingăşie, sensibilitate. Ne-a educat în mod corespunzător şi din acest punct de vedere pot să spun că provin dintr-o familie sănătoasă. Tata a fost docher şi sunt primul din familia mea care are o formaţie universitară, având în vedere condiţiile grele în care noi am crescut.. Am 2 copii, o fată care este absolventă a Facultăţii de Drept şi care face un masterat la Universitatea Ovidius, jurist de formaţie iar băiatul este în ultimul an la Facultatea de Ştiinţe Economice şi în acelaşi timp este în anul al doilea la Colegiul Mustafa K. Ataturk la specializarea Turcă-Engleză, el fiind un absolvent de liceu de informatică. Am 2 copii care au simţul responsabilităţii, simţul muncii şi ca toţi tinerii au o serie de preocupări şi mai ales le place foarte mult muzica, literatura şi filmul. Iar eu pentru că lucrez în domeniul artelor sunt conectat la toate valorile artistice muzicale, teatrale sau de artă plastică.
Rep. – Care sunt cele 3 lucruri care vă plac şi cele 3 lucruri care nu vă plac?
I. N. – Îmi place lucrul bine făcut, tenacitatea, solidaritatea şi omenia şi nu îmi place minciuna, ipocrizia şi egoismul.
Rep. – Care a fost evoluţia în profesia pe care a-ţi ales-o?
I. N. – Sunt absolventul Liceului Ovidius şi al Facultăţii de Filozofie a Universităţii Bucureşti şi după terminarea facultăţii, datorită rezultatelor foarte bune obţinute în facultate, media 10 la examenul de licenţă şi media 9,74 pe timpul celor 5ani de studii, de fapt a treia medie pe ţară, am fost repartizat în învăţământul superior. Am o vechime de peste 37 de ani în învăţământul superior constănţean şi am parcurs prin concurs toate treptele ierarhiei universitare, adică preparator, asistent, lector, conferenţiar iar actualmente sunt profesor de filozofia culturii şi de filozofia esteticii la Universitatea Ovidius din Constanţa. Sunt doctor în filozofie din 1974 a Universităţii din Bucureşti. Am fost şi sunt lucru cu care mă mândresc în comitetul de iniţiativă pentru crearea Universităţii Ovidius, deci membru fondator al Universităţii Ovidius. Am îndeplinit funcţiile de prodecan, secretar ştiinţific al Facultăţii de Litere, Teologie, Istorie şi Drept din 1998 am fost numit de către senatul universităţii director al Departamentului de Arte, iar din 2002 sunt decanul Facultăţii de Arte, facultate cu 4 specializări: arta actorului, pedagogia artelor plastice şi decorative, interpretare muzicală şi pedagogie muzicală. Trebuie de asemenea, să amintesc faptul că în calitatea de cadru didactic universitar am fost membru în comisiile stabilitede Ministerul Educaţiei şi Cercetării pentru ocuparea prin concurs a unor posturi didactice din învăţământul preuniversitar şi universitar şi a unor posturi de inspector pentru ştiinţele socio-umane din Constanţa şi Tulcea.
Rep. – Ce lucrări şi publicaţii aţi scos până acum?
I. N. – Ca urmare a unei munci de aproape 40 de ani în învăţământ şi ca om de cultură având preocupări diverse de filozofia culturii, de istoria culturii şi a civilizaţiilor, de relaţii inter-etnice, de analiza problematicii fenomenului valoric, societatea contemporană am 9 cărţi tipărite, 13 lucrări în manuscris, circa 20 de studii publicate în cărţi, volume şi reviste de specialitate, peste 30 de fişe de dicţionar şi referinţe de specialitate, numeroase inserţii culturale publicate în reviste de cultură. Am susţinut peste 40 de comunicări ştiinţifice şi am o bogată activitate publicistică. Trebuie să spun că aceste cărţi ale mele s-au bucurat de un succes apreciabil. Vreau să vă amintesc faptul că în 2001 am primit premiul revistei Tomis şi a filialei Dobrogea a Uniunii Scriitorilor pentru contribuţii deosebite la susţinerea culturii scrise la ediţia a VII a a Colocviilor Tomitane, la Salonul Naţional de Carte ediţia I care s-a desfăşurat în Constanţa în 2001 am primit Premiul Special pentru Cartea de Ştiinţă şi de Filozofie.
În calitate de etnic turc am primit cu mândrie pot să spun o diplomă la al III lea Simpozion Internaţional de Literatură de Expresie Turcă care s-a desfăşurat în 1999. Sigur că am foarte multe cărţi dacă consideraţi că este necesar aş putea chiar să amintesc aceste cărţi şi studii şi anume aş aminti: – Dicţionarul de Concepte şi Idei Filozofice –1994, Curs de Filozofie, Concepte şi Idei Fundamentale-1996, mult căutata şi apreciata lucrare Comunitatea Musulmană din Dobrogea – Repere din viaţa spirituală în limbile română şi turcă-1998, 1999, lucrarea Islamul şi Valenţele lui, Fundamente sle Filozofiei-2000, lucrările Filozofia şi Istoria Religiilor-2001, Filozofia şi Istoria Esteticii. Acestea sunt cărţile care mă reprezintă şi care dau expresie preocupărilor mele legate de problematica socio-umană, filozofică, culturală despre care am amintit inclusiv problemele de reprezentare a etniei turce.
Rep. – Ca proiecte editoriale pentru viitor ce ne puteţi spune?
I. N. – Sigur că sunt în continuarea activităţii de cunoaştere a fenomenului cultural şi civilizatoriu al etniei turce în Dobrogea, de aceea mi-am propus pentru viitor, într-un viitor foarte apropiat sper şi dacă sănătatea şi timpul îmi va permite să fac o lucrare care este mult aşteptată de comunitatea noastră, respectiv Obiceiuri şi Tradiţii ale Turcilor Dobrogeni, o lucrare pe care am conceput-o ca sintetizând trăirea noastră în comun în acest spaţiu românesc dar şi cu specificul şi particularităţile comunităţii noastre, de altfel în fiecare număr al revistei Hakses al cărei director sunt, lunar, apar câteva din obiceiurile şi tradiţiile din cultura şi civilizaţia turcă. O a doua lucrare pe care doresc să o realizez se referă la aprofundarea unor fenomene de filozofie a religiei islamice şi anume sunt în lucru cu o temă interesantă, respectiv este vorba de Islamul reprezentat în datele esenţiale inclusiv cu o chestiune care m-a preocupat, cele 99 de nume ale lui Allah în religia islamică şi de asemenea doresc să vorbesc mai pe larg despre fenomenul cultural al turcilor dobrogeni aducând la zi lucrările care au apărut în limbile română şi turcă referitoare la turcii dobrogeni din Dobrogea şi voi prinde şi activitatea publicistică, nu numai repere de viaţă culturală în sensul religiei, viaţa religioasă, învăţământul în limba maternă ci voi prinde şi celelalte aspecte ale fenomenului cultural iar din punct de vedere al cadrului didactic universitar o lucrare care de asemenea cred că va trezi interes este vorba de Istoria Culturii şi a Civilizaţiilor pe care o gândesc ca un curs universitar care să ajute studenţii în acumularea de cunoştinţe de cultură general filozofică şi umanistă. Rep. – Ce v-a determinat să deveniţi membru al Uniunii Democrate Turce din România? I. N. – Sigur că prin faptul că sunt etnic turc de cetăţenie română, am considerat că este necesar să fiu şi membru al acestei organizaţii nonguvernamentale şi apolitice. Am participat la acţiunile întreprinse de această uniune pentru promovarea imaginii turcilor dobrogeni din România. Am considerat că avem obligaţia morală de a fi cetăţeni români să ne exprimăm identitatea culturală, religioasă şi să lucrăm pentru binele comunităţii de aceea, am intrat deci cum se spune de bună voie şi nesilit de nimeni în U.D.T.R. Rep. – Ce aţi simţit când aţi fost propus şi ales ? I. N. – Mi s-a propus de mai mult timp să fiu în structura de conducere a U.D.T.R dar preocupările mele foarte dense şi activitatea mea universitară m-au determinat să fac pasul poate puţin mai târziu. Însă fiind propus de filiala Constanţa a U.D.T.R am fost ales ca preşedinte al U.D.T.R în noiembrie 2001 după ce imaginea uniunii a fost dacă vreţi puţin şifonată de tensiunile interne care au avut loc în cadrul uniunii, mai ales la nivelul structurilor de conducere. De aceea, am considerat că trebuie să mă integrez şi să lupt pentru ca U.D.T.R să fie cel puţin la nivelul celorlalte uniuni ale etniilor din ţara noastră şi am ales să fac acest pas important şi responsabil de a fi preşedintele U.D.T.R şi datorită unei nemulţumiri pe care am avut-o pentru că în conducerea U.D.T.R. din păcate, nu întotdeauna a fost reprezentativă cu oameni clădiţi temeinic profesional şi cu o moralitate corespunzătoare şi mai ales că în funcţiile de conducere erau chiar ca preşedinte sau ca deputaţi oameni fără studii superioare şi care mult timp au demonstrat că au o serie de carenţe morale. Deci prestigiul U.D.T.R. nu mi-a fost indiferent şi am acceptat sigur propus de către filiala Constanţa a U.D.T.R să candidez pentru această funcţie de preşedinte pentru care am fost ales la Conferinţa Naţională din noiembrie 2001. Rep. – Ce aţi realizat şi ce v-aţi propus pentru viitor? I. N. – Sigur că aş putea să spun că sunt la un moment de bilanţ provizoriu pentru că munca continuă dar în această scurtă perioadă de când am fost ales preşedinte al U.D.T.R am activat sub aspectul realizării unităţii U.D.T.R. de aceea, o primă schimbare cred eu, radicală a fost aceea ca să fie activizate în primul rând filialele U.D.T.R. pentru că se ştie foarte clar sau trebuie să se ştie foarte clar că fără activitatea filialelor componente ale uniunii, U.D.T.R nu are şansă de izbândă. În al doilea rând am realizat această coeziune la nivelul Consiliului Naţional al U.D.T.R. deciziile se iau în echipă,în comun, iar fiecare vicepreşedinte sau preşedinte al unei comisii este implicat în realizarea acţiunilor din sectorul lui de activitate. Am plecat de la convingerea că putem să revitalizăm activitatea culturală şi de asemenea să ridicăm calitatea actului de învăţământ prin revitalizarea învăţământului în limba maternă, prin atragerea şi a altor categorii socio-profesionale în acţiunile pozitive ale uniunii. De asemenea, cred că am reuşit să dăm o altă faţă ca să spun aşa celor două publicaţii ale U.D.T. şi anume Hakses –Vocea Autentică şi Genc Nesil-Tânăra Generaţie şi se simte un suflu proaspăt prin atragerea şi a altor membri ai uniunii. Vreau să amintesc aici pentru că este o chestiune la care ţin foarte mult, înfiinţarea corului de muzică tradiţională turcă, corului de femei Mehtap–Clar de lună şi desfăşurarea în bune condiţii activităţile celeilalte formaţii a uniunii, fiind vorba de formaţia de dansuri tradiţionale Fidanlar-Mlădiţe şi încercăm cu toţii desiguri să ducem tradiţia bună la ea acasă, în casele fiecărui etnic turc. Rep. – V-aţi gândit să vă depuneţi candidatura pentru funcţia de deputat şi ce platformă v-aţi propus? I. N. – Nu ştiu dacă nu este prematur să răspund la această întrebare. Sigur că există un gând în legătură cu sugestia ca să fiu şi în perspectivă, evident deputat al U.D.T.R. dar materializarea acestui gând este în funcţie de voinţa comunităţii turce, de decizia Consiliului Naţional al U.D.T.R. şi al membrilor U.D.T.R., oricum cred că dacă voi face acest pas va fi dacă vreţi o premieră pentru comunitatea turcă, pentru că va fi reprezentată în Parlamentul României, fără modestie o spun, de o personalitate marcantă a comunităţii noastre, de un om cu studii superioare care are în spate o activitate de aproape 40 de ani în învăţământul superior, pentru că, până acum, din păcate reprezentarea noastră în Parlament a suferit şi din cauza persoanelor care au fost mandatate cu acest rol. Rep. – Credeţi că veţi îndeplini ce v-aţi propus? I. N. – Eu cred că voi îndeplini ce mi-am propus pentru că nu mi-am propus nişte lucruri irealizabile, propunerile legate de proiectele mele de viitor sunt legate de activitatea mea de profesor universitar, de dascăl, de om de cultură al etniei şi cum zodia Taurului înseamnă tenacitate, înseamnă implementarea în real şi o analiză corectă a posibilităţilor şi a necesităţii, consider că am calităţile profesionale, morale şi de om al etniei reprezentativ pentru ca să-mi realizez aceste proiecte. Repet încă o dată, nu sunt proiecte irealizabile tocmai pentru că nu mi-am propus nimic irealizabil ci am proiectele care să materializeze energia mea, capacitatea mea, munca mea şi din acest punct de vedere nu mă dau în lături de la această muncă şi de la acest efort tenace care m-a caracterizat întotdeauna şi mă caracterizează. Rep. – Şi pentru că aţi împlinit frumoasa vârstă de 60 de ani, vă doresc sănătate, putere de muncă, bucurii şi să realizaţi tot ce v-aţi propus. La mulţi ani! I. N. – Vă mulţumesc pentru urare şi vă doresc şi dumneavoastră o existenţă senină şi împliniri.

Interviu realizat de Iomer Subihan

▲ Cuprins ▲ İçindekiler ▲ Contents ▲

«Pitulicea» (Çalıkuşu)

Reşat Nuri Güntekin

Deşi a creat o operă foarte variată, Reşat Nuri Güntekin a fost cunoscut mai cu seamă ca romancier, fiind un autor foarte citit, ale cărui cărţi au pătruns in straturile populare cele mai largi. Valoarea pe care o au scrierile sale este cu mult mai mare decât se crede. In evoluţia povestirii şi a romnului nostru realist, din nou accelerată în anii celui de-al doilea război mondial, însemnătatea pe care Reşat Nuri o deţine, atât în privinţa noilor orientări, cât şi a formării unei largi pături de cititori, este deosebit de mare. (Tahir Alangu).
Conceput iniţial ca o piesă de teatru, romanul Çalıkuşu (Pitulicea) apărut în anul 1922, a cunoscut un mare răsunet, îndată după apariţie. În ciuda prodigioasei şi diversificatei activităţi scriitoriceşti desfăşurate de Reşat Nuri Güntekin timp de apraope patru decenii – roman, dramaturgie, povesrire, reportaj, critică teatrală şi literară, adaptări şi traduceri – in multe direcţii novatoare, numele său a rămas legat de această carte. Pitulcea beneficiază de o bogăţie ideatică puţin obişnuită până atunci in literatura turcă; ea înmănunchează o multitudine de teme, încadrate toate, în chipul cel mai firesc, în realitatea economică, politică şi socială a vremii, printr-o fuziune intimă dintre idei şi structura artistică. Pluralităţii de teme îi corespunde o pluralitate de tehnici româneşti diverse, utilizate simultan.
Într-o ambianţă propice asimilase atât operele reprezentative ale literaturii turce clasice, divanî(divanul lui Fuzulî îi va fi tovarăş nedespărţit în toate călătoriile sale mai tărziu) şi ale scriitorilor turci moderni, de la Ahmet Mithat şi Namik Kemal până la creaţia pe atunci de ultimă oră a lui Halit Ziya Uşaklîgil, Hüseyin Rahmi Gürpınar, Ahmet Rasim, Mehmet Rauf, cât şi cărţi semnificative pentru literatura franceză, de la opera lui Lamartine şi Alfred de Musset, până la Balzac, Zola, Maupassant, Flaubert şi fraţii Goncourt.
La data publicării romanului care avea să electrizeze generaţii întregi de cititori, dar şi de scriitori, Reşat Nuri Gîntekin, printr-un concurs de împrejurări nefavorabile, încă nu se afirmase ca romancier.
Romanul Pitulicea reuşeşte să realizeze o osmoză între tradiţia literaturii clasice încă destul de puternică, pe de o parte, şi de tehnica literturii occidentale şi elemente ale unor realităţi locale de cea mai mare strigenţă, pe dealtă parte, lucru ce i-a facilitat considerabil infiltrarea ei în conştiinţe.
În romanul Pitulicea propulsorul întregii acţiuni este dragostea platonică, de nezdruncinat, menţinută mereu în cadrul discreţiei trăirilor, alui Feride pentru Kâmran. O intervenţie brutală din afară –revelaţia unei legături cu promisiunea finalizării ei prin căsătorie, pe care Kâmran o avusese în Elveţia în îndelungatul răstimp al logodnei, cu o tânără femeie bolnavă de plămâni – şi Feride, lipsită de orice experienţă a vieţii, îşi reneagă dragostea – mai bine zis îşi închipuie că şi-o reneagă – şi porneşte temerar la cucerirea unei existenţe independente. Iubirea ei pentru vărul ei Kamrân, mijită încă din copilărie, constituie însă leitmotivul cărţii, elementul ei de unitate, de liant. Güntekin, intelectual cu vederi avansate, pasionat adept al emancipării femeii- una din problemele la ordinea zilei în Turcia de atunci – răstoarnă raporturile clasice dintre cei doi îndrăgostiţi, revenindu-i femeii rolul de a reprezenta elementul stabil, de mare nobleţe spirituală, de mare profunzime. Pe această schemă clasică, modificată de Güntekin în spiritul concepţiilor vremii, se inserează firesc, organic, modalitatea sugerată parţial de tehnica romanului picaresc. Feride este constrânsă să cutreiere prin Anatolia, cunoaşte cele mai diferite medi din societatea turcă, variate tipuri de oameni: existenţa ei se întretaie, temporar, cu un şirag de alte existenţe adiacente luminate fugar, fiecare cu povestea, cu destinul ei, se izbeşte de realităţi sociale, economice şi etice dure, care constituie pentru scriitor tot atâtea prilejuri de arealiza un nuanţat tablou realist al societăţii turce din preajama primului război mondial şi inceputul luptei pentru eliberarea naţională, când se petrece acţiunea cărţii.

Roman nedir?

Bir düzyazı türü olan roman, insan iliţkilerini anlatımıdır diyebiliriz. İnsanın yaţadığı Serüvenler, iç dünyasının gerçekliği; insan-insan, insan-mekan, insan-doğa iliţkileri yaţadığı ortamın özellikleri toplumsal olay ya da olgular ekseninde belli insanlık durumları öne çıkarılarak iţlenir.
Romanın burjuva toplumunun bir ürünü olduğu, 18. ve 19. yüzyılda gerçek kimliğine kavuţtuğu söylense de; burjuva öncesi dönemde, özellikle Ortaçağ ve Rönesans edebiyatında kimi roman örneklerine rastlamaktayız. Romanın ortaya çıkıţında söylenceler, destanlar, kahramanlık öyküleri ve masalları ilk kaynak olarak alabiliriz. Roman sanatının günlük yaţama dönük soyutlayıcı bakıţı öncesinde ise söylenceler, mitolojik öyküler, ţövalye ve kahramanlık öyküleri, anılardır. Romana ilk elden kaynaklık eden Pikaresk roman anlayıţıyla “yeni bir insan tipi" ortaya çıkarılır. Romandaki ana figür olan “tip" dünyaya ve toplumsal yaţama “aţağıdan yukarıya doğru yönelmiţ" bir bakıţla bakar, bu eksende gezgin bir ruhla yaţar. Sürekli bir dönüţüm içindedir

Sayfayı hazırlayan Nurcan İbraim

▲ Cuprins ▲ İçindekiler ▲ Contents ▲

Tradiţii dobrogene (Geleneklerimiz)

Circumcizia (Sünnet)

Operaţia de îndepărtare a prepuţului, respectiv circumcizia copilului de sex masculin, îşi are originea în negura timpului, în riturile de iniţiere din Africa animistă. Ea este atestată ca tradiţie în Egiptul faraonilor, este perpetuată la copţii şi creştinii din Etiopia şi este practicată în zilele noastre de comunitatea evreilor şi musulmanilor.
La evrei circumcizia, obligaţie religioasă, pecetluieşte „alianţa“ lor cu Dumnezeul lor numit Yahve- la musulmani, şcoala juridică şafeită fondată de imamul Al-Şafii cu răspândire în Arabia meridională, în Africa orientală şi în Malaezia, consideră circumcizia obligatorie- celelalte şcoli juridice sunnite, cea hanbalită, hanefită şi malekită consideră circumcizia ca „o recomandare insistentă“- într-un fel, tot obligatorie.
Sfântul Coran nu face referire la practica circumciziei. Dar Profetul Muhammad ale cărei fapte, învăţături şi spuse, deci „Sunna“, sunt pilde de necontestat şi obligatorii, prin exemplul Său a dat caracter de obligativitate acestei practici.
Circumcizia se aşează în linia unui Islam autentic, drept, în tradiţia lui Abraham (Ibrahim), primul profet, dar şi tatăl semiţilor, şi prin Ismael (Ismail), fiul său, strămoşul, părintele tuturor arabilor.
Pediatrii recomandă circumcizia ca fiind act medical benefic pentru înlăturarea infecţiilor urinare şi al bolilor cu transmitere sexuală, chiar dacă intervenţia chirurgicală poate prezenta şi riscuri.
Circumcizia băieţilor musulmani la turcii dobrogeni, se face după zone, localităţi şi împrejurări, de regulă între 2 şi 13 ani. Circumcizia confirmă primul pas spre bărbăţie şi intrarea în comunitateas musulmană a băiatului.
Circumcizia este efectuată de către un „Sünnetçi“, care în viaţa particulară socială etse, a fost bărbier, asistent medical sau, în zilele noastre, chirurg. Sünnetçi-ul este ajutat de un om de nădejde, apropiat familiei, care a câştigat bunăvoinţa şi încrederea copilului ce va fi circumcis, numit „Kirve“. Kirve ţine copilul, îl încurajează în circumcizie, este similar naşului în creştinism, şi în unele regiuni avea drepturi aproape egale cu tatăl copilului în ceea ce priveşte deciziile importante. Cel circumcis, face parte din familia „Kirve“-ului şi nu se poate căsători cu fata acestuia.
Băiatul circumcis, „Sünnet çocuğu“ poartă un costum special din mătase albastră sau albă, cu fire aurii şi argintii, adică un fel de rochie lungă şi largă, o capă, un fes pe a cărui faţă se înscrie cuvântul „Maşallah“ (Cel minunat, protejat de Allah) şi un toiag. Lui i se amenajează o cameră frumos decorată cu perne brodate, batiste de diverse culori, lucruri de artizanat, tradiţionale, obiecte şi jocuri preferate, prosoape şi un pat frumos decorat, aşezat într-unul din colţurile camerei.
Băiatul este un fel de prinţ de mic sultan care, după circumcizie va primi onorurile tuturor membrilor comunităţii, fiind persoana cea mai importantă, un învingător.
Circumcizia, făcută acasă sau la spital, este precedată de un serviciu religios, „mevlid“ şi de plimbarea copilului ce va fi circumcis într-o trăsură sau căruţă trasă de cai, călare sau, mai nou, într-o maşină. Convoiul, un adevărat alai ce va străbate satul sau zone ale oraşului, este întregit cu alţi copii aflaţi şi ei în căruţe sau automobile, însoţiţi de lăutari ce cântă la instrumente tradiţionale de muzică turcească: „gârnata“, „daul“, „zurna“, „akordeon“. Zgomotele, veselia, cuvintele de duh înţelepte dau tradiţiei circumciziei un aer festiv, dar şi distractiv, o aură aparte. La ceremonie participă toată suflarea comunităţii mai numeroase sau mai mici, respectiv copii, tineri şi bătrâni, rude, prieteni, vecini, apropiaţi familiri. Musafirii sunt omeniţi, invitaţi la masă. Adus acasă sau în locul unde are loc circumcizia, băiatul i se va oferi un cadou, de regulă bani, după puterea financiară a tatălui. După circumcizie, băiatul va primi bani şi cadouri din partea tuturor. Petrecerea continuă apoi, doar în familie, cu rudele apropiate.
Pentru familiile sărace şi pentru orfani, circumcizia devine o problemă rezolvată de comunitate sau de organizaţii caritabile care se ocupă de toate aspectele: îmbrăcarea şi plimbarea băieţilor, asigurarea de imami, de „sünnetçi“ şi de medicamente necesare înainte şi după intervenţia chirurgicală. Sunt situaţii când circumcizia este finanţată de oameni înstăriţi, de asociaţii şi fundaţii (vakâf-uri). Circumcizia este un prilej de întărire a spiritului de frăţie, unitate şi întrajutorare a membrilor comunităţii, de afirmare a identităţii islamice şi a coeziunii sociale.

Prof. univ. dr. Nuredin IBRAM

▲ Cuprins ▲ İçindekiler ▲ Contents ▲

română / türkçe: · română ·
türkçe
ediţia / autorul: · ediţia ·
autorul
alegeţi:
revista tipărită:
Iunie 2003
legături: