♦ Cuprins ♦ İçindekiler ♦ Contents ♦


TRABZON

Trabzon Karadeniz Teknik Üniversitesi’nin 47 kuruluş yıldönümü şenlikleri, 20-25 Mayıs 2002 tarihleri arasında kutlandı.
Festivale, Bulgaristan’dan Sozyn Teknik Üniversitesi, Romanya’dan Bükreş Devlet Üniversitesi ve Köstence “Ovidius” Üniversitesi, Ukrayna’dan Odessa Mechnikov Devlet Üniversitesi, Rusya’dan Sochi Üniversitesi, Türkiye’den Gaziantep ve tabii, Trabzon Karadeniz Teknik Üniversitesi katıldılar.
Kutlamalar, KTÜ’nün kurucusu M. Reşit Tarakçıoğlu mezarı başında anılması ile başlandı. Bayrak Töreni ve Çelenk Sunumunun ardından Atatürk Kültür Merkezi’nde düzenlenen törene Trabzon Valisi Adil Yazar olmak üzere, Trabzon’da bulunan kamu ve özel kesiminin üst düzey yöneticileri, öğrenciler ve öğretim üyeleri katıldı. Konuşmasında, Rektor, Prof. Dr. Türkay Tüdeş ”Birçok yeni proje hayata geçirdik. Tek amacımız KTÜ’yü bir dünya üniversitesi, Trabzonu’da bir üniversite kenti yapmak” şeklinde konuştu.
Konuşmaların ardından, kutlama törenlerine katılan 5 ülkeden, 7 Üniversitelerin halk oyunları ekipleri, Ahmet Özel Bulvarında, Festival yürüyüşü gerçekleştirildi. Akşam ise pop müziği konseri verildi. Hafta boyunca kutlamalar nedeniyle çeşitli kültürel, folklör ve tiyatro gösterileri, sosyal ve spor faaliyetlerinin yanısıra, yarışmalar gerçekleştirildi. Ayrıca, tüm katılımcılara, özel bir Türk Gecesi hazırlandı.
KTÜ ile Japonya Okayama Üniversitesi arasında işbirliği anlaşma imza töreni yapıldı. Anlaşmaya göre, öğrenci ve öğretim üyesi değişimi, ortak araştırma, kültürel ve bilimsel programlar, bilgi alışverişi, seminer ve akademik toplantılara katılma sağlanacaktır.
KTÜ’de, 30 ve 35 hizmet yılını dolduran akademik ve idari personele plaket takdim edildi. Ardından, 2001-2002 eğitim-öğretim döneminde, Fen, Sosyal ve Sağlık Bilimleri Enstitülerinden, mezun olan doktora öğrencilerine törenle diplomaları verildi.
VIII. Uluslararası Karadeniz Ülkeleri Üniversitelerarası Folklor Festivali’nde, Romanya’yı, Köstence “Ovidius” Üniversitesi “Harisma” erkek korosu temsil etti. Sayın Prof. Dr. İbram Nuredin, Romanya Demokrat Türk Birliğin başkanı ve aynı zamanda Köstence “Ovidis” Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi’nin Dekanı sayın KTÜ Rektörü Prof. dr. Türkay Tüdeş ile bir konuşma yaptı, Üniversitemizi tanıttı.”Harisma” korosu gösterileri başarılı oldu ve tüm izleyecilerinin beğenisini topladı.
“Harisma” erkek oda korosu klasik, halk ve evrensel müziği parçaları sundular ve çok başarılı oldular. Sunan dilleri romen ve ingilizce idi.

Prof. dr. İbram Nuredin – RDTB Başkanı

Cu prilejul sărbătoririi a 47 de ani de la înfiinţare, Universitatea Tehnică din Trabzon a găzduit la Trabzon al VIII-lea Festival de Folclor al Universităţilor din zona Mării Negre.
La această acţiune au participat Universitatea din Sofia (Bulgaria), Universitatea „Ovidius” din Constanţa, Universitatea Bucureşti, Universitatea din Soci (Rusia), Universitatea din Odessa (Ucraina), precum şi Universitatea Tehnică din Trabzon şi Universitatea Göztepe, ambele din ţara gazdă. Festivalul a cuprins spectacole de dans modern, dansuri populare (Univ. Gaziantep) şi un concert pentru tineri studenţi susţinut de Departamentul de Muzică al Facultăţii „Fatih”.
În cadrul reuniunii a fost comemorată personalitatea lui Mustafa Reşit Tarakçioglu, fondatorul universităţii din Trabzon. Ulterior la mormântul acestuia a avut loc o slujbă religioasă urmată de parada participanţilor.
Festivitatea de deschidere a avut loc la Centrul Cultural „Atatürk” situat în Campusul Universităţii. Cuvântarea Rectorului Universităţii Prof. dr. Türkay Tüdeş a făcut referire la istoricul Universităţii, la realizările prezentului şi la perspectivele dezvoltării acestui centru universitar.
Seara a avut loc un concert de muzică pop al Universităţii Trabzon. Am remarcat totodată inaugurarea Departamentelor de informatică ale Facultăţii de Ştiinţe şi Literatură şi ale Facultăţii de Inginerie şi Arhitectură, dar şi inaugurarea sălii de conferinţe a Şcolii superioare de meserii.
S-a semnat şi un acord de colaborare între Universitatea Tehnică din Trabzon şi o universitatea japoneză, reprezentată la festivitate prin persoana Prof. univ. dr. Chiba, prorector al Universităţii, acord ce cuprinde între altele, schimburi de studenţi, de cadre didactice, seminarii şi conferinţe ştiinţifice academice S-au oferit plachete, insigne şi diplome pentru cadre didactice şi personal tehnic şi auxiliar, care timp de 30 sau chiar 35 de ani au slujit idealurile Universităţii. Plachetele din argint şi insignele din aur s-au dăruit în cadrul unei festivităţi. Am participat, de asemenea, la o seară de muzică turcească şi la mai multe manifestări sportive pentru studenţi şi absolvenţi.
Corul „Harisma” al Facultăţii de Teologie al Universităţii „Ovidis” şi cel al Universităţii Bucureşti au prezentat două spectacole în cadrul Centrului de Cultură „Atatürk“ din Campus şi în sala de festivităţi în aer liber a Facultăţii de Litere Fatih.
La Trabzon s-a mai vizitat muzeul „Sfânta Sofia“.
La Istanbul s-a participat la liturghia de duminică de la biserica comunităţii române. De asemenea s-au vizitat 3 lăcaşe de cult ortodoxe (bizantine şi greceşti).
Programul a mai cuprins o deplasare la Topkapı în bazarul acoperit, precum ţi meciuri de fotbal pe terenurile de sport din Campusul Universităţii. S-au mai vizitat şi alte obiective turistice din oraş.
Am asistat la spectacole excepţionale, de mare succes, cu un public numeros.
Repertoriul corului ecumenic bărbătesc „Harisma“ a cuprins creaţii culte de inspiraţie sacră, melodii bizantine, colinde tradiţionale româneşt, prelucrări folclorice, lucrări din creaţia universală.
Organizatorii ne-au invitat şi la ediţia următoare a manifestărilor organizate de Universitatea Tehnică din Trabzon.

Prof. Dr. Nuredin IBRAM

▲ Cuprins ▲ İçindekiler ▲ Contents ▲

TRABZON – Karadeniz Teknik Üniversitesi

Tarihi İpek Yolu üzerinde bulunan Trabzon, Doğu Karadeniz Bölgesi’nin en önemli kültür, turizm ve ticaret merkezidir. Trabzon’un bu özelliği tarih boyunca da devam etmiştir. Trabzon’un tarihi M. Ö. 4 bin yıllarına kadar dayanmaktadır. Bölgede, tarih boyunca çeşitli kavimler hüküm sürmüş, bir çok devletler kurulmuş ve Trabzon bu devletlerin üzerinde bulunan Trabzon, ünlü gezgin Marco Polo’dan, ünlü seyyahımız Evliya Çelebi’ye kadar her dönemde bir çok seyyahın uğrak yeri olmuştur.
Trabzon 1200 yıllarında Selçuklular tarafından bir çok kez kuşatılmış, ancak alınamamaıştır. 1461 yılında Fatih sultan Mehmet tarafından fethedilerek Osmanlı topraklarına katılan Trabzon, önce sancak, daha sonra ise eyalet merkezi olmuştur. Ünlü Osmanlı Padişahlarından Yavuz Sultan Selim Trabzon’da uzun süre valilik yapmış, oğlu Kanuni Sultan Süleyman da Trabzon’da doğmuş ve büyümüştür.
Trabzon yeşille-mavinin, doğayla-tarihinin, kültürle-insanın iç içe olduğu bir ildir. Bu ilde gerçekten görülmeye değer pek çok tarihi ve turistik yer vardır. Bu tarihi mekanların en önemlileri Atatürk Köşkü, Sümela Manastırı, Gülbahar Hatun Camii, Ayasofya Müzesi, Fatih Camii, Trabzon Surları, Akçaabat Evleri, Cephanelik, Sürmene Evleri, Ahi Evren Camii ve Trabzon Evleri’dir. Turistik yerlerin önemlileri ise Uzungöl, Çamburnu, Meryemana Milli Parkı, Zigana Dağları, Boztepe, Haldizen Dağları, Hamsiköy ve Sultan Murat, Kadırga, Karadağ, Hıdırnebi, Haçka, Şolma, Erikbeli, Şekersu, Acısu, Sarıtaş, Üçpınar gibi yaylalardır. Trabzon’un ekonomisi başlıca ticaret, tarım, balıkçılık ve el sanatlarına dayalıdır. Tarımda fındık, tütün, çay ve mısır önemli bir yer tutar. El sanatlarında bakırcılık ile altın ve gümüşten hasır bilezik örmesi önem taşır.
Trabzon, kendine özgü kemençe veya davul-zurna eşliğinde oynanan kıvrak horonu yanında, bir çok ulusal ve uluslararası başarılar elde etmiş bordo-mavi renkli Trabzonspor futbol takımı ile de ünlüdür.

KURULUŞ

Karadeniz Teknik Üniversitesi, Trabzon Milletvekili Mustafa Reşit Tarakçıoğlu ve 28 arkadaşının verdiği teklifin TBMM’de 20 Mayıs 1955 tarih ve 6594 Sayılı Kanunla kabul edilmesi ile kurulmuş olan ülkemizin en eski dördüncü üniversitedir.
Üniversiteye 19 Eylül 1963 tarih ve 336 sayılı kanunla Rektörlük ve Fakülte kadroları verilerek kurulmuştur.
Temel Bilimler, İnşaat-Mimarlık, Makina-Elektrik ve Orman Fakülteleri kurtulmuştur. Üniversitede eğitim-öğretime ise 2 Aralık 1963 tarihinde Esentepe Mahallesi’ndeki Trabzon Atatürk İlköğretim Okulu’nun İlkokul binasında başlanmıştır. 1966 yılında, Üniversite bugünkü Merkez Kampüse taşınmıştır. 4 Ocak 1973 tarih ve 1659 Sayılı kanunla da Yer Bilimleri ve Tıp Fakültesi kadroları verilmiştir. 1981 yılında, 2547 sayılı Yükseköğretim Kanunu’nun çıkarılmasından sonra Üniversite sürekli olarak büyümeye başlamış, yeni fakülte ve bölümler açılmıştır. Bugün KTÜ Ünye’den Hopa’ya kadar Karadeniz kıyısı boyunca 16 fakülte, 2 yüksekokul, 11 meslek yüksekokulu, 1425 akademik, 1634 idari personeli ve yaklaşık 32 bin öğrencisi ile ülkemizin en önemli ve büyük üniversitelerinden biridir.

Bugün, KTÜ, Trabzon’dan Gümüşhane’ye, Ordu’dan hopa’ya kadar Karadeniz kıyısı boyunca 15 fakülte, 2 yüksekokul, 11 meslek yüksekokulu ve yaklaşık 35 bin öğrenci ile ülkemizin en önemli ve en büyük üniversitelerden biridir.
Kısaca, üniversite şu fakülteleri içermektedir:
  1. Mühendislik-Mimarlık Fakültesi
  2. Fen-Edebiyat Fakültesi
  3. Orman Fakültesi
  4. Fatih Eğitim Fakültesi
  5. Tıp Fakültesi
  6. Sürmene Deniz Bilimleri Fakültesi
  7. İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi
  8. Giresun Eğitim Fakültesi
  9. Rize İlahiyat Fakültesi
  10. Ordu Ziraat Fakültesi
  11. Rize Su Ürünleri Fakültesi
  12. Gümüşhane Mühendislik Fakültesi
  13. Rize Eğitim Fakültesi
  14. Rize-Fen Edebiyat Fakültesi
  15. Giresun Fen-Edebiyat Fakültesi.

Karadeniz Teknik Üniversitesine ait iki yüksekokulları vardır:

Trabzon Sağlık ve Giresun Sağlık Yüksekokulları.
Meslek Yüksekokulları şöyle:

  1. Trabzon Meslek Yüksekokulu
  2. Gümüşhane Meslek Yüksekokulu
  3. Hopa Meslek Yüksekokulu
  4. Rize Meslek Yüksekokulu
  5. Beşikdüzü Meslek Yüksekokulu
  6. Fındıklı Meslek Yüksekokulu
  7. Giresun Meslek Yüksekokulu
  8. Ordu MESLEK Yüksekolkulu
  9. Sağlık Hizmetleri MYO
  10. Tirebolu MYO
  11. Maçka MYO.

Akademik Takvim’den bahsedecek olursak, KTÜ’de, eğitim-öğretim yılı, yarıyıl sonu sınavları hariç 14’er haftalık iki yarıyıldan oluşur. Birinci yarıyıla Güz Yarıyılı adı verilir ve Ekim-Şubat aylarını kapsar. İkinci yarıyıla Bahar Yarıyılı denilir ve Mart – Haziran aylarını kapsar.
Eğitim-Öğretim süresine gelince, Lisans eğitim-öğretimi sekiz yarıyıl (4 yıl), önlisans dört yarıyıl (2yıl) olup, derslere devam zorunluğu %70, uygulama ve laboratuvarlar devam zorunluğu ise %80’dir.
Ayrıca 60 gün zorunlu staj vardır. Bazı bölümlerde 1 yıl zorunlu İngilizce hazırlık sınıfı vardır. Eğitim Fakültesinin bazı öğretmenlik bölümleri ise yarıyıldır (5 yıl). Not değerlendirmesi ise, birçok uluslararası üniversitede olduğu gibi bağlı olarak harfli sistemle yapılmaktadır.
KTÜ’nin birçok imkanları vardır:Bilgi İşlem Merkezi, Kütüphane, Sağlık yardım imkanları, barınma yani öğrenci yurtları, beslenmek için kantinler, yardım ve ödüller (muhtaç öğrencilere)
Etkinliklere gelince öğrencilerin birçok eğlence yada okul dışı faaliyetlere katılabilirler: Folklor / Müzik, Tiyatro/Sinema, Sportif etkinlikler v.s.

▲ Cuprins ▲ İçindekiler ▲ Contents ▲

NOUTĂŢI ÎN CODUL MUNCII

(Extras din „Adevărul“, 5 iunie, 2002)

Noul Cod al muncii reprezintă doar un set de principii generale, pentru aplicarea căruia va fi necesară adoptarea şi modificarea unui număr impresionant de legi, ordonanţe şi hotărâri de guvern. Singurul domeniu în care actualul Cod conţine reglementări precise deosebit de detaliate este cel al relaţiilor angajat – angajator consfinţite de contractele individuale de muncă. Prezentăm astăzi câteva din cele mai importante schimbări pe care noul Cod le aduce în legislaţia muncii.

NOI TIPURI DE CONTRACTE

Pe lângă contractele de muncă pe durată nedeterminată se introduc şi alte tipuri de contracte, precum:

SALARIUL MINIM – VARIABIL

TESTE LA ANGAJARE

CONFIDENŢIALITATEA – OBLIGATORIE

RĂSPUNDEREA PENTRU GREVĂ – NOMINALĂ

CONCEDIEREA

NORME DE MUNCĂ PENTRU COPII

Pentru prima oară, în legislaţia românească se stipulează că tinerii între 16 şi 18 ani pot fi angajaţi cu contracte individuale de muncă în cadrul cărora o normă întreagă va însemna 6 ore/zi.

▲ Cuprins ▲ İçindekiler ▲ Contents ▲

DİN OLİMPİYATI

(DİN DERSİ BİLGİ YARIŞMASI)

Romanya Milli Eğitim Bakanlığı ve Romanya Müslümanları Müftülüğünün gözetim ve denetiminde, 2001 yılında yapıldığı gibi 2002 yılında da Dobruca bölgesindeki ortaokulların 4-8 sınıflarında din dersi alan öğrenciler arasında 11 Mayıs 2002 tarihinde Mecidiye 5 numaralı okulda „Bölgesel Din Dersi Bilgi Yarışması“ yapılmıştır. Öğrencilerin %63,9’u ellinin üzerinde puan almış ve başarılı olmuşlardır. Bu husus çok olumlu olarak karşılanmıştır. Yarışmanın koordinatörlüğünü Köstence Eğitim Müfettişliği ve Romanya Müslümanları Müftülüğü yapmış olup, T.C. Köstence Başkonsolosluğu Din Hizmetleri ataşesi Mustafa Çalışkan da yardımcı olmuştur.
Yarışma sınavı yazılı olarak yapılmış ve sınav süresi üç saat olarak belirlenmiştir. Sınav komisyonunda görev alanlar sınav salonlarında gözetleyici olarak bulunmamışlardır. Sınav komisyonunca yapılan değerlendirme sonucunda, 6 öğrenci 1’lik, 5 öğrenci 2’lik, 5 öğrenci 3’cülük almış ve 19 öğrenci de mansiyona layık görülmüştür. Bu öğrencilerin ödülleri aynı gün yapılan merasimde para ödülü verilmiştir. Sınava katılan öğrencilerin tamamına para ödülü verilmiştir. Ayrıca, birinci, ikinci, üçüncü ve mansiyon alan öğrencilere saat, çanta, kalem, kitap gibi değişik hediyeler de verilmiştir.
Bu yarışmada 1 olan 6 öğrenciye 700’er bin lei, 2 olan 5 öğrenciye 600’er bin lei, 3 olan 5 öğrenciye 500 bin lei ve mansiyona layık görülen 19 öğrenciye de 300’er bin lei olmak üzere ekte isimleri yazılı 35 öğrenciye toplam 15.400.000 lei para ödülü verilmiştir.
Sınava girip başarılı veya başarısız olan 98 öğrenciye de 100’er bin lei olmak üzere toplam 9.800.000 lei para ödülü verilmiştir.

▲ Cuprins ▲ İçindekiler ▲ Contents ▲

ADMITEREA 2002

la Colegiul de Institutori “Kemal Atatürk” din cadrul Universităţii „Ovidius” Constanţa.

Colegiul funcţionează cu două specializări:

  1. Specializarea Limba Turcă – Limba Română
  2. Specializarea Limba Turcă – Limba Engleză
din care:

CUANTUMUL TAXELOR

Anumite categorii de candidaţi pot fi scutiţi numai de taxa de înscriere şi ei vor prezenta unul din următoarele acte:
  1. certificatul de deces, în copie legalizată, pentru candidaţii orfani;
  2. adeverinţa de la casa de copii pentru cei aflaţi în această situaţie;
  3. certificatul medico-legal sau alt document doveditor pentru candidaţii care au fost răniţi în revoluţia din Decembrie 1989;
  4. adeverinţa din care să rezulte că este angajat al universităţii;
  5. adeverinţă din care să rezulte că unul dintre părinţi este angajat al universităţii;
  6. adeverinţă din care să rezulte că unul dintre părinţi este cadru didactic (în activitate, pensionar sau decedat) în învăţământul de stat. Pentru învăţământul preuniversitar adeverinţa va fi vizată de Inspectoratul şcolar judeţean respectiv.
Se acceptă scutirea de taxă de inscriere la concursul de admitere 2002 numai pentru o singură specializare (la secretariatul facultăţii sau colegiului universitar al acestei specializări se vor depune de candidat numai acte de înscriere în original, iar pe legitimaţia de concurs se va specifica „scutit de taxa de înscriere”.

CONDIŢII DE ÎNSCRIERE LA CONCURS

Se pot înscrie la concursul de admitere absolvenţii de liceu cu diplomă de Bacalaureat (sau echivalentă cu aceasta), cetăţeni ai României şi cetăţeni ai Republicii Moldova, cunoscători ai limbii turce.

DATELE DE ÎNSCRIERE ŞI DE DESFĂŞURARE ALE CONCURSULUI

Pentru toate specializările înscrierile se fac în perioada 9-15 iulie. Înscrierea candidaţilor se face la secretariatul Facultăţii de Litere şi Teologie, Campus, Aleea Campusului, Nr. 1, parter, sala 026, între orele 9.00-17.00, în zilele lucrătoare şi 9.00-13.00 sâmbăta şi duminica.

CALENDARUL PROBELOR DE CONCURS

Nr.PROBA DE CONCURSPONDEREAData şi ora susţinerii probei
1.Proba de aptitudini (eliminatorie) admis/respinsEliminatorie18 iulie 2002, ora 9.00
2.Limba Turcă (examen scris)60%20 iulie 2002, ora 9.00
3.Media mediilor în timpul liceului la disciplina Limba Română/Engleză (ultima pentru specializare Limba Turcă-Limba Engleză)20%
4.Media de bacalaureat20%

Eventualele modificări privind calendarul desfăşurării probelor de concurs vor fi afişate începând cu data de 16 iulie 2002. De la aceeaşi dată candidaţii au obligaţia de a se informa zilnic, în ceea ce priveşte desfăşurarea admiterii prin anunţurile şi listele afişate la avizierele facultăţii şi a Colegiului.
În eventualitatea organizării celei de-a doua sesiuni de admitere pentru ocuparea locurilor rămase vacante după prima sesiune, concursul de admitere se susţine în aceleaşi condiţii ca în prima sesiune. Înscrierile se fac în perioada 3-7 septembrie 2002 şi concursul de admitere începe pe data de 10 septembrie 2002.

CONŢINUTUL PROBELOR

Proba 1 de aptitudini la alegere între:

Proba 2 Limba Turcă – examen scris

BIBLIOGRAFIA PENTRU TESTUL DE LIMBA LITERATURA TURCĂ

Specializările:
Limba şi literatura română – Limba şi literatura turcă
Limba şi literatura engleză – Limba şi literatura turcă

MANUALE OBLIGATORII
  1. Türk Edebiyatı. Türk Dili, manual pentru clasa a VIII-a, Bucureţti, Ed. Didactică şi Pedagogică, 1999,2000. Autori: U. Ene Memedemin, B. Buliga Belghiuzar – numai sectiunea de gramatică.
  2. Türk Dili ve Edebiyat Dersleri, manual pentru clasa a VI-a, Bucureşti, Ed. Didactică şi Pedagogică, 1994. Autori: Mustafa Ali Mehmet, Ali Cafer Ahmet-Naci (Textele: Kısmetimi Arıyorum Çalıkuţu, Gamsız’ın Ölümü, Yağmur)
ALTE CĂRŢI
  1. Limba turcă fără profesor, A. Baubec, D. Baubec Geafer, Bucureşti, Ed. Scorpion Internaţional, 1995 – integral.
  2. Türk Dili Metinleri Antolojisi, A. Baubec, D. Baubec Geafer, Bucureşti, Ed. Didactică şi Pedagogică, 1993 – doar textele în proză, fără cap. „Yerli Edebiyat”
  3. Dicţionarele de limbă turcă ale aceloraşi autori, orice ediţie.

Pentru informaţii suplimentare vezi REGULAMENT PROPRIU privind organizarea şi desfăşurarea concursului de admitere sesiunile iulie şi septembrie 2002, precum şi la secretariatul Facultăţii şi al Colegiului (sala 220).

▲ Cuprins ▲ İçindekiler ▲ Contents ▲

TABEL NOMİNAL CU REZULTATELE OBTİNUTE LA OLİMPİADA DE RELİGİE İSLAMİCÂ FAZA JUDETEANA PE DATA DE 11 MAİ 2002, LA ŞCOALA 5 MEDGİDİA

ÖDÜL ALAN ÖĞRENCİLER
Nr. Numele
(Soyadı)
Prenumele
(Adı)
ŞCOALA
(Okulu)
CLASA
(Sınıfı)
PUNCTAJ
(Aldığı Not)
PREMİU
(Derecesi)
1. AMETLEVENTLİC.-K. ATATÜRKIV95I
2. SULİMANHULİAŞc. NR. 1 MEDGİDİAV100I
3. CHERİMSİBELCUMPANAVI87I
4. İAİASELMAŞc. NR. 33 -CTAVII94I
5. YENİAYSEVCANLİC.-K. ATATÜRKVIII100I
6. ZULKEFİLSELCİUCŞc-1 MEDGİDİAVIII100I
7. SALIILDIZLİC.-K. ATATÜRKIV84.5II
8. OSMANFEZAŞc-1 MEDGİDİAV95II
9. ZULKEFİLİLMİŞc-1 MEDGİDİAVI82II
10. ŞERİFERDUNLİC.-K. ATATÜRKVII89II
11. İURUCFİLİSLİC.-K. ATATÜRKVIII96II
12. SEMİNGHİULSENLİC.-K. ATATÜRKIV82.5III
13. NURMAMBETEMELCUMPANAV89III
14. ABLAİMURATC.N.M. CTA.VI79III
15. MUJDABASELGİANŞ. NR. 12 -CTA.VII89III
16. BURACAİTEKİNLİC.-K.ATATÜRKVIII92.5III
17. ZEYNALİEDVİNVALU LUİ TRAİANIV80MANSİYON
18. ENANELİDAVALU LUİ TRAİANIV76MANSİYON
19. SEİDAMETAİSUNLİC- K. ATATÜRKIV76MANSİYON
20. MEMEDULAMELEKŞc. NR. 40-CTA.IV75.5MANSİYON
21. AHMETYENİAYLİC- K. ATATÜRKV87MANSİYON
22. BAUBECENERŞc. NR. 2 OVİDİUV86MANSİYON
23. KERİMAİNURŞc-7 MEDGİDİAV80MANSİYON
24. SALİERGİVANŞc-7 MEDGİDİAV79MANSİYON
25. NURLAERGÜNLİC- K. ATATÜRKV78MANSİYON
26. ERMİSGÜNEYTŞc. NR. 21 CTA.V78MANSİYON
27. SERPEDİNOZANG.N.M. CTA.VI75.5MANSİYON
28. ABİBULATANERCOBADİNVII87MANSİYON
29. İBRAİMAİLİNŞc. 1 CONSTANTAVII 84MANSİYON
30. CURTMOLAİLCHEVALU LUİ TRAİANVII 83MANSİYON
31. AZİZERDİNŞc. NR. 1 MEDGİDİAVII82MANSİYON
32. CARTALİSERDALŞc. NR. 7VII 79MANSİYON
33. ZİADİNMERSİNLİC. K. ATATÜRK VIII91MANSİYON
34. GİVMALİDALİDALİC. K. ATATÜRK VIII87MANSİYON
35. YUSUFGİVANLİC. K. ATATÜRKVIII86MANSİYON

NOT: DİN OLİMPİYATI ROMANYA MİLLİ EĞİTİM BAKANLIĞI VE ROMANYA MÜSÜLMANLARI MÜFTÜLÜĞÜNÜN GÖZETİM VE DENETİMİNDE YAPILMIŞTIR. SINAVA KATILAN ÖĞRENCİLERİN TAMAMINA PARA ÖDÜLÜ VERİLMİŞTİR. AYRICA, BİRİNCİ, İKİNCİ, ÜÇÜNCÜ VE MANSİYON ALAN ÖĞRENCİLERE DEĞİŞİK HEDİYELER DE VERİLMİŞTİR.

SINAVA 133 ÖĞRENCİ KATILMIŞTIR.

  1. BUNLARDAN 49 ÖĞRENCİ YETMİŞİN ÜZERİNDE NOT ALMIŞ VE BAŞARILI OLMUŞTUR.
  2. 36 ÖĞRENCİ 50-70 ARASI NOT ALMIŞ VE BAŞARILI OLMUŞTUR.
  3. 48 ÖĞRENCİ 50’NİN ALTINDA NOT ALMIŞ İSE DE MEVZUATA GÖRE BAŞARISIZ OLMUŞLARDIR.
  4. 6 ÖĞRENCİ BİRİNCİ OLMUŞTUR. BİRİNCİ OLANLARIN HER BİRİNE 700.000 LEİ ÖDÜL VERİLDİ.
  5. 5 ÖĞRENCİ İKİNCİ OLMUŞTUR. İKİNCİ OLANLARIN HER BİRİNE 600.000 LEI ÖDÜL VERİLDİ.
  6. 5 ÖĞRENCİ ÜÇÜNÇÜ OLMUŞTÜUR. ÜÇÜNCÜ OLANLARIN HER BİRİNE 500.000 LEİ ÖDÜL VERLİDİ.
  7. 19 ÖĞRENCİ MANSİYON ALMIŞTIR. MANSİYON ALANLARIN HER BİRİNE 300.000 LEİ ÖDÜL VERİLDİ
  8. 98 ÖĞRENCİNİN HER BİRİNE DE 100.000 LEİ ÖDÜL VERİLDİ.

▲ Cuprins ▲ İçindekiler ▲ Contents ▲

TÜRK MİTOLOJİSİ

ALTAY YARATILIŞ DESTANLARI

X. yüzyıldan sonra Altay dağları bölgelerinde, artık büyük Türk devletleri kurulmaz olmuştu. Ama bu bölgelerdeki halk, bir Türk olarak binlerce yıl yaşamış, gelişmiş ve nihayet, soylu Türkler batıya gittikten sonra da dağlar ve vadiler arasında kaybolup, kalmış kimseler idiler. Bu sebeple eski Türk mitolojisinin, en ilksel izlerini, Altay dağları bölgesinde bulmak mümkündür. Fakat zamanla, onlara da dışarıdan birçok tesirler gelmiş ve yeni, yeni efsaneler meydana çıkmıştı. Biz Altay dağlarındaki efsaneleri incelerken, bu tarihi gelişimi, hiçbir zaman gözden uzak tutmadık. Etnoğraflar, tarih ve tarih olaylarını bilmedikleri için, Altay dağlarındaki Türklerin efsanelerini sanki birden bire ortaya çıkmış gibi görürler. Bazıları da bunları, binlerce yıldan beri hiç değişmeden zamanımıza kadar gelmiş, eserler olarak kabul ederler. Biz ise, „Altay dağlarındaki efsaneleri incelerken bütün çabamızı, eski Türklerden kalan motifler ile, bu bölgelere sonradan girmiş yabancı tesirleri, birbirinden ayırmağa verdik”.

1. DÜNYAYI KAPLAYAN İLK „OKYANUS”

Altay dağlarında söylenen yaratılış ve türeyiş destanları, değil yalnız Türklerin; bütün Orta Asya ile Sibirya’nın bile, en gelişmiş ve üzerinde ilgi ile durulan mitoloji verileridir. En eski Türklerin ne düşündüklerini bilmiyoruz. Fakat sonradan, Orta Asya’dan toplanan bütün yaratılış destanlarına göre, yeryüzü başlangıçta, büyük bir okyanus ile kaplı idi. Bir Altay efsanesi, bunun için şöyle diyordu:

Yerin yer olduğunda, sular yeri sarardı,
Ne gök, ne ay, ne güneş, ne de bir dünya vardı.
Tanrı uçar dururdu, insan oğluysa tekti,
O’da uçar, uçardı, sanki Tanrıyla eşti.
Uçar, hep uçarlardı, yer yoktu konmazlardı,
Tanrı idiler çünkü, ondan yorulmazlardı.
Yoktu Tanrının hiçbir, başında düşüncesi,
İnsan oğlunun ise, durmadı hiç hilesi.

Altay Türklerinin bu efsanede adı geçen Tanrıları “Bay-Ülgen”, yaratıcı bir Tanrı idi. Kendisi yerle gök arasında, yüce Tanrının bir elçisi olarak bulunuyordu. Bu sebeple dünyayı yaratmadan önce, Büyük Tanrının kutsal bir ilhamı, “Bay-Ülgen” in bütün varlığını sarmıştı. Çünkü o, dünyayı yaratmak için, Tanrı tarafından yeryüzüne gönderilmişti. Bu durumu, başka bir Altay yaratılış efsanesi, daha güzel anlatıyordu:

Dünya bir deniz idi, ne gök vardı, ne bir yer,
Uçsuz bucaksız, sonsuz, sular içreydi her yer.
Tanrı Ülgen uçuyor, yoktu bir yer konacak,
Uçuyor, arıyordu, bir katı yer, bir bucak.
Kutsal bir ilham ile nasılsa gönlü doldu,
Kayıptan gelen bir ses, ona bir çare buldu.

Bu iki efsane, birbirlerini tamamlıyorlardı. Bu sırada dünya, büyük bir okyanusla kaplı idi. Öyle anlaşılıyor ki bu okyanusun üzeri de, ruhlar âlemi ile doluydu. Tıpkı tasavvuftaki “Vücüd-u mutlak” gibi. Altay efsanesindeki bu hali, bir Bektaşi Şairi şu nefesinde, ne kadar güzel anlatmıştır:

“Ârif sundu, aldı Cih’nı biçti,
“Cebrail çok vakit deryada uçtu,
“Hak bir avuç toprak deryaya saçtı,
“Derya süzülüp de, yer olmadı mı?”

Bu Bektaşî nefeslerinin çoğu, konularını peygamberlerin tarihlerinden almışlardır. Bununla beraber, İsl’miyetle uyuşmayan pekçok Bektaşi şiirlerine de, rastlamıyor değiliz. Tasavvuf edebiyatında “Vahdet”, bir okyanusa benzetilmişti. Seyyit Nesimi ise, bu vahdet okyanusuna, “Mühit” adını veriyordu. Zaten muhit de tasavvuf da, okyanus anlamına geliyordu. Seyyit Nesimi’ye göre önceleri bu okyanus çok durgun ve sakin idi. Fakat yaratılış, yani “tecelli” sırasında okyanus coşmuş, kendi deyimi ile, “cüş’ ve hurüşa” gelmişti. Varlık âleminin meydana gelişi de, yine bu coşkunluk ve dalgalanma sırasında oluyordu.

▲ Cuprins ▲ İçindekiler ▲ Contents ▲

Gagauzlar ve Türkiye Türkler arasında benzerlikler

Bundan amaç, değişik coğrafiyalarda yaşayan Türk halklarının tarihi ve kültürel ortak miraslarının altını çizmek, bu çok geniş ortak benzerlik içerisinde genel olarak halk kültürü ürünlerine egemen olan ortak variyantların üzerinde durmaktır. Bunları belirtirken bir noktanın altını çizmekte yarar görüyorum, yaratılan ortak kültür, değişik coğrafiyalarda da olsa süreç içerisinde halk anlatışı biçiminde değişik varyantlar biçiminde görülebiliyor.
Bu genel durumun dışında, türk kültür haritasına eğildiğimizde, karşımıza ortak unsurların zenginleştirdiği muazzam bir coğrafiyanın çıktığını görüyoruz. Bu coğrafiyada hem başka hakların kültürlerinin izlerini yakalarız, hem de bütünüyle Türk kültür karakterini taşıyan unsurlara tanık oluruz.
Örneğin dünyanın bir sarı öküzün boynuzları üzerinde durduğu inancı, hemen bütünüyle Ortadoğu halklarının kültüründe vardır.
Gagauzlar’a göre yer; bir sarı öküzün boynuzları arasında taşınır. Yorgunluk neticesi, öküz dünyayı bir boynuzundan diğerine fırlattığı zaman yer sarsıntısı olur.
Sırplar ve moğollar arasındaki Anadolu’nun bazı yörelerinde de böyledir, yeryüzünde kocaman bir boğa dolaşır. Bunun neticesinde bazan zelzele olur. Bulgar inanışında da öküz ve boğanın yerini manda alır.
Ayrıca Gagauz inancında "yer yüzü" denilen ve yeryüzündeki bataklıkları işaretleyen başka bir vurgu vardır. Bunu Kırgız Türkleri’nde de görmek olasıdır. Dibi olmayan, derin bataklık mevkilere Gagauz folklorunda "yer gözü" denilmektedir. Hikaye ederler (Basarabya) ki koşulu dört atla birlikte iki kişi böyle bir dipsiz yerde kaybolmuştur. Toprak ilk defa sürülürken acıdan bağırmış, çizileri ise kanla dolmuş. O vakit Allah görünerek toprağa demiş ki, "Hiç ağlama ve kan kusma! Çünkü insanları sen besleyeceksin, ama daha sonra hepsini yütacaksın!" Bunun üzerine toprak teselli bularak artık ne ağlamış, ne de kan kusmuş.(1)
Toprağın ağlamasına ilişkin, Türkiye’de, örneğin Ankara’nın Elmadağ ilçesinde anlatılan, ki bu başka yerlerde de anlatılır, soğanla ilgili efsane de aynı sonuca işaret etmektedir. Sürekli bir kenara itilen soğan, kendisinin bir işe yaramadığı kanısıyla ağlamağa başlamış. Allah, seni bundan böyle bütün yemeklerin baştacı yapacağım"demiş. Ayrıca insanların saçlarının yere düşürülmemesi konusunda gösterdikleri duyarlık da böyle geniş bir coğrafyada ortak paydaları işaretler. Kuşkusuz bu yalnız Türk coğrafyasında görülmez. "örneğin güney Afrikalı Makololar da saçlarını ya yakarlar, ya da gizlice gömerler. Aynı usuller Tirolliler tarafından da uygulanır (2). Ayrıca, güneş battıktan sonra tırnak kesilmemesi, kesilen tırnakların da ya yakılıp ya da gömülmesi, bu geleneksel inancın halklar arasında değişik nüanslarla da olsa görülmesidir.

(Not: Bu geleneksel Dobruca Türklerinde görülmektedir. Hala küçük bebeğin tırnakları kesilir ve babanın cebine koyulur. İnanca göre babasının cebi dolu, yengin olsun- G.A).

Burada, Frazer’ın boşa inanlarla ilgili "yabanılın boş inanları yiyecek konusu çevresinde toplanmaktadır" tezi, günlük hayatın özellikle ilkel/büyüsel döneminin gereksinmelerini karşılama anlamında üzerinde durulması gereken önemli bir noktadır. Frazer, bu vurguya devamla "Yabanıl, sağlığa yararlı ve besleyici bir sürü hayvanı ve bitkiyi, sırf şu ya da bu nedenle, yiyen için tehlikeli ya da öldürücü olarak düşündüğü için yemekten sakınır. Bu türlü perhizin örnekleri burada verilemeyecek kadar çok sayıda ve herkesin bildiği şeylerdir. Fakat sıradan boş inana bağlı korkular yüzünden çeşitli yiyeceklerden yararlanması böyle yasaklanırsa, krallar ya da rahipler gibi kutsal ya da tabulu kimselere yüklenen bu türden yasaklamaların sayısını ve sıklığını siz düşünün (3).
Anastas Manof’un üzerinde durduğu "tepegöz" efsanesiyle, Dede Korkut hikayelerinde geçen "tepegöz" arasında ciddi bir akrabalık vardır. Zira değişik halklarda da görülen, örneğin Araplar’da, Romenler’de, Almanlar’da, Fransızlar’da, tepegöz tiplemesi, Gagauz ve Oğuz Türkleri’nde bu başka milletlerde tepegözün yer olarak fiziki tarifi ya alında olduğu yolunndadır, ya da böyle bir tarif hiç yapılmamıştır.
Oğuz efsanesinde kahraman bir mağrada koyunlar arasında saklanır, dev ise onu mağranın medhalinde bekler. Sırp ve eski Yunan masallarında olduğu gibi, Gagauz efsanesinde de insanlar medhale konulan kocaman bir taşın yardımı ile bir mağaraya kapanırlar. Devi köşleştirme usulu Oğuzlar, Gagauzlar, Yunanlılar ve Sırplar’da aynıdır: Gözüne keskin bie silah sokmak vurulan hileye, yani sırta bir koyun postu geçirmek kurnazlığına gelince, bu Oğuzlar’da ve gagauzlar’da hep bir ve aynıdır." (4)
Çok genel hatlarıyla vurguladığımız bu paralellikleri örneklendirmek kuşkusuz mümkün. Evlilik törenleri, ölüm törenleri, masallar, halk türküleri gibi halkbilimin hemen bütün alanla-rında Gagauz Türkleri ile Türkiye Türkleri folklorları arasında ciddi bir paralellik yakalanır. Bir Fin aydının, halk şiiri için söylemiş olduğu şu sözleri, bütün bir halk kültürü ürünlerine genelleştirmek mümkün: "Halk şiiri olmadan anavatan olmaz. Şiir, bir ulusun, içinde kendi yansımasını bulacağı kristalden başka bir şey değildir, o, halk ruhunun gerçekten özgün yanını ortaya çıkaran bir kaynaktır." (5) Gagauz Türkleri ile Türkiye Türkleri hatta bu vurgula-mayı bütün Türk dünyası için genelleştirmek de olası; halk kültürleri arasındaki paralellik, onların ulus olarak varolma gereksinimlerinin en büyük kaynayğnı oluşturmaktadır. "Geniş bir alanda, halk kültürünün keşfi, yabancı bir yönetim altında geleneksel kültürlerini yaşatmak için ürgütü girişimler olarak, «ulusalcı» haraketler içinde yer alıyordu. Halk şarkıları gele-neksel ve ulusal kurumları olmayan dağınık halklar için dayanışma ruhunudiritmek amacıyla kullanabilirdi" (6) diyen Peter Burke’nin, yeni çağ’ın Başında Avrupa Halk Kültürü’nü değerlen-dirişinde altını çizdiği bu gerçek, Türk dünyası halklarının yaşamında, örgütlü bir ulusalcı mücadele hedeflenmese de, içiçe yaşadıkları başka uluslar arasında böyle bir kazanıma yol açmıştır. Böyle bir paralelliğin gerçekleri düşünülürken, bu kendiğinden gibi gözükse de duyarlığın büyük payının olduğu kanısındayım.

Hazırlayan: A. G.

▲ Cuprins ▲ İçindekiler ▲ Contents ▲

Glossa & Mihai Eminescu

Zaman geçer, zaman gelir,
Eski yeni hepsi birdir.
Kötü nedir, iyi nedir,
Düşün- taşın, akıl erdir.
Umudu ve kaygıyı kes,
Dalga, dalga gibi geçer;
Çağrı imiş, veya heves,
Umursama, hepsi geçer!

Çok şey geçer göz önünden,
Kulağımız çok şey duyar,
Hepsini anlar görünen,
Önemsiyen, acep kim var?
Dura-dur sen bir kenarda,
Kendini bul, kendine gir,
Çünkü boş patırdılarla
Zaman geçer, zaman gelir.

Aldan masın akıl, şuur,
Mutluluğun maskesine;
Maskeler değişe durur,
Yarın bugünün tersine.
Güvenme sakın zamana,
Zaman oynak, geçicidir,
Bu gerçeği kavrayana
Eski yeni hepsi birdir.

Sen kendini tiyatroda
Bu dünyada olan biten,
Aynı yasalara kuldur;
Oldu olalı bu alem
Hem neşeli hem mahzundur.
Oyun birdir, maske ayrı,
Türlü esgi, aynı nefes!
Bu hallere alış gayrı,
Umudu ve kaygıyı kes!

Kes umudu, alçaklara
Açık dururken her yol!
Aptalı ders verir sana,
Sen ister us kaynağı ol!
Kaygıyı da at bir yana,
Birbirini yer köpekler,
Uyma onlara, aldanma,
Dalga, dalga gibi geçer!

Deniz kızı cilvesiyle
Çok tuzak kurdurur hayat,
Düşme sakın bile bile,
Rol değiştirmektir maksat.
Sen kendi yolundan şaşma,
Her ne görsen, çıkarma ses,
Ve hiç birine yaklaşma:
Çağrı imiş veya heves!

Sataşanlardan uzak dur,
Küfretseler yanıt verme!
Mademki huyları budur,
Onlara sen yol gösterme!
Desin alem her ne derse,
Geçsin öne her derbeder,
Ağlar veya gülerlerse,
Umursama, hepsi geçer.

Çağrı imiş veya heves!
Dalga, dalga gibi geçer,
Umudu ve kaygıyı kes.
Düşün-taşın, akıl erdir:
Kötü nedir, iyi nedir,
Eski yeni hepsi birdir,
Zaman geçer, zaman gelir.

Seyircinin biri addet,
Dört rol varsa bir oyunda,
Aktör hep aynıdır, fark et,
Sahneyi ciddiye alma,
Usulcacık köşene gir,
Seyret oyunu da anla:
Kötü nedir, iyi nedir.

Geleceği ve geçmişi
Yaprağın iki yüzüdür,
Görmesini bilen kişi,
Sonda başlangıcı görür,
Neler geçmiş, ne olacak,
Aynı bugünkü şeylerdir
Tümünün boşuna ancak,
Düşün, taşın, akıl erdir.

▲ Cuprins ▲ İçindekiler ▲ Contents ▲

ÇOCUKLUĞUN NAR TANELERİ

Şu anda denizin kenarında mavinin sonsuzluğunu seyretmekteyim. Babam, hayatımın zor bir anda, bana şöyle bir nasihat vermişti: ”Gününü, dakikanı, yaşa, kızım. Geçmişini tekrar ve tekrar gündeme getirirsen, yada geleceğini düşünerek yaşıyorsan, bu günün zevkini bu günün sana hediye ettiklerini alamayacaksın. Ve sakın unutma! Her geceden sonra, güneş doğacaktır bu yüzden, mutlaka o güneşin ışığını gülümseciklerle karşılamanı isterim.”
Babamın bana verdiği tavsiyelerden bu bir tanesi sayılır fakat, nedense geçmişimizdeki çocukluk hatıraları kesinlikle bir kenara atıp, onları kolay, kolay, unutamazsın ve işte babamın bahsettiği böyle zor anlarda, dikenleri atlatmak için en kolay yolunu bulmuş gibiyim: Çocukluğumu yaşatmak. Bilmem kaç kişi “Keşke bir daha çocuk olsaydım” dememiştir. Çocukluk özlemi elbette her insanda vardır. Her insan bu dönemi güzel fevkalade nadir bulunan bir miras gibi, kalbinde saklamıştır. Ara sıra hayatın zorluklarına karşı belki bu dönemim hatırlarıyla üstesinden gelebiliyoruz. En azından ben öyle yapıyorum. Çocukluk, en saf, en güzel dönemim olup, benliğimi orada buluyorum. Kendimi belki unutmamak için, tekrar oraya dönüyorum. Küçüklükte yaptığım gibi, masanın altında saklanıp, orada bütün gözlerden uzak, rahat bir nefes alıyorum… Ve neden olmasın, bu günün şartları insanın duygularını, insanın kimliğini, varlığını tüketip duruyor…
Asıl konumuz olan oyunlar, bunlara gelince, elbette bir sürü oyunlarımız var idi. Fakat ben sizinle benim keşfettiğim bir oyunu anlatmak istiyorum: Bütün apartman çocuklarını toplayıp, resim sergisi düzenlemek istedim. Bundan daha kolayı ne vardı? Herkes birer resim çizecekti ve ilk üç resimler ödüllendirilecekti. Daha sonra, bir arkadaşımız başka bir fikirle geldi. Sergi yanında, bir konser verelim. En güzel sesler toplanıp, hangi şarkıları söyleyeceklerini tartışmalardan sonra, hem fikir olmuşlar. Birkaç saat sonra, jüri üyelerini, yan blok’tan seçtik fakat düşünmediğimiz bir sorun karşımıza çıkıverdi. Peki bütün bunlar hangi saatlerde yapılacaktı? Öğlen saatlerde, kesinlikle olamazdı. Bebekleri olan komşularımız öğlen vaktinde onları, yani bebeklerini, uyutuyorlardı. Ah, bu arada yaz tatilinde olduğumuzu sizlere söylemeye unuttum. Akşam saat 18’de başlayıp, saat 20’de bitmesini kararlaştık. Hazırlıklar için bir hafta süremiz vardı. Resmin konusu serbest idi. Böylece herkes istediğini çizebilirdi.
O haftamız çok yoğun geçmişti. Para toplandı. Herkes bu zamanın 50 bin lei koyup, ödüller alındı: Birinci’ye çıkan, büyük bir yağlı boya seti, ikinci’ye, içinde bütün renkler bulunan kalem seti ve üçüncü’ye yine kalem seti fakat biraz daha küçük. Elbette, herkez yağlı boya seti almak için savaşıyordu. O zamanlar pahalı idi. Aslında, şimdi de çok pahalıdırlar. Bunların yanında, pastalar, meyve sular, alındı. Yaklaşık 10 kişi yarışmaya katılıyordu.
Beklediğimiz gün geldi ve sahneyi apartmanin arka tarafında yerleştirdik. Sahneyi bir telin üzerinde bir battaniye serip, böylece kurduk. Davetliler çimenin üzerinde sıralar halinde oturdular. Birbirimizin resimleri o ana kadar saklamıştık. Meraklı, meraklı, resimlerimizi sahnenin arka tarafında başka bir tele astık. Beni ve herkezi aslında çok etkileyen bir resim vardı. Onun yanında, benimki çok geride kalmıştı. Daha çok küçükken annesi ölen Cristina’nın resimi, annesini bir koltukta canlandırıyordu. Uzun saçlarıyla, masmavi gözleriyle, Cristina’nın gelecekteki yüzünü görmüş olduk, ansızın. Elbette, benimki ikinciliği kazandı. Ben, bir manzara seçmiştim. Mavi denizin ortasında, bir sandalın içinde bir insan. Güneşin batışını izleyen yanlızığı kendine kardeş bulan bir adam. Üçüncü ise, Romanya’nın haritasını büyük çiçek bükesi haline benzetmişti. Bu bizi çok neşelendirdi ve tüm kararlar onun üzerinde durdu…
Bundan sonra, şarkılar akıverdi. Herkes çok eğlendi. Büyükler, komşularımızdan bu güzel eğlencemize alkışlar ile katıldılar. Bazıları ise, gülümsemekle yetinip, yollarına devam ettiler.
Bu çocukluğumdaki komşularla anılarımdan bir tanesi. Daha sonra, oradan taşındık. Fakat onlar kalbimde yaşıyacaktır. Çoğu şu anda üniversitelerini bitirip çalışıyorlar. Ev sahibi, çocuk sahibi, olmuşlar. Fakat sokakta buluştuğumuzda, şu anki zorluklardan başka bişey konuşmuyoruz… Bu herkezi etkiledi. Hasta bir sosyal yapımız var. Geçmişteki o güzel nesilin, tesiri hiç kalmamış gibi… Hey gidi çocukluk…

İLMİA SÜLEYMAN

▲ Cuprins ▲ İçindekiler ▲ Contents ▲

GÜZEL ANA DILIMIZ

YAZ TATİL ÖDEVLERİ

Bilmeceler (Cevapları yaziniz ve okullar başlayınca öğretmenize iletiniz)

Abdest alır namaz kılmaz, cenazeden geri kalmaz.
Altından arabası, gümüşten darabası, bunu bilmeyen eşek arabası.
Attım atana, değdi kotana, düzde çaylara, derede balığa.
Benim bir bağım var, senede gelir otuz salkım üzümü, ağını yersen haramdır, karasını yersen helaldir.
Benim bir gelinim var gelenin gidenin elini öper.
Bilmece bildirmece el üstünde kaydırmaca.
Bir sahan şeker dünyaya eker.
Biz biz idik, otuz iki kız idik, ezildik büzüldük, bir duvara dizildik.
Çarşıdan aldım bir tane eve geldim bin tane.
Çarşıdan alınmaz, mendile sarılmaz, elde tutulmaz, tadına doyum olmaz.
Çil tavuk çilleme tavuk başını kestim kanı yok.
Dağdan gelir dağ gibi, kolları budak gibi, eğilir su içmeye, bağırır oğlak gibi.
Dağdan gelir sekerek, kara üzüm dökerek.
Ezan okur namaz kılmaz, avrat alır nikah kıymaz.
Golot kaşık duvara yapışık.
Hacılar hacca gider, bilmemem nece gider, bir yumurtanın içinde, yüz bin iki cüce gider.
Hak Teala hoş yaratmış beş yemiş, beşi dahi birbirini görmemiş, ikisine gün tokunur yaz ve kış, üçü daha güneş yüzü görmemiş.
Hay yurtlar yurtlar yurtlar, Yusuf’umu yiyen kurtlar, tırnağından su içer, tepesinden yumurtlar.
Kara kız kapıları gezer.
Kat kat döşek, bunu bilmeyen eşek.
Kat kat ekmek katı sofraya gelir yenmez.
Keçi tırnağı, yıkar ocağı.
Küçük mezar dünyayı gezer.
Minare dibi kâre, bin bir çiçek, bir lale.
O yanı mermer, oyanı mermer, içinde bir gelin gezer.
Taşa vurdun kırılmaz, suya vurdum kırıldı.
Yapan satar, satan kullanmaz, kullanan da görmez.
Yazın kurur kışın erir.
Yer altında yağlı kayış.
Yol üstünde bağlı sandık.
Yol üstünde yarım çörek.

Cevaplar HAKSES yayın kurumuna göderilecekter. Doğru cevap verilenlere ödül verilecektir.

Hazırlayan Gülten Abdula

▲ Cuprins ▲ İçindekiler ▲ Contents ▲

Din activităţile lunii iunie

▲ Cuprins ▲ İçindekiler ▲ Contents ▲

ADET SANCILARINA TESLİM OLMAYIN

Adet dönemi, her yaş grubuna fiziksel ve duygusal bir rahatsızlık dönemine dönüşebilir. Karın ağrıları, baş ve bel ağrıları, memelerde şişkinlik ve keyifsizlik bu dönemin neredeyse değişmez unsurlarıdır.
Bu dönemde günlük yaşamı etkileyen adet sancıları, rahim kasılmasına bağlıdır. Rahimdeki ya da diğer organlardaki iltihap ve hastalıklar, hormonal dengesizlikler, stres, korku ve üzüntüler adet sancılarının ortaya çıkmasına ya da şiddetlenmesine neden olabilir.
Adet sancıları ve adet döneminin diğer şikayetlerinin tedavisinde etkili olabilecek birçok yöntem vardır. Bu yöntemlerini uygulayarak, bu zor dönemi daha sağılıklı ve mutlu geçirebilirsiniz.

Egsersiz 1: Yere oturun ve ayak tabanlarınızı birbirine dayanın. Ellerinizle ayaklarınızı tutarak, dizlerinizi yukarı-aşağı hareket ettirin. Bu egsersiziyaparken dik oturmaya ve düzenli nefes almaya dikkat edin.
Egsersiz 2: Dizlerinizin üzerine çömelin ve öne doğru eğilerek alnınızı yere koyun. Burnunuzdan derin nefes alıp verin. Bu egsersiz bel kemiğinizi rahatlatarak, barsakların hareketlerini uyarır.

Adet dönemizin ilk ve son günlerini aşağıdaki takvim üzerinde işaretleyebilirsiniz.
Önceki dönemin son gününden, bir sonraki adet döneminin ilk gününe kadar ki dönem 28 gün ise, ilk ve son günler alt alta, gelecektir.
Adetin 28 günden 4 gün kısa ya da uzun olması normaldir. Ancak gün işaretleri yukarıdan aşağıya doğru düzensiz bir çizgi oluşturabilir. Bu durum herhangi bir hastalığın varlığını göstermese de, doktorunuza danışmanız öneririz.

TAKVİM

Adet Dönemlerinizin Daha Sağılıklı ve Daha Mutlu Geçmesi İçin…

  1. Kasılmaların azaltılması için; sıcak su torbası, sıcak havlu ile kramplarınolduğu bölgelere kompres, masaj ve banyo yapma gibi yöntemleri uygulayabilirsiniz.
  2. Beslenmenizde yeşil yapraklı sebzeler, tahıllar (cereale), meyveler, gibi posalı yiyeceklere yer verebilir; kafein, tuz ve alkol tüketiminden kaçınabilirsiniz.
  3. Gün içerisinde küçük ama sık öğünler alarak, üç satten fazla aç kalmamaya gayret edebilirsiniz.
  4. Stres ve üzüntüden uzak durmaya çalışabilir, ruhsaldurumunuzu formda tutabilir, adet döneminizde özel egzersizler uygulayabilirsiniz.

Ağır geçen adet dönemlerinde, sancıyı ve nedenini ortadan kaldıracak bir tedaviye gereksinim duyulabilir. Bu durumda, aşırı ağırıyı dindirip, fazla kanamayı düzenleyebilen, etkili bir ağrı kesici için doktorunuza başvurabilirsiniz.
Eğer aşağıdaki yazdığımız şikayetleriniz varsa, bunu işaretleyerek, lütfen doktorunuza danışınız.
Adet döneminizde; Aşağıda belirtilen rahatsızlıkların hangilerini yaşıyorsunuz?

  1. Kramp
  2. Bel ağrısı
  3. Baş ağrısı
  4. İshal
  5. Kusma
  6. Baş dönmesi
  7. Bulantı
  8. Yüzde kızarıklık
  9. Halsizlik, yorgunluk
  10. Sinirlik hali.

Hazırlayan: İLMİA SÜLEYMAN

▲ Cuprins ▲ İçindekiler ▲ Contents ▲

„Bisericile şi valorile euro-atlantice“ Bucureşti – 3 iunie 2002

Printre manifestările care susţin intrarea României în structurile euro-atlantice se numără şi întâlnirea capelanilor militari din cadrul NATO, întâlnire care a avut loc la Bucureşti şi a fost găzduită de Patriarhia Română. Acţiunea se înscrie într-un cadru amplu de manifestări care vizează stabilitatea prin cooperare şi dialog între toate formaţiunile civile, militare, politice şi religioase. Din rândul capelanilor musulmani a paricipat un tânăr musulman reprezentant în armata NATO. Vom reveni asupra acestuia într-un număr viitor. Acum vom da doar discursul pe care l-a ţinut premierul României la deschiderea lucrărilor conferinţei “Bisericile şi valorile euro-atlantice“ din Bucureşti.

Domnule Preşedinte,
Prea Fericite Părinte Patriarh,
Înalt prea sfinţite arhiepiscop şi mitropolit,
Stimaţi reprezentaţi ai cultelor,
Domnule director Kennedy,
Domnilor miniştri,
Onorată asistenţă,

Vă rog să-mi îngăduiţi ca, în numele Guvernului României, să exprim aprecieri pentru iniţiativa organizării, sub auspiciile Asociaţiei George C. Marshall şi a Patriarhiei Române, a conferinţei internaţionale „Bisericile şi valorile euro-atlantice”.
În procesul de aderare a ţării noastre la structurile euro-atlantice, întreaga societate românească parcurge un proces de reforme pentru mai buna racordare a sistemului politic, juridic, administrativ la valorile euro-atlantice. Alături de aceste domenii, şi împreună cu ele, considerăm că, în acest proces, un rol important revine dimensiunilor culturale şi spiritual-religioase.
Este cunoscut faptul că în ţara noastră, în pofida celor 50 de ani de comunism ateu, credinţa religioasă este foarte răspândită, aproape 99% din populaţie aparţinând unei confesiuni religioase.
Totodată, în ţara noastră se regăseşte întregul spectru religios european. Alături de Biserica Ortodoxă, de care aparţine marea majoritate a populaţiei, fiind prezente şi cele două mari religii creştine: catolicismul şi protestantismul. În plus, este prezentă şi o mică, dar activă comunitate mozaică, precum şi o comunitate musulmană.
Cultele din ţara noastră au legături originare şi indestructibile cu Europa, întrucât propovăduiesc valorile europene monoteiste, în special valorile spirituale creştine. De altfel, majoritatea acestora fac parte, de peste 40 de ani, din organizaţii religioase internaţionale, cum ar fi Consiliul Mondial al Bisericilor şi Conferinţa Bisericilor Europene. De aceea, reprezentanţii cultelor din România, în numele Bisericilor pe care le reprezintă, şi-au exprimat, în mai multe rânduri, propriul punct de vedere cu privire la un proces care se va resimţi în toate sectoarele vieţii noastre sociale. Un moment important l-a constituit, de altfel, semnarea Declaraţiei Cultelor Religioase pentru integrarea României în Uniunea Europeană, la 16 mai 2000, prin care reprezentanţii spirituali ai celor 22 milioane de credincioşi s-au angajat să sprijine programul de aderare a României. Prin aceasta, cultele religioase au confirmat voinţa credincioşilor lor de a fi alături de popoarele civilizate ale Europei de mâine, dar ca purtători ai propriei lor identităţi culturale şi religioase.
Iată de ce Statul, în relaţia sa cu Bisericile, respectă libertatea şi autonomia cultelor religioase şi se străduieşte să asigure egalitatea acestora în faţa legii, să prevină încălcarea sau restrângerea drepturilor sau libertăţilor religioase. De asemenea, respectând libertatea şi autonomia cultelor, statul acordă un consistent sprijin material acestora prin alocarea de fonduri pentru salarizarea personalului de cult, pentru construirea şi repararea lăcaşurilor de cult, precum şi pentru activitatea social-caritabilă a Bisericii. În acelaşi timp, Statul încurajează cooperarea între comunităţile religioase în spiritul toleranţei şi al respectului reciproc, cu scopul de a contribui, în calitatea lor de parteneri privilegiaţi ai autorităţilor de stat, la studierea, discutarea şi rezolvarea marilor probleme cu care se confruntă societatea în lumea de azi.

Stimaţi participanţi,

Poporul român dispune de o puternică zestre spirituală care poate da Europei un suflu nou, proaspăt şi puternic, de adevărată spiritualitate creştină. Căci, dacă aşa cum spunea Constantin Noica, Europa s-a născut la primul Sinod Ecumenic de la Niceea din anul 325, atunci Europa trebuie să-şi prezerve rădăcinile sale spirituale. Or, România poate să-şi asume acest rol şi anume, ca învăţând de la alte ţări europene mai dezvoltate mecanismele moderne ale economiei de piaţă, să ofere, la rândul ei, un exemplu de trăinicie a unei identităţi spirituale de înaltă trăire sufletească. Prin specificitatea sa de popor latin de confesiune majoritar ortodoxă el este deschis spre dialog cu alte popoare creştine din spaţiul euro-atlantic, România înscriindu-se astfel în cursul actual de dialog interconfesional, în spiritul noilor relaţii stabilite între statele de pe continentul nostru.
Urez deplin succes lucrărilor Conferinţei Dumneavoastră!

▲ Cuprins ▲ İçindekiler ▲ Contents ▲

BABALAR GÜNÜ KUTLU OLSUN!

“Ana da baba da başta taç imişler,
Her derde deva imişler,
Her çocuk hangi
mertebede olurlarsa olsun;
ANA, BABA’ya muhtaç imiş”

Gerçeğini bir an bile unutmayarak, Anneler ve Babalar Günü’nde; onlara olan sevgi ve saygımızı perçinleştirmek için gönüllerini alalım. Güzel bir çift söz, bir demet çiçekle…. Yeter ki hatırlayalım.
Onları kaybettikten sonra, ‘gölgeleri bile yeterdi’, demeyip; hayattayken değerlerini bilelim.
Özel günler de sevgimizi yansıtmak, pekiştirmek için bir vesile olsun.
Tüm dünyada olduğu gibi ülkemizde de her yıl haziran ayının üçüncü pazarı, ‘Babalar Günü’ olarak kutlanır…
Her baba çocuğunun iyi yetişmesi, güzel bir eğitim alarak, ailesine iyi bir evlat; topluma ve ülkesine yararlı fert olması için hiç bir fedakarlıktan kaçınmaz.
Baba olmanın mutluluğunu, güzelliğini yaşamak kadar, çocuklarının büyüyüp bir gün ‘Babalar Günü’nü hatırlaması bile her babaya ayrı bir keyif verir.

Baba şefkati

Kış günü, hava soğuk ve rüzgârlı. Yağmur bardaktan boşanırcasına yağıyor. Bir iş için Altındağ semtine gidiyorum. Yolun karşı tarafında, sırılsıklam kenarda bekleyen bir insan dikkatimi çekiyor. Gelip geçen taksilere, minibüslere el kaldırıyor, kimse aldırmıyor. Hareketlerinden alkollü olduğu anlaşılıyor. Altındağ’da işimi bitirip döndüm. Baktım bu zavallı insan soğukta hâlâ bekliyor, üstü başı ıslak. Arabamla önünde durdum; ‘Kardeşim, buyur seni evine götüreyim’, dedim. Şöyle camdan yüzüme baktı, biraz mahçup bir hâlde; ‘Ağabey, senin arabana binmeyeyim, alkollüyüm’ dedi. “Hayır bineceksin, bilerek durdum buyur” dedim. “Arabana istifra ederim, kirletirim, binmeyeyim” dedi. “Soğukta öleceksin” dedim ve zorla arabama bindirdim. Yağmurda sırılsıklam ıslanmış ve tir tir titriyordu.
Bir marketin önünden geçiyorken, ‘Küçük çocukların var mı?’ dedim. ‘Var’ dedi. Arabadan inerek çocuklara çikolata, bisküvi alarak; “Eve varınca çocuklara ikram edersin. Benim hediyem olsun” dedim.
“Ağabey, küçük çocuklarım var ama, ben eve varınca hiç yanıma gelmezler, kaçarlar” dedi. ‘Niçin kaçarlar?’ dedim. “Çünkü her gün böyle içip eve sarhoş giderim, bağırır, çağırır, döverim. Onun için benim eve geldiğimi görünce hepsi odalarına çekilir, yataklarına saklanır, korkudan yanıma yaklaşmazlar.” Bunları duyunca çok üzüldüm ve kendisine şöyle dedim: ‘Bak evlâdım herkes yanlış yapabilir, hata yapabilir. Önemli olan yanlışta ısrar etmemektir. O yavrucaklar Allah’ın sana bir emaneti. Sen onların babasısın, nasıl öyle davranabilirsin? Onların, senin şefkat ve merhametine, havadan ve sudan çok ihtiyacı var. Sevgi, şefkat ve merhamet onları besleyen ve büyüten en büyük gıdalarıdır. Bana söz vereceksin. Bu gün evine varınca yavrularını kucağına alacak onları sevip okşayacak, bu çikolataları kendi ellerinle yedireceksin. Tamam mı, söz mü?’ dedim. ‘Tamam söz veriyorum, dediklerini yapacağım.’ dedi.
Nihayet onun tarifiyle mahallelerden, sokaklardan geçerek kenar semtteki evine geldik. Hanımı çıkıp karşıladı, böyle bir davranış karşısında duygulandı, teşekkür etti, ısrarla eve girip çay içmemi istedi. Benim işim olduğu için kartımı bırakıp müsaade istedim ve ayrıldım.

Zavallı adamcağız evine varıyor, yavrucaklar korkudan kaçacak delik arıyorlar. Baba üstünü başını değiştirip, odaya geçip oturuyor. Küçük kızcağızı kapıdan çıkarken ona sesleniyor: ‘Kızım! Gel yavrum, otur yanıma.’ Kızcağız şaşırıp kalıyor, bu güne kadar hiç duymadığı ton ve sıcaklıkta babasının sesi. Kapıda durup kalıyor ürkek bir tavırla. Gitse mi, gitmese mi? Acaba yine bağırıp döver mi? Yatağına kaçsa mı? Derken baba tekrar yumuşak bir sesle: ‘Haydi yavrum gelsene, bak sana neler getirdim. Al bunları.’ diyerek çikolataları gösteriyor. Çocuk yavaş yavaş, korkarak babasına yaklaşıyor. Baba, yavrusunu dizine oturtuyor ve saçlarını öperek, okşamaya başlıyor. Kızcağızın ruh dünyası allak bullak oluyor. Baba sevgisi, babanın okşaması ne güzel bir şeymiş. Babanın yavrusunu öpmesi, onu yavrum diye sevmesi ne tatlı, ne sıcak şeymiş, bu şaşkınlığı yaşıyor. Kim bilir ne zamandan beri böyle sıcak bir sevgiyi tatmamıştı. Hep onun hasretiyle yanıp kavrulmuştu. Bak şimdi babası ona ‘yavrum’ diyordu, saçlarını okşuyordu, bağrına basıyordu. Ne tatlı ne sıcak bir yermiş baba kucağı.
Bu yakınlık ve sevgiden cesaret alan kızcağız, ayağa kalkıyor, kollarını makas gibi açarak, bütün hasret ve heyecanıyla babasının boynuna sarılıyor. Bulduğumu kaybeder miyim endişesiyle ‘Babammm… babam… babacığımmmm…’ diyerek hıçkıra hıçkıra ağlamaya başlıyor. O çikolatayı çoktan unutmuş, her şeyden daha tatlı babasını bulmuş, gözyaşları içerisinde ona sarılıyor, yılların açlığını gidermeye çalışıyordu.
Zavallı adam, hüngür hüngür ağlıyor, baba kız gözyaşı seline boğuluyorlar. Bir tarafta da hıçkırıklara boğulan anne gözlerine inanamıyordu. Allah’ım sana şükürler olsun diyordu.
Sonra baba ayağa kalkıyor, evdeki tüm içki şişelerini bir daha içmeme azim ve kararlılığıyla, kırıyor.

Bir gün mağazamda otururken, tezgahtar: ‘Efendim ziyaretçileriniz var’, dedi. ‘Gelsinler’ dedim. Baktım o aile birlikte gelmişler. Kadıncağızın iki gözü iki çeşme. “Ağabey! Sen melek misin, Hızır mısın, nesin? O gün seni Allah gönderdi. Nasıl teşekkür edeceğimi bilemiyorum. O yağmurlu günde sen beyimi sarhoş haliyle yoldan alıp eve getirdin. O günden sonra dünyamız değişti. Kocam içkiyi bıraktı, Allah’a yöneldi, yavrularım baba sevgisine kavuştu, evimiz bir cennet köşesine döndü, korkularımız bitti. Buna vesile olduğunuz için Allah sizden razı olsun” diyor, gözyaşlarına boğuluyordu.

Bir güzel davranış, bir yudum şefkat ve merhamet, samimiyetle uzanan bir el, samimi bir yardım, bazen en sihirli kilitleri açıyor, sihirli bir anahtar oluyor, bir insanın hidayetine, bir dünyanın değişmesine vesile olabiliyor. Kalbler Allah’ın elinde. Keşke her zaman çevremizdeki insanlara birer şefkat meleği gibi davranabilsek, rahmet yüklü bulutlar gibi olabilsek. Kim bilir aynı vaziyette uzanacak bir eli, bir yudum samimiyet ve sıcaklığı bekleyen, soğukta titreyen nice gönüller vardır. Ey Rahmeti Sonsuz Rabbim!
ahmetinle bizleri kuşat ve bizleri yalnız bırakma…

*) Bu hâdise, insana hizmeti ve hoşgörüyü hayatının gâyesi yapan bir insanın başından geçmiştir

Sayfayı Hazırlayan: Gülten Abdulla

▲ Cuprins ▲ İçindekiler ▲ Contents ▲

CÜMLENİN YARDIMCI ÖĞELERİ

(PĂRŢILE SECUNDARE ALE PROPOZIŢIEI)

  1. NESNE: Öznenin yaptığı işten doğrudan etkilenen öğedir.
    Örnek: Ali, nihayet iş bulmuştu.
    Bu cümlede “ iş” kelimesi nesnedir. Yükleme “ ne” sorusu sorularak bulunur.
    Örnek: „Yorganı kafasına büsbütün çekti“.
    Bu cümlede yorganı“ kelimesi nesnedir. “neyi” sorusu sorularak bulunur.
    Örnek: „Öğretmenlerimizi bina yapan insanlara benzetirim”
    Bu cumlede „öğretmenlerimizi” kelimesi nesnedir. “kimi” sorusuyla bulunur.
    - O halde, cümlede öznenin eyleminden etkilenen bir nesne bulunuyorsa, yükleme yönelteceğimiz „ne“, „kim”, “neyi“, “kimi” soruları ile seçilirler.
    „Ne“ ve „kim“ soruları ile bulunan nesnelere “belirsiz nesne“ diyoruz.
    “Neyi” ve “kimi“ soruları ile bulunan nesnelere „belirli nesne” diyoruz.
    “Ali, nihayet iş bulmuştu” cümlesinde „iş“ kelimesi bir “belirsiz nesnedir.”
    „Öğretmenlerimizi, bina yapan insanlara benzetirim” cümlesindeki “öğretmenlerimizi“ kelimesi bir „belirli nesnedir“. “neyi“ sorusuyla bulunmuştur.
  2. DOLAYLI TÜMLEÇ
    Cümlede özne tarafından yapılan işin, oluşun veya hareketin nerede yapıldığı, nereye yöneldiği ya da nereden geldiği gibi durumları karşılayan tümleçe “dolaylı tumleç“ denir.
    Dolaylı tümleç, „e-de-den“ isim hallerinden birini almasıyla tanınır.
    Cümlede dolaylı tümleçi bulmak için yükleme, özne ile birlikte „nereye, neye, kime, nerede, kimde, nereden, kimden“ sorularını sorarız.
    Aşağıdaki örnekleri inceleyelim:
    - Bir haftadır fabrikaya gidiyordu.
    Her sabah yaptığı gibi, yorganı kafasına büsbütün çekti.
    Ailemize, çevremizdeki insanlara ve yurdumuza faydalı olmak istiyorsak çalışmalıyız.
    Okul içinde ve dışında yapılan eğitim ve öğretim ömür boyu sürer. Yukarıdakı cümlelerde dolaylı tümleç örnekleri verilmiştir. Bu örneklerin her biri, belirttiğimiz sorulardan birine cevap vermektedir.
    Birinci cümlenin dolaylı tümleci „fabrikaya“ kelimesidir; “nereye“ sorusu ile bulunmaktadır.
    Ikinci cümledeki tümleç „kafasına“ kelimesi olup „neye“ sorusunun cevabıdır.
    Üçüncü cümledeki “Ailemize, çevremizdeki insanlara ve yurdumuza“ kelimeleri „kime“ sorusuna cevap veren dolaylı tümleçtir.
    Örneklerdeki son cümlede ise, dolaylı tümleç olan „okul içinde ve dışında“ kelimeleri, „nerede“ sorusuyla bulunmuştur.
  3. ZARF TÜMLECİ
    Cümlede yüklemi zaman, yer, durum, yön, nitelik, azınlık-çokluk yönünden tamamlayan kelime ve kelime gruplarına zarf tümleci denir.
    Zarf tumleçlerini, cümlede „ne zaman, ne zamandan beri, nasıl, ne kadar“ gibi soruları yükleme sorarak buluruz. Aşağıdaki örnekleri inceleyelim:
    • Ali, nihayet iş bulmuştu. Bir haftadır fabrikaya gidiyordu.
    • Yemek odasına kol kola girdiler.
    • Ali birkaç fesleğen yaprağına dokunup, avuçlarını koklaya koklaya uzaklaştı.
    Bu örneklerde belirtilen „nihayet, bir haftadır, kol kola, koklaya koklaya“ kelimeleri yüklemde gösterilen eylemi çeşitli yönlerden tamamlamaktadır. Bu kelimeler, durum, zaman, azlık-çokluk, nitelik gibi özellikler anlatmaktadırlar.
    Cümlede zarf tümleci olmuşlardır.
  4. EDAT TÜMLECİ: Cümlede „ne için“, „ne ile“, „ne gibi“ sorulara cevap veren ve edatlı tamlamalardan oluşan kelime yada kelime grubudur.
    Aşağıdaki örnekleri inceleyelim:
    • „Bu süre içinde, öğretmenlerimizin ellerinde bir bina gibi yükseliriz.“
    • „Biz, milli mücadelemizi gencimiz, yaşlımızla kazandık.“
    Birinci örnekteki „gibi“ edatına bağlı olan „bir bina“ gibi kelimeleri edat tümleçidir. Yine aynı şekilde, ikinci örnekteki „ile“ edatına bağlı olan „gencimiz, yaşlımız“ kelimeleri edat tümleçidir.

▲ Cuprins ▲ İçindekiler ▲ Contents ▲

28 iunie, o zi în care cinstim tricolorul ţării noastre, simbolulul unităţii poporului român de pretutindeni.

DRAPELUL ROMÂNIEI

Cinstire ei şi tuturor celor care s-au jertfit pentru apărarea fiinţei naţionale

Drapelul României este un tricolor albastru, galben, roşu, având culorile dispuse în benzi verticale, de dimensiuni egale.
Ca simbol vexilologic românesc, tricolorul albastru, galben, roşu este de dată relativ recentă, el apărând în prima jumătate a secolului al XIX-lea.
Despre istoria mai îndepărtată a steagului la strămoşii noştri, informaţiile sunt puţine şi lacunare.
Cu certitudine, geto-dacii (ramura nordică a marelui neam tracic) au avut ca simbol “draco”: un cap de lup cu botul deschis, continuat cu un corp de şarpe, realizat din metal (bronz) şi care se termina cu o serie de fâşii din pânză. Acest “draco” era înfipt în vârful unei hampe; purtat în galopul calului în timpul luptelor, “draco” scotea un şuierat datorită aerului care intra prin gura deschisă a animalului şi ieşea printr-un “fluier” din lemn prins la coadă. “Draco” nu a fost o “invenţie” geto-dacică, el fiind preluat de la popoarele de călăreţi de origine iraniană cunoscute sub numele generic de sciţi. Oricum, prima atestare a utilizării unui “draco” de către geto-daci datează din sec.IV a.ch., o schiţare a unui astfel de steag fiind scrijelată în pasta crudă a unui vas local, lucrat cu mâna, descoperită în aşezarea getică de la Budureasa, jud. Prahova. În scenele sculptate ale Columnei lui Traian, războinicii daci apar purtând deseori astfel de simboluri, ele regăsindu-se redate şi pe monumente funerare ale unor ostaşi romani de origine dacică staţionaţi în Britania. Singurul exemplar păstrat – numai partea metalică – a fost descoperit în Germania, fără să se poată spune dacă piesa respectivă reprezintă un “trofeu” câştigat de o unitate militară romană în timpul luptelor purtate în Dacia şi dislocată apoi pe limes-ul de pe Rin, o piesă capturată de la alte neamuri scitice, care o aveau ca simbol sau un “steag” al unei unităţi militare auxiliare romane recrutată dintre geto-daci şi care, conform practicii curente romane, îşi păstrau armamentul specific.
Roma, ca stat, nu a avut un steag anume. Fiecare legiune romană îşi avea “steagul” specific, “sigmum”, care era o reprezentare plastică turnată în bronz (acvilă, leu ş.a.m.d.), înfiptă în vârful unei hampe, pe aceasta din urmă fiind fixate şi diversele “decoraţii” (phalerae) pe care respectiva legiune le căpătase.
După formarea poporului român, în secolele IX-X, odată cu constituirea celor dintâi formaţiuni de tip statal atât la sud, cât şi la nord de Dunăre, apar şi primele însemne heraldice româneşti şi, odată cu acestea, lacunare şi disparate informaţii privind “steagul cel mare” care, în limbajul vremii, desemna simbolul vexilologic al statului. În afara “steagului cel mare” existau şi diferite steaguri ale cetelor boiereşti, fiecare în culori şi cu reprezentări heraldice specifice iar, mai târziu, existau diferite drapele şi stindarde ale unităţilor militare. Uneori, domnitorii îşi aveau propriul lor steag care îmbina elemente ale stemei personale cu stema ţării.
“Steagurile cele mari” au reprezentate pe pânză elemente heraldice ale stemei, brodate sau pictate. Culoarea de bază a steagului Moldovei este, în general, roşu, iar cea a Ţării Româneşti alb sau o culoare deschisă (alb-gălbui), dar există şi excepţii. O astfel de excepţie o reprezintă chiar prima ştire scrisă, în care este descris un astfel de steag de pe vremea domnitorului Vlad Vintilă de la Slatina (1532-1535) în care ni se spune că pânza era din mătase roşie pe care era brodată reprezentarea heraldică a stemei: pasăre (cioară?) cu capul conturnat, având o cruce în cioc şi stând pe un pisc de munte.
Şi steagul Moldovei, în perioada domniei lui Ştefan cel Mare, era tot roşu, având capul de bour cu stea între coarne şi flancat de soare şi lună. Din aceeaşi perioadă avem şi imaginea steagului domnesc al lui Ştefan în gravura redând bătălia de la Baia din 1467: flamură lungă şi îngustă, având redate benzi verticale paralele cu hampa (fasciile stemei de familie) şi capul de bour pe restul jumătăţii pânzei.
După o relatare contemporană, delegaţia marilor boieri moldoveni prezenţi la încoronarea lui Henric de Valois ca rege al Poloniei (1574) avea un steag de culoare albastră pe care era redat bourul cu stea între coarne.
În jur de 1600, steagul Ţării Româneşti sub domnia lui Mihai Viteazul era alb având pictat un corb ce ţine în cioc o cruce dublă, stând deasupra unei ramuri de ienupăr verde, în timp ce steagul Moldovei sub Ieremia Movilă era roşu, cu bourul având stea între coarne şi flancat de două semilune, pictate galben; marginea steagului era bordisită cu galben şi avea înscris numele şi titulatura voievodului şi data când a fost făcut.
Din steagurile datate în secolul al XVII-lea nu s-a mai păstrat nici unul “al ţării”. În schimb, există un interesant steag domnesc din vremea lui Mihnea al III-lea (1658-1659): pe fondul roşu închis, pictat cu aur, vulturul bicefal bizantin purtând coroană princiară, având ca suporţi doi lei rampanţi, totul încoronat cu o coroană arhiducală susţinută de doi îngeri; la partea superioară a pânzei era scris numele şi titulatura. “IO MIHAIL RADU CU MILA LUI DUMNEZEU DOMN AL UNGROVLAHIEI ŞI AL PĂRŢILOR MEGIEŞITE ARHIDUCE” Un alt steag domnesc este cel al lui Constantin Brâncoveanu, care este posibil să fi slujit şi ca steag al ţării. Pe o faţă a pânzei era brodată stema Ţării Româneşti flancată de sfinţii împăraţi Constantin şi Elena cu inscripţia: “KONSTANTINUS BRANCOVAN, VALACHIAE TRANSALPINAE PRINCEPS, ANNO DOMINI 1698” iar pe cealaltă faţă era scena Botezului Domnului.
În perioada domniilor fanariote apar, pentru prima dată, îmbinate pe un steag şi simbolurile heraldice ale celor două principate româneşti; aşa cum este cazul cu steagul din vremea lui Constantin Ipsilanti care, pentru scrută vreme (decembrie 1806 – august 1807), a domnit în ambele ţări; mătasea steagului era de culoare albă.
Şi steagul folosit de Tudor Vladimirescu în timpul mişcării revoluţionare din 1821 a fost făcut pe modelul steagurilor ostăşeşti ale evului mediu. Pânza, din mătase albă, avea pictată, central, Sfânta Treime, flancată de doi sfinţi militari (Sf. Mucenic Gheorghe şi Sf. Theodor Tiron). Sub Sf. Treime, într-o cunună ovală din frunze de laur, era acvila cruciată a Ţării Româneşti şi, la stânga şi la dreapta stemei, erau scrise, cu litere chirilice versurile:

”Tot norodul românesc
Pe tine te proslăvesc
Troiţă de o fiinţă
Trimite-mi ajutorinţă.

Cu puterea ta cea mare
Şi în braţul tău cel tare
Nădejde de dreptate
Acum să am şi eu parte”.

Sub stemă era înscrisă data când a fost citită Proclamaţia de la Islaz, socotită ca moment “oficial” al declanşării mişcării iniţiate de slujerul Tudor Vladimirescu. Pe lângă flamura propriu-zisă sunt de amintiţi şi ciucurii care erau atârnaţi de hampă, sub ogivă; erau trei grupe de ciucuri, fiecare din acestea formate din fire împletite mai lungi, acoperite până la jumătate de fire mai scurte. Fiecare din aceşti ciucuri erau coloraţi bicolor: roşu/albastru, galben/albastru şi galben/roşu, ansamblul lor creând impresia tricolorului.
Prima reunire a celor trei culori, ca benzi separate de culoare, ca simbol vexilologic nu al principatului Ţării Româneşti, ci al unităţilor miliţiei pământene şi al navelor comerciale, datează din 1834, pe timpul domniei lui Al.D. Ghica. Benzile erau dispuse pe orizontală, cu fâşia roşie la partea superioară şi cea albastră la partea inferioară. Pe galben, era pictată acvila cruciată, încoronată, ţinând în ghiare un buzdugan şi o spadă, înconjurată de o cunună ovală din frunze de stejar şi laur; în colţuri, erau pictate acvile. Pornindu-se de la Hatişeriful din 1834, prin care sultanul aproba cele trei culori ca simbol vexilologic, adepţii “Partidei Naţionale” vor vedea în acest tricolor simbolul naţional al tuturor românilor. Fără îndoială că această opţiune a fost puternic influenţată de mişcarea naţională pe care noile forţe politce ale burgheziei o promovau în întreaga Europă, modelul vexilologic fiind cel francez: albastru, alb, roşu. După acest model, Belgia adoptă, la proclamarea independenţei sale, steagul negru, galben, roşu; revoluţionarii italieni – şi apoi statul italian – verde, alb, roşu etc.
În aceeaşi perioadă, a domniilor “Regulamentare”, în Moldova, domnitorul Mihail Sturdza împarte şi el drapele şi stindarde noilor unităţi ale miliţiei pământene. Culorile unităţilor militare moldovene sunt bicolore: pe pânza albastră sunt plasate la colţuri pătrate roşii. Pe aversul pânzei, în centru, era bourul moldovenesc cu stea între coarne şi coroana princiară, în timp ce pe revers era pictat Sf. Gheorghe călare, ucigând balaurul; pe pătratele roşii era monograma domnitorului, “M”.
De notat că nici în această perioadă nu s-a ajuns încă la instituirea unui steag al “statului”, principalul steag al ţării fiind cel al domnitorului. Steagul domnesc al lui Gheorghe Bibescu (1842-1848) era confecţionat din mătase roşie având marginile brodate cu flori de aur; central, un scut, timbrat cu coroana princiară, în care este acvila cruciată, scutul fiind susţinut de doi lei rampanţi; în spatele scutului sunt încrucişate o spadă şi un buzdugan, iar totul este plasat deasupra unei panoplii formate din steaguri, arme, ţevi de tun, tobe şi ghiulele. Pe reversul steagului este pictat Sf. Gheorghe călare, omorând balaurul.
În contextul revoluţionar al anului 1848, cu arborarea noilor drapele tricolore ca simboluri a unor state naţionale, şi revoluţionarii români, aflaţi la Paris la izbucnirea revoluţiei, vor arbora drapelul albastru, galben, roşu, cu albastru la hampă. Aşa va fi şi consfinţit, ca drapel naţional, prin Decretul nr.252 al guvernului provizoriu de la Bucureşti, deşi, iniţial, apăruseră drapele tricolore cu benzile dispuse pe orizontală, aşa cum fuseseră ele arborate de revoluţionarii români din Ardeal la Adunarea Naţională de la Blaj din 26 aprilie. Nu ştim motivul pentru care ardelenii au ales dispunerea culorilor pe orizontală; este posibil să fi fost un mimetism după tricolorul verde, alb, roşu al revoluţionarilor maghiari. Ar mai fi de notat că, iniţial, tricolorul românilor ardeleni a fost albastru, alb, roşu, cu benzile pe orizontală, pe alb fiind scris cu auriu “VIRTUS ROMANA REDIVIVA” (Virtutea romană reînviată). În decursul revoluţiei însă, treptat, toate drapelele românilor vor înlocui albul cu galben.
Ca drapel naţional, tricolorul se impune în 1859, odată cu dubla alegere a lui Alexandru Ioan Cuza, dar în varianta dispunerii orizontale a benzilor de culoare. Primul steag din 1859, aflat în uz până în 1862, a avut fâşia albastră plasată sus, apoi, în a doua perioadă a domniei lui Cuza, fâşia roşie a fost dispusă la partea superioară. Odată cu venirea domnitorului Carol I, din 1867, atât steagul ţării cât şi drapelele şi stindardele unităţilor militare vor avea benzile dispuse pe verticală, cu albastru lângă hampă. România se alinia astfel regulilor vexilologice europene pentru steaguri tricolore care au, toate, banda de culoarea cea mai închisă, culoarea “rece”, lângă hampă.
Trebuie făcută precizarea că între steagul naţional şi drapelele unităţilor militare au existat întotdeauna şi peste tot în lume diferenţe. La noi, drapelele militare au avut redată stema ţării pe centru şi în colţuri sigla suveranului, pe când steagurile naţionale, începând din 1872 când aceste aspecte sunt legiferate, nu. În 1948, regimul comunist, pentru a încerca să îndepărteze cât mai mult din tot ce a însemnat tradiţia naţională, a înlocuit nu numai stema ţării, rezultată din îmbinarea elementelor heraldice tradiţionale, cu una nouă, de sorginte sovietică, dar a şi plantat această nouă stemă pe tricolorul naţional. În decembrie 1989, oamenii au rupt simbolul comunismului de pe steag şi s-a revenit la ceea ce fusese steagul României din 1872 până în 1947.

▲ Cuprins ▲ İçindekiler ▲ Contents ▲

română / türkçe: · română ·
türkçe
ediţia / autorul: · ediţia ·
autorul
alegeţi:
revista tipărită:
Iunie 2002
legături: