♦ Cuprins ♦ İçindekiler ♦ Contents ♦


Nasreddin Hoca’yı Anma (1208-1284)

Türk halk bilgesi. Halk dilinde, duygu ve inceliği içeren, gülmece türünün öncüsü olmuştur.
Sivrihisar’ın Hortu yöresinde doğdu, Akşehir’de öldü. Babası Hortu köyü imamı Abdullah Efendi, annesi aynı köyden Sıdıka Hatun’dur. Önce Sivrihisar’da medrese öğrenimi gördü. Babasının ölümü üzerine Hortu’ya dönerek köy imamı oldu. 1237’de Akşehir’e yerleşerek, Seyyid Mahmud Hayrani ve Seyyid Hacı ıbrahim’in derslerini dinledi. ıslam diniyle ilgili çalışmalarını sürdürdü. Bir söylentiye göre medresede ders okuttu, kadılık görevinde bulundu. Bu görevlerinden dolayı kendisine Nasuriddin Hâce adı verilmiş, sonradan bu ad Nasreddin Hoca biçimini almıştır.
Onun yaşamıyla ilgili bilgiler, halkın kendisine olan aşırı sevgisi yüzünden, söylentilerle karışmış, yer yer olağanüstü nitelikler kazanmıştır. Bu söylentiler arasında, onun Selçuklu sultanlarıyla tanıştığı, Mevlânâ Celâleddin ile yakınlık kurduğu, kendisinden en az yetmiş yıl sonra yaşayan Timur’la konuştuğu, birkaç yerde birden göründüğü bile vardır.
Nasreddin Hoca’nın değeri, yaşadığı olaylarla değil, gerek kendisinin, gerek halkın onun ağzından söylediği gülmecelerdeki anlam, yergi ve alay öğelerinin inceliğiyle ölçülür. Onun olduğu ileri sürülen gülmecelerin incelenmesinden, bunlarda geçen sözcüklerin açıklanışından anlaşıldığına göre o, belli bir dönemin değil Anadolu halkının yaşama biçimini, güldürü öğesini, alay ve eğlenme türünü, övgü ve yergi becerisini dile getirmiştir.
Onunla ilgili gülmeceleri oluşturan öğelerin odağı sevgi, yergi, övgü, alaya alma, gülünç duruma düşürme, kendi kendiyle çelişkiye sürükleme, şeriat’ın katılıkları karşısında çok ince ve iğneli bir söyleyişle yumuşaklığı yeğlemedir. O, bunları söylerken bilgin, bilgisiz, açıkgöz, uysal, vurdumduymaz, utangaç, atak, şaşkın, kurnaz, korkak, atılgan gibi çelişik niteliklere bürünür. Özellikle karşısındakinin durumuyla çelişki içinde bulunma, gülmecelerinin egemen öğesidir. Bu öğeler Anadolu insanının, belli olaylar karşısındaki tutumun yansıtan, düşünce ürünlerini oluşturur.
Nasreddin Hoca, halkın duygularını yansıtan bir gülmece odağı olarak ortaya çıkarılır. Söyletilen kişi, söyletenin ağzını kullanır, böylece halk Nasreddin Hoca’nın diliyle kendi sesini duyurur.
Nasreddin Hoca, bütün gülmecelerinde, soyut bir varlık olarak değil, yaşanmış, yaşanan bir olayla, bir olguyla bağlantılı bir biçimde ortaya çıkar. Olay karşısında duyulan tepkiyi ya da onayı gülmece türlerinden biriyle dile getirir. Tanık olduğu olaylar genellikle halk arasında geçer. Hoca, soyluların, yüksek saray çevresinde bulunanların aralarına ya çok seyrek girer ya da hiç girmez. Sözgelişi onun tanıştığı söylenen Selçuklu sultanlarıyla ilgili gülmecesi yoktur.
Timur’la ilgili “hamam, Timur ve peştemal” gülmecesi de, Timur’dan çok önce yaşadığı için, sonradan üretilmiştir. Halk beğenisi Hoca’yı Timur gibi çevresine korku salan bir imparatorun karşısına hamamda çıkarak, “kızım sana söylüyorum, gelinim sen işit” türünden bir yergi yaratmıştır. Burada yerilen, dolaylı olarak kendini toplumun, halkın üstünde gören saray insanlarıdır.
Nasreddin Hoca gülmecelerinde dile gelen, onun kişiliğinde, halkın duygularını yansıtan başka bir özellik de eşeğin yeridir. Hoca eşeğinden ayrı düşünülemez. Onun taşıtı, bineği olan eşek gerçekte bir yergi ve alay öğesidir. Anadolu insanının yarattığı gülmece ürünlerinde atın yeri yoktur denilebilir. Eşek, acıya, sıkıntıya, dayağa, açlığa katlanışın en yaygın simgesidir. Soyluların, sarayların çevresinde üretilmiş gülmecelerde eşek bulunmaz, oysa at geniş bir yer tutar.
Bu konuda başka bir çelişki sergilenir. Gülmecede güldürücü öğe ile yerici öğe yanyana getirilir. Bunun örneği de kendisinden eşeği isteyen köylüye, “eşek evde yok” deyince ahırda onun anırmasını duyan köylünün “işte eşek ahırda” diye diretmesi karşısında, Hocanın “eşeğin sözüne mi inanacaksın benimkine mi” demesidir.
Onun gülmecelerinde, kaba sofuların “ahret” le ilgili inançları da önemli bir yer tutar. “Fincancı Katırları”, “Ben Sağlığımda Hep Burdan Geçerdim” başlıklı gülmeceler katı bir inanç karşısındaki duyguyu açığa vurur. Toplumda neye önem verildiğini anlatan “Ye Kürküm Ye” gülmecesi, Hoca’nın dilinde, halkın tepkisini gösterir.
Nasreddin Hoca’nın etkisi bütün toplum kesimlerine yayılmış, “ıncili Çavuş”, “Bekri Mustafa”, “Bektaşi” gibi çok değişik yörelerin duygularını yansıtan gülmece türlerinin doğmasına olanak sağlamıştır. Bunlardan ilk ikisi saray çevresinin oldukça kaba beğenisini, üçüncüsü de gene halkın, şeriat’ın katılığına karşı duyduğu tepkiyi dile getirir.
Bizim Tekir Nerede?
Hoca’nın canı bir gün etlice bir yahni ister…
Kasaba gidip bir okka et alır, eve gönderir.
Hoca’nın karısı yahniyi pişirirken komşuları çıkagelir. Gözü gönlü tok, eli açık olan kadıncağız komşularına yahni ikram eder. Komşular, yemeğin tamamını yiyip bitirir ve dönerler evlerine.
Bütün gün yahni özlemiyle akşamı zor eden Hoca evine döner. ıştahla oturur sofraya. Biraz sonra karısı önüne bir tabak bulgur aşıyla bir kaşık koymaz mı? Hoca hiddetlenerek sorar ne olup bittiğini.
“Efendi,” der karısı, “Eti bizim Tekir yedi.”
Bu sözü duyan Hoca sinirlenerek eline bir sopa alır ve Tekir kediyi aramaya koyulur. Bir süre sonra Tekir görünür, bir deri bir kemik… Yürüyecek gücü yok, iskelet gibi…
Hoca şaşkın: “Hatun, yahnilik eti şu bizim Tekir mi yedi?” diye sorar. Karısı da “Evet Efendim, o hınzır yedi.” diye cevap verir.
Bunun üzerine Hoca alır eline el terazisini ve tartar Tekir kediyi… Tam bir okka çeker Tekir. Bunun üzerine karısına şöyle çıkışır.
Hoca: “Hatun! şu gördüğün bizim Tekir tam bir okka geldi. Öyleyse, yahnilik et nerede? Şayet et bu ise bizim Tekir nerede?”

Derleyen: Vildan Bormambet

▲ Cuprins ▲ İçindekiler ▲ Contents ▲

DOĞUMLA İLGİLİ ADETLER

Doğum öncesi adet ve gelenekleri: Dobrucalı Türklerin doğumla ilgili tören ve adetleri diğer Türk halklarının adetleriyle aynı veya çok az farklıdır. Bir kadın evlendikten sonra anne olacağını duyunca büyük bir merak ve telaş içinde yaşar. Doğacak bebek için o anne ve yakın akrabalarıyla birlikte elbiseler hazırlamaya başlar. Her türlü iç giyim eşyası, elbise, libas, hafif ve türlü biçimlerde terlik, çeşitli ipliklerden örülü çorap, başı korumak için ince kumaştan ve çoğunlukla yarı yuvarlak biçimde hazırlanan takke ve yeni doğan bebekler için gerekli olan tüm eşya hazırlanır. Elbiseler genellikle, beyaz ve kırmızı olur. Kızlar için kırmızı, erkek çocuklar için mavi renk seçilir.
Günümüzde en önemlisi çocuk için ad bulmaktır. Anne, baba, akrabalar birkaç ad teklif ederler, ancak beğenileni seçilir. Bazen çok yakın akrabaların adlarının taşınması da uygun görülür.
Eskiden, kadın evde doğum yapardı. Ona ebe veya ebenay yardım ederdi. Günümüzde annler yavrularını hastanede doğuruyor. Eve gelince çocuk hemen bir komşuya veya akrabaya götürülür. Sanki onu satın almış gibi bu akrabaya çocuğun annesi para verir. Sonra kendi evine gelir. Bu çok eski bir gelenektir.
Hamile kadın doğuma yakın bir zamana kadar çalışır, ancak ağır işler yapmaz. Doğum sancıları başlar başlamaz aile üyeleri sevinir ve heyecanla çocuğun doğmasını bekler.
Doğum sonrası adetler: Bir kadın doğum yaptıktan sonra 40 gün evden çıkmaz. Loğusa olarak evde kaldığı zaman o kırk gün, her akşam, bebeğini yıkar. Bu yıkamada sabun, şampuan gibi malzemeler kullanılmaz. Sadece yumurta, zut ve ılık su ile yıkanır. Ömrü uzun, zengin ve şanslı olması için ilk yıkanma suyuna altın, para, yün ve yumurta kabuğu konur. Bunların anlamları şunlardır: Yumurta kabuğu gibi mikroplara karşı dayanıklı olma dileği; altın ve para ise zenginlik ve şanslı olma anlamına gelir; yün ise uzun ömür, yaşama dileğini arzeder.
Kırk gün sona erdiği zaman, anne kırk günlük çocuğu ve iki yaşlı kadınla (kaynana, anne veya akraba) kırklama denen işleme başlarlar. Yani anneyi yıkarlar. Yıkayanlara hediye olarak çember, başörtüsü veya marama verilir. Kırklama tamam olduğunda anne ilk kez çocuğunu gezmeye çıkarır. En uzak mesafede bulunan bir akrabanın evine gider. Akrabalar en küçük konuklarını hediyelerle bekler.
Dobruca Türk ve Tatarlarında doğumla ilgili ad takma, loksa cıyın/loğusa şenliği ve t-ş müs-r/diş misir gelenekleri mevcuttur.
Doğum sonrası adetler: Doğum yapan kadın ve bebeği kötü ruhlardan korumak maksadıyla halk tarafından bazı inanç ve ırımlar yaratılmıştır. Bunların şeytan, peri, albastı, al karısı gibi ruhlarla ilişikileri vardır.
Albastı: Halk inançlarına göre, bu varlık yeni doğan bebeği ve anneyi öldürürmüş. Bu nedenle onlar evde tek başlarına bırakılmamalıdır. Albastılar yalnız Kur’an’dan korkarlarmış.
Peri: Doğaüstü güçleri olduğuna inanılan ve dişi bir varlık olan periler, Türk folklorunda iyiliği temsil eder. Dobruca Türklerinde ise kötülük yapan varlık olarak geçer. Bu inanca göre, periler loğusanın yanına sadece gece gelir ve evde tek başına kalan ane ve bebeğe musallat olur. Yine, başka bir inanca göre periler loğusa kadınların omuzlarına konar ve bunlara sonsuz ve çeşitli işkenceler yaparmış. Anneyi istediği yerlere götürür. Anne ise onlara karşı hiçbir şey yapamaz veya karşı koymaya gücü yetmez. Bu işkence ancak odaya veya annenin yanına elinde Kur’an olan biri girerse, o zaman bitermiş. Eğer de hiçbir kimse gelmezse, işkence sabaha kadar devam eder ve kadın sağ bırakılırmış. Periler sadece yeni doğan çocuğu kaçırır ve sonradan ciğerlerini söküp öldürürmüş.
Al karısı da loğusalara musallat olan ve onları boğduğu sanılan bir yaratıktır. Ancak kötülük saçan bu ruhlara karşı halk çeşit çeşit önlemler almıştır. Bunların etrafında şu inançlar söylenir: Nogay Türkleri perileri aldatmak için çocuklara gizli bir ad koyarlarmış. Sahte adı yüksek sesle söyler ve periler aldanırmış. Diğer bir inanca göre erkek çocuklarının saçları uzun bırakılır ve kız elbisesi giydirilirmiş. Kızlara ise erkek muamelesi yapılır ve böylece bebekler kötü ruhlardan korunurmuş.

Nedret Mahmut, Enver Mahmut, Ali Leman, ıbraim Ervin

▲ Cuprins ▲ İçindekiler ▲ Contents ▲

Dreptul musulman

Dreptul musulman, ce mai poate fi interpretat ca un sistem „comunitar” totalizant drept revelat pentru că este bazat pe şaria, include datoriile musulmanului în toate aspectele vieţii sale publice, politice, sociale şi private (drept comercial, public, fiscal şi administrativ), care nu sunt diferenţiate de domeniul religios global. De aici dificultatea de a dezvolta ideea despre calitatea de „cetăţean” sau conceptul de reprezentativitate „laică” în epoca clasică. Dreptul musulman modelează în acelaşi timp conceptul de stat ideal, Califatul abbasid teocratic, de care indivizii sunt ataşaţi doar printr-o legătură religioasă (în mod paradoxal, „oamenii Cărţii” – creştini, evrei sau alte religii monoteiste – beneficiază de o recunoaştere juridică mai mare). Califul – sau imamul pentru şiiti -, care este depozitarul şariei, veghează la aplicarea sa. Puterea judiciară este asigurată în epoca clasică de un cadiu (judecator musulman), funcţie creată de către omeyyazi, peste care există autoritatea unui mare cadiu sub abbasizi. Funcţionarul numit muhtasib – care este la origine controlor al pieţelor – este învestit cu o însărcinare canonică, pentru că el trebuie „să aducă binele să apere de rău comunitatea”, controlând moralitatea publică şi respectarea preceptelor religioase aceasta reprezentând o altă arma favorită în mâinile elitei pentru controlul asupra societaţii în care trăiesc şi pe care o domină într-o formă sau alta.
Elaborarea şi cristalizarea dreptului musulman este deosebită, ea făcându-se într-un timp foarte scurt şi sub presiuni deosebite.Necesitatea elitei de a controla noile cuceriri duce la apariţia şi explică imboldul dat, precum şi capacitatea de absorbţie a noului sistem de drept. Naşterea unui vast imperiu cuprinzând popoare cu tradiţii variate obligă mai întâi pe conducătorii musulmani să arabizeze şi să islamizeze, începând de la sfârţitul secolului al VII-lea, diferitele sisteme administrative şi juridice, de origine mai ales romano-bizantină şi persană sasanidă. S-a impus apoi necesitatea de a stabili un drept adaptat unui stat „islamic”, întrucât nici stipulaţiile cu caracter juridic din Coran, nici sunna („traditie a Profetului” şi practică a unei comunităţi patriarhale reduse) nu puteau fi suficiente. Tradiţiile (hadith), elaborate pe baza unui lanţ de transmisii verificat şi credibil, în vederea completării sunnei, sunt încorporate începând din secolul al IX-lea fundamentelor dreptului (usulal-fiqh), adăugându-se astfel Coranu-lui şi unora dintre comentariile sale. Apoi, „consensul” (ijma) ulemalelor – care prevalează în curând asupra „opiniei personale” (ra’y) – precum şi „judecata prin analogie” (qiyas) pun bazele unei gândiri juridice pragmatice foarte favorabile pentru elita care căuta să îţi creeze o bază pe care să poată să se spijine din punct de vedere legal.În această epocă de formare şi de impregnare a dreptului cu idei religioase şi etice, irakianul Abu Hanifa (m. 767) şi Malik Ibn Anas din Medina (m. 795), precum şi Al-Șafi (rn. 820) şi Ibn Hanbal (m. 855), sunt autorităţile în materie religioasa. Școlile lor de jurisprudenţă (numite madhahib, în araba) se impun începând din timpul abbasizilor. Ibadiţii heterodocşi au şi ei şcoala lor, la fel şi şiiţii, cu „şcolile” lor zahirite „literaliste” (dispărute către secolul al XIII-lea), şcolile jaafarite (duodecimane) şi zaydite.
Paralel cu sunna, cutuma, tradiţia locală (urf, adat) se păstreaza până astăzi în anumite regiuni ale islamului: Indonezia, lumea berberă, Africa subsahariană, India, Afganistan, Somalia. Codificând dreptul, şcolile juridice sunnite, admiţând diferenta de opinii dintre ele, gratie notiunii de „efort de interpretare personală” (ijtihad), ce acomoda interesele elitelor din diferite regiuni geografice aflate acum ferm in mana musulmanilor asociază un sistem juridic coerent şi unificator al comunităţii musulrnane, eficace din momentul în care instituţiile politice se prăbuşesc sau vechea elita este inlocuita de una noua care trebuie sa foloseasca aceleasi mijloace pentru a se mentine la conducere. De asemenea când un stat musulman era cucerit de un alt stat tot musulman, tranziţia era foarte uşoară prin faptul că bazele sistemului de guvernare erau apropiate.
Cu toate acestea, ijtihad-ul, controversat datorită raţionalitaţii sale „profane” in randul elitei religioase shia ce a văzut in influenţa lui un impediment puternic in dorinţa de a asimila minoritatea sunna in propriul teritoriu şi pentru a se putea extinde în zona de influenţa otomană sau rusească din Asia Centrală,chiar dacă el a fost „încheiat” în mod oficial la sunniti din secolele XI-XII. Această încheiere dovedeţte, la specialiţtii legiţti, dorinţa de a proteja gandirea ortodoxă musulmană împotriva doctrinelor divergente care se impun în această epocă, doctine propavaduite de propriile lor elite, cu reprezentanţi de marcă ce au adus multe schimbari in doctrina fatimizii ţiiţi fondează, într-adevâr, un califat rival la Cairo, una dintre multele încercari de a muta centrul de putere al religiei musulmane pentru a putea fi mai usor controlabil.
Dreptul musulman se găseşte astfel îngheţat în secolele ulterioare şi se limitează mai ales la glosarea textelor fondatorilor săi. Trebuie notat însă câ la şiiţi – plecând de la texte şi de la tradiţii ale imamilor lor – yafaad-ul rămâne activ în chip special pentru mujtahid şi, din secolul al XIX-lea, în ierarhia ayatollahilor.
Dreptul musulman a trecut prin mai multe perioade de restructurare, cea mai importanta în secolele XIX-XX când împrumuturile directe din sistemele occidentale se suprapun peste dreptul musulman tradiţional, reabilitând într-o anumită măsură efortul depus pentru înnoirea sa în faţa unei opoziţii hotarâte din partea conservatorilor. 0 reformă a dreptului apare în Imperiul otoman,între 1869 ţi 1878, bazată pe şcoala hanefită ce participă la crearea codului „Majallah”, adoptat în imperiu. Amploarea pe care o ia, la sfârşitul secolului al XIX-lea şi la începutul secolului al XX-lea, punerea sub protectorat european sau chiar colonizarea unor teritorii musulmane faciliteazâ răspândirea concepţiilor juridice europene, fie că sunt impuse, fie că sunt acceptate de bunăvoie.
Cele mai multe dintre statele musulmane au adoptat astăzi texte de inspiraţie occidentală pentru a codifica raporturile juridice între particulari, ca şi cele dintre aceştia şi stat. Acest fenomen priveţte în egală măsură şi dreptul criminal, dreptul comercial – chiar dacâ băncile islamice supravieţuiesc – şi dreptul internaţional, dar punerea în aplicare a acestor texte nu trebuie niciodată să fie orientată împotriva principiilor de bază ale dreptului musulman. Dreptul familiei este de asemenea îndatorat dreptului musulman tradiţional. Cu toate acestea, „codul familiei” otoman din 1917 deschide o poartă în acest domeniu înaintea adoptârii unor legi moderniste, direct inspirate de codurile europene, de către Mustafa Kemal. De menţionat că de atunci Turcia s-a afirmat de atunci ca singurul stat laic din lumea musulmană. Coduri de „statut personal” sunt astâzi în vigoare în Tunisia, în Maroc şi în Egipt. în India, stat laic, dreptul britanic s-a impus în numeroase sectoare ale vieţii cetătenilor, fie ei musulmani sau hinduşi. Statele teocratice – wahhabit în Arabia Sauditâ, islamist în Iran sau în Pakistan – au rămas, sau au revenit, la dreptul musulman tradiţional „modernizat”. Juxtapunerea celor două forme de drept (drept musulman, drept occidental) se loveţte de opoziţia crescândă a integriţtilor nostalgici ai vârstei de aur a Medinei ţi ai epocii „califilor bine ghidaţi”.
Astfel la formarea imperiului lor, musulmanii au moştenit tradiţii politice variate iar singurul stat „ideal” pe-care ei îl cunosc este cel al lui Mahomed la Medina o comunitate(umma) cimentată de câtre islam şi al succesorilor săi, califii drept-credincioşi koreişiţi aleşi după merit şi guvernând prin „democraţia directă”. Islamul, care este în acelaşi timp „religie şi stat” (din wa duniya), este o teocraţie laică (pentru că nu are cler) şi egalitară, căci toţi credincioşii sunt egali în mod teoretic. Puterile politică şi religioasă se confundă şi răspunsurile la întrebări sunt căutate întâi în Coran şi în Traditii, înainte ca primii jurişti să elaboreze teorii ale puterii.
Coranul consideră că „toţi credincioşii sunt fraţi”. Acceptarea ordinii stabilite este regula, dacă ea respectă şi face să fie respectată şaria, unii jurişti sunniţi predicând datoria de a nu se supune în caz contrar. Pentru şiiţii duodecimani, orice putere politică este în esenţă uzurpatoare înainte de reîntoarcerea imamului ascuns în istoria musulmană, ca şi peste tot, nepotrivirea dintre ideal şi realitate este foarte devreme la originea unui mare număr de revolte socio-politice cu caracter religios – şiiţi, kharijiţi, karmaţi sau ismaeliţi. Aceste revolte iau prin forţa împrejurărilor o coloratura „heterodoxă”pentru că unei funcţiuni guvernamentale teocratice nu-i poate răspunde decât o contestare politică pusă în termeni religioşi. Instituţia centrală a statului musulman este califatul, „locotenenţa Profetului pe pământ”. Califul, primul imam al comunităţii (umma), are ca principală datorie să asigure coeziunea şi expansiunea sa. Ridicarea sa la putere este aprobată de către ulemale Rolul său, spiritual şi temporal, este de „a face să fie respectată şaria”, fără nici o latitudine de a o modifica, şi de a „comanda armatele” în beneficiul islamului, o concepţie repede asumată de toţi musulmanii, inclusiv heterodocşii şi şiiţii. Califii omeyyazi pun bazele statului musulman înainte de a fi măturaţi de către revolte având multiple cauze, dar acest exemplu serveşte mult timp ca model primilor abbasizi omeyyazilor din Spania şi, la început, fatimizilor Instituţia, teoretizată mai târziu de către juristul Mawardi (m. 1058 în lupte dintre sectele atât de comune in cadrul Islamului din aceea vreme), se afirmă în toată măreţia sa o dată cu venirea abbasizilor, partizani la început ai unei puteri teocratice. Pentru a controla şi centraliza imperiul său „multinaţional” suveranul trebuie să delege curând puterile sale, sprijinindu-se pe modelele imperiale iraniene preislamice, musulmanii având aproape totul de inventat în acest domeniu. Vizirul simplu secretar la început, capătă o putere crescândă începând din secolul al IX-lea. El supervizează o întinsă admnistraţie civilă: A’wai-uri ale cancelariei, armatei, tezaurului. Aparatul de stat este deservit de câtre o birocraţie de scribi (katib), adesea persani, care are reprezentanţi în fiecare provincie, moştenind funcţiile ori cumparându-le, devenind ereditari, parte integrantă a elitei musulmane. Administraţia religioasă este alcătuită din jurişti: cadii şi ulemale numiţi de către suveran. Armata, destinată Războiului sfânt se află sub ordinele unui emir (amir, „prinţ”), înainte ca acest titlu să desemneze şi pe guvernatorii de provincii, secondaţi de către colectorii de impozite (amil). Poliţia statului (hisba) urmăreşte subversiunea politico-religioasă, iar muhtasib (controlor al preţurilor şi al mărfurilor din pieţe) ia o parte din ce în ce mai importantă la supravegherea moralitaţi publice şi a îndeplinirii obligaţiilor religioase. Suveranul bate monedă în numele său, statul controlează importurile, exporturile şi fabricarea anumitor produse în manufacturile sale. La Bagdad la apogeul califatului, califul se îndepărtează din ce în ce de supuşii săi, consacrându-se unei vieţi de curte somptuoase, copiate după aceea a vechilor împăraţi iranieni sasanizi. Din secolul al IX-lea, decadenţa politică a califatului se accentuează (850-1055), în timp ce suveranii sunt prizonieri ai gărzii lor pre-toriene turceşti. Dezintegrarea imperiului, împărţit în califate rivale (fatimid, omeyyad, din Spania) şi sultanate in-dependente se accelerează când turcii selgiukizi intră în Bagdad şi-1 determină pe calif să le acorde, în 1055, titlul de „sultan”. Separaţia oficială între puterea spirituală, lăsată califului, şi cea temporală, asumată de sultan, s-a produs, practica respectivă fiind apoi justificată de juristul Ibn Taymiyya (m. 1328). Dar legea religioasă rămâne fundamentul oricărei puteri politice, cu atât mai mult cu cât turcii devin campionii islamului sunnit ortodox. Ei introduc propriile lor practici de guvernare, concentrarea puterilor civile şi militare în mâinile familiei domnitoare, modelându-şi în acelaşi timp organizarea statului după exemplul persan, cum fac alţi conducători turci în restul Orientului (în Afganistan în sultanatul din Delhi), precum şi dinastiile mongole începând din secolul al XIII-lea. Dihotomia între guvernarea ideală şi legea neiertătoare a exercitării sale nu împiedică instituţiile politice şi administrative ale lumii musulmane să ajungă, în anumite epoci şi aproape în toate regiunile islamului, la un grad de sofisticare şi de eficacitate cu totul remarcabil. După ce mongolii au răsturnat Califatul din Bagdad (1258), mamelucii instalează la Cairo pe ultimul abbasid, pentru a le legitima puterea, însă nu şi pentru a le revigora instituţia califatului. Stăpâni ai Egiptului din 1517, sultanii otomani aduc pe descendentul dinastiei abbaside la Istanbul pentru a i-şi asigura stapânirea ultimului vestigiu din moştenirea Profetului şi stfel ei se feresc să revendice în mod oficial califatul pentru a evita răscoalele in rândul popoarelor musulmane supuse sau tributare dar care socoteau propriile lor familii domnitoare, deci partea cea mai reprezentativă din elita autohtonă drept urmaţe ale moţtenirii Profetului, dublate de cele mai multe ori de susţinerea unei legaturi dinastice pe linie de sânge (familia regală din Maroc, din teritoriile din Algeria Sahariană ţi nu numai). Către 1750, se răspândeşte zvonul că, în secolul al XVI-lea, ultimul abbasid ar fi lăsat moştenire otomanilor funcţia de calif. Acest titlu le este de altfel recunoscut de majoritatea musulmanilor sunniţi, pentru că otomanii reprezen-tau cea mai formidabilă putere musulmană şi s-au dovedit apărători sinceri şi propagatori ai islamului ortodox, dar puternic contestat de către ramura shia, chiar ţi in momentul în care armatele otomane erau în razboi direct cu Iranul, iar tratatatele de pace stipulau direct succesiunea otomană la rangul de calif al comunităţii musulmane. Acesta a fost abolit abia in 1924 de catre marele om politic Mustafa Kemal Ataturk, fondatorul statului modern turc si chiar a unui intreg curent politic diferit de orientarea islamistă a fostei elite otomane si anume Kemalismul, coloana vertebrală a stabilităţii Republicii Turcia şi a intregii zone lumii turcomane.

3. Formarea primelor elite

De-a lungul istoriei politice musulmane, spre deosebire de evoluţiile în curs în Europa medievală şi apoi a Renaşterii, când apare o burghezie precum şi categorii sociale recunoscute ca atare, statul musulman nu recunoaşte nici o reprezentativitate instituţională nici indivizilor, nici grupurilor constituite, în aşa fel încât unii istorici occidentali au putut să afirme că, în islam, puterea politică n-a fost aproape niciodată emanaţia sau expresia societăţii musulmane. De fapt, nici organizaţiile profesionale, grupate în corporaţii strâns supravegheate de stat, nici colegiile teologico-religioase (madrasa), care au aproape monopolul învăţământului, nu se bucură de un statut propriu. Chiar clasele superioare sunt la dispoziţia capriciilor puterii absolute şi nu au nici o reprezentativitate proprie. Până m epoca modernă, această situaţie a constituit o frână pentru iniţiativă şi spiritul întreprinzător. Oraşele n-au câştigat niciodată statutul comunal sau privilegiile unor „oraşe libere” din Europa medievală. Într-un sistem în care conducătorul este „păstorul” iar supuşii „turma” (rayya), a cărui politică încearcă să păstreze şi să consolideze mai degrabă decât să evolueze, nici o contrapondere a puterii absolute nu se schiţează, iar ideea de „cetăţenie” nu există. Critica, întotdeauna din perspectiva „legitimităţii” religioase a suveranului în calitatea sa de imam al comunităţii, este făcută de ulemale, de jurişti şi de „intelectuali” ai epocii clasice (secolele XI-XIV) precum Al-Ghazali şi Ibn Khaldun dar ale caror întrebările lor ajung rareori să pună în cauză despotismul politic, lucru care le-ar fi adus cu siguranţa execuţia in condiţii uşor de imaginat. Modelul statului clasic musulman durează de douăsprezece secole, cu mici modificări, susţinut de consensul comunitar, noţiune fundamentală a dreptului musulman. Imperiul otoman duce sistemul imperial la apogeul său (secolele XV-XVII). La sfârşitul secolului al XVII-lea şi în secolul al XVIII-lea, în faţa decadenţei evidente a imperiului, cei mai eminenţi istorici, precum Kociu Bey sau Katib Celebi, încearcă să propună soluţii pentru a trece la restaurarea unui trecut glorios. Trebuie aşteptate reformele otomane (tanzimat), la mijlocul secolului al XIX-lea, inspirate în mare parte de puterile europene şi fondate pe concepte şi o practică politică noi, apoi pe reflexia adesea fecundă a reformiştilor musulman din aceeaşi epocă, pentru a se deschide o adevărată dezbatere asupra problemelor guvernării.
Tot de la început găsim în islam şi o anumită formă de parlament, numit diwan sau divan, organizare ce a fost preluata de la imperiul sasanid, având totodată şi o origine lexicala araba dawwana – a consemna – cuvânt ce este şi la baza cuvântului întâlnit des în limbile latine şi anume douane sau vamă. În statul musulman clasic administraţia era divizată în departamente specializate numite diwanuri, cu o importanţa mai mare sau mai mică, după cum sunt diwan al-rasa’il (al cancelariei), diwan al-jayş (adevărat minister al apărării ce se ocupa cu înarmarea, recrutarea, pregătirea trupelor statului musulman), şi diwan al-mal (echivalent cu ministerul finanţelor din zilele noastre, ocupat mai ales cu străngerea impozitelor ce asigurau veniturile imperiului sau organizării statale respective). Totodata pe langă aceste departamente de o importanta capitala, mai existau si departamente care se ocupau de sanatatea populatiei, sau cel care se ocupa de cadastru ţi impozitele funciare (diwan al-kharaj), domeniu dus aproape de perfecţiune in Imperiul Otoman sau in Imperiul Mogul, putand rivaliza de la egal la egal cu cele europene.
Rolul sau de consiliu a fost cel mai bine oglindit incepand cu domnia sultanului otoman Soliman Magnificul (1520-1566), cunoscut de istorici otomani mai mult sub numele de Soliman Kaninu (Legiuitorul) de cand divanul având sediul in palatul Topkapâ preia conducerea treburilor de zi cu zi ale imperiului sub presiuna noi elite de origine greco-armene, trecută la Islam pentru a avea mai multe avantaje economico-politice. De asemenea in acest moment incepe declinul fostei elite de origine militară turcomană, apărand aceasta nouă elită cu rădăcini creţtino-iudaice, proces simţit din plin prin inceprea decăderii imperiului in fata atacurilor concentrate ale Rusiei si al altor puteri europene ce vroiau rezolvarea in folos propriu a aţa zisei probleme orientale.
Înfrângerile succesive conving o parte a elitelor musulmane din secolul 19 că lipsa unor reforme, sub orice formă va duce la distrugerea statelor musulmane, în special al Imperiului Otoman. Şocul cuceririi definitive ţi mai ales al desfinţării statului mogul a dus la o adevărată criză a elitelor în lumea musulmană, iar nevoia de schimbare a impulsionat miţcarea reformistă musulmană în secolul al XIX-lea, atunci când lumea musulmanâ cade pradă expansionismului – colonial şi economic – al puterilor europene, şi când viaţa intelectuală se afla de multă vreme în stare de stagnare, se ridică voci care preconizează reforme în Imperiul otoman şi în Egipt. Aici mişcarea are un oarecare succes refoemele sunt introduse oarecum brutal de către Mehmet Ali şi continuate de către succesorii săi prin adoptarea unor metode europene în conducerea treburilor statului. Reformele promovate de către sultanul otoman Abdul-Medjid 1 merg în acelaşi sens, în-cepând cu anul 1839, înainte ca primul-ministru tunisian (otoman) Khair Eddin să promulge, în 1861, primul cod de guvernare modern în lumea musulmană. Voinţa de reforma a vizirului turc Midha-Paşa,reprezentant de frunte a unei noi elite naţionaliste turce, elită ce va da naţtere la guvernul Junilor Turci ţi după primul rzboi mondial la un stat turc modern, întâlneşte o sălbatică opoziţie. Absolutis-mul puterii face, totuşi, să eşueze aplicarea Constituţiei prevăzută de „reorganizările” otomane (în turcă, tanzimat) (1839-1876). Acest vânt de modernizare – legat de „renaţterea” (nahâ’a) culturală arabă – atinge şi religia, o dată cu apariţia mişcării reformiste care ia numele de salafiyya, de la termenul arab care desemnează „antecesorii”, însemnând primele generaţii de musulmani, către care moderniştii îşi întorc privirea. 0 tendinţă reformistă ultrarigoristă şi arhaizantă, wahhabismul, sa impus prin forta armelor în Arabia din secolul al XVIII-lea, răspândirea ei putând la un moment dat fiind oprită doar de armatele unite otomano-egiptene la începutul secolului XIX.

Prof. Ervin Ibraim

▲ Cuprins ▲ İçindekiler ▲ Contents ▲

„Vom face parte din viitoarea guvernare“

Mişcarea pentru drepturi şi libertăţi (MDL), partid al minorităţii turce din Bulgaria, care este membru al actualei coaliţii guvernamentale de centru-dreapta, este gata să se alieze cu opoziţia socialistă, creditată cu cele mai multe intenţii de vot înaintea alegerilor legislative din 25 iunie, arată liderii acestui partid.
„Vom face parte din viitoarea guvernare, când ne vom alătura, cel mai probabil, unei alianţe de stânga”, a afirmat preşedintele MDL, Ahmed Doğan. “Sperăm să obţinem 10 la sută dintre voturile exprimate şi să ocupăm între 25 şi 30 dintre cele 240 de locuri din Parlament, deoarece la alegerile din 2001 am obţinut 8 la sută din voturi şi 21 de fotolii de deputat”, a adaugat Doğan, lider, din 1989, al unei formaţiuni care reprezintă circa 800.000 de etnici turci şi alţi musulmani din ţară.
Partidul Socialist (PSB), aflat în momentul de faţă în opoziţie, a apreciat, deja, drept „posibilă” o asemenea coaliţie. „Chiar dacă obţinem majoritatea absolută, vom forma o coaliţie largă, care să răspundă mai bine proiectului de aderare la Uniunea Europeană” prevazută pentru 2007, a declarat vicepreşedintele PSB, Rumen Ovcharov.
Analiştii politici consideră această viitoare alianţă drept una foarte probabilă. „Partidului Socialist nu îi place să vorbească prea mult despre o viitoare coaliţie cu MDL, pentru a nu-şi pierde alegătorii naţionalişti, în special „bulgarii din regiunile sudice, cu o puternică minoritate turcă musulmană, care se plâng de „dictatura Mişcării pentru drepturi şi libertăţi”.
Fondată ca răspuns la politica de asimilare şi persecuţiile regimului comunist, Mişcarea pentru drepturi şi libertăţi a câştigat o largă popularitate în regiunile Kârdjali, din sudul Bulgariei, şi Razgrad, din nord-est. După ce a contribuit, în trecut, la asigurarea unei coexistenţe paşnice cu majoritatea slavă a ţării, ea este acuzată, astăzi, de o parte a dreptei, că este o formaţiune „etnică” si „antidemocratică”.
Argumentele în acest sens nu lipsesc. In februarie, MDL a stopat (în mod justificat) privatizarea – dorită de Guvernul bulgar şi de UE – a Bulgartabak, compania naţională de tutun, unde lucrau în special membri ai minorităţii turce, afectată de o rată înalta a şomajului. Criza care a urmat a provocat demisia vicepremierului Lidia Suleva. Daca MDL se va alătura socialiştilor va trebui să susţină o politica diferită de cea a actualei coaliţii de guvernare. Socialiştii bulgari – succesori ai Partidului Comunist care a condus Bulgaria mai bine de 45 de ani – promit că vor retrage imediat trupele din Irak şi vor renunţa la „abordarea liberală” impusă de coaliţia de centru-dreapta aflată în prezent la guvernare. Chiar dacă va menţine drept obiectiv prioritar aderarea Bulgariei la Uniunea Europeana, PSB a promis şi numeroase obiective populiste: o creştere cu 20 la sută a salariilor, începând de la 1 ianuarie, pentru a compensa creşterea preţurilor provocată de aderarea la UE, menţinerea impozitelor şi finanţarea deficitului comercial din fonduri guvernamentale, reducerea TVA pentru medicamente, pâine şi lapte şi scăderea şomajului.
Mişcarea pentru drepturi şi libertăţi (MDL), formaşiune politică a minorităţii turce din Bulgaria a mai făcut parte în 1991 dintr-o coaliţie cu Forţele Democratice Unite, pe atunci principalul partid de dreapta. Din 2001, MDL face parte din guvernul de centru-dreapta condus de premierul şi fostul suveran Simeon de Saxa-Coburg-Gotha. Alianţa este reprezentată în Guvern de doi miniştri (ministrul Agriculturii şi un ministru fără portofoliu), de şapte miniştri adjuncţis şi are reprezentanţi la conducerea a trei administraţii regionale.

▲ Cuprins ▲ İçindekiler ▲ Contents ▲

Proiectul de lege al minorităţilor naţionale aprobat de Guvern

Proiectul de lege reglementează cadrul juridic pentru înfiinţarea şi funcţionarea organizaţiilor cetăţenilor aparţinând minorităţilor naţionale. Prin minoritate naţională proiectul înţelege orice comunitate de cetăţeni români, care trăieşte pe teritoriul României din momentul constituirii statului modern, numeric inferioară populaţiei majoritare, având propria identitate etnică, exprimată prin cultură, limbă sau religie, pe care doreşte să o păstreze, să o exprime, şi să o dezvolte.
Minorităţile naţionale din România sunt comunităţile: albaneză, armeană, bulgară, cehă, croată, elenă, evreiască, germană, italiană, macedoneană, maghiară, poloneză, rusă-lipoveană, rromă, ruteană, sârbă, slovacă, tatară, turcă, ucraineană.
Una dintre cele mai controversate prevederi ale proiectului se referă la constituirea unor organisme care să participe, pe lână Ministerul Culturii şi al Educaţiei, la administrarea fondurilor bugetare. În acest scop, comunităţile etnice din România, vor participa la alegerea unui consiliu naţional al minoritatilor care va avea dreptul sa decida asupra institutiilor specifice ale culturii şi educaţiei, precum şcolile, revistele şi institutele culturale, inclusiv asupra personalului de conducere al acestora.
Proiectul încearcă să creeze mecanisme pentru administrarea culturală autonomă, fiind un compomis dintre dorinţele UDMR şi poziţia partenerilor liberali aflaţi la guvernare. Ministrul Culturii şi Cultelor Mona Muscă a formulat foarte multe obiecţii, reuşind până la urmă să limiteze autonomia şi să instituie un control mai precis al statului asupra acestui consiliu al minorităţilor. De exemplu, Consiliul Naţional al Minorităţilor, deşi iniţial conceput ca un organism ales direct de membrii comunităţilor etnice, şi ca atare autonom faţă de guvernul de la Bucureşti şi faţă de Parlament, asa cum sunt şi consiliile locale, va fi nevoit, potrivit amendamentului adus de ministrul Mona Muscă, să depună rapoarte periodice în Parlamentul de la Bucureşti. Specialiştii sunt de părere că acest aspect nu are nici o logică juridică.
În cele din urmă, Ministerul Culturii a dat toate avizele, la fel ca şi Ministerul de Justiţie, care a fost în schimb mult mai receptiv la propunerile UDMR. Rămâne însă de văzut dacă proiectul va trece în această formă prin dezbaterile din Parlament care se anunţă aprinse.
Totuşi, UDMR se mulţumeşte deocamdată cu faptul că legea aceasta este un pas înainte, de vreme ce maghiarii vor putea să participe la deciziile referitoare la bugetele culturii şi educaţiei. Aflat într-o vizită la Budapesta, preşedintele UDMR, Marko Bela, a apreciat marţi 24 mai că “textul legii consideră minorităţile etnice parte integrantă a statului român şi în acelaşi timp este conform cu Constituţia României, potrivit căreia România este stat naţional”. El a mai adăugat că proiectul de lege vizează să garanteze drepturile minorităţilor etnice la autonomie culturală şi va stipula, în cazul în care va fi adoptat, ca posturile publice de radio şi televiziune să transmită programe consacrate minorităţilor etnice.
“La Budapesta a fost într-adevăr urmărită cu mare atenţie soarta acestui proiect de lege, fiindcă, în mod firesc, Ungaria este interesată în ceea ce priveşte situaţia comunităţii maghiare din România”, a apreciat Marko Bela într-un interviu acordat postului Radio România. “Această lege ar oferi şanse noi pentru maghiarii din România de a-şi construi o relaţie egală şi echitabilă cu reprezentanţii majorităţii. Dar eu aş afirma că, în acelaşi timp, adoptarea acestei legi este şi în interesul românilor din România, deci în interesul marii majorităţi, fiindcă avem cu toţii interesul unei convieţuiri cât mai bune”, a mai adăugat preşedintele UDMR.
Referindu-se la viitoarele dezbateri parlamentare, vicepremierul Marko Bela a subliniat că “această lege face parte din programul comun de guvernare. Eu cred că problemele apărute în legătură cu interpretarea textului au fost rezolvate în cursul dezbaterilor din guvern, fiindcă la aceste dezbateri, la urma urmei, au participat reprezentanţii tuturor formaţiunilor politice din coaliţia guvernamentală”. Marko Bela şi-a exprimat speranţa că noua lege a minorităţilor etnice din România ar putea fi adoptată înainte de luna iulie a acestui an.

▲ Cuprins ▲ İçindekiler ▲ Contents ▲

Kur’an Mucizeleri

Kemiklerin Kasla Sarılması

Kuran ayetlerinde haber verilen bir diğer önemli bilgi ise, insanın anne rahmindeki oluşum aşamalarıdır. Ayetlerde, anne karnında önce kemiklerin oluştuğu, daha sonra ise kasların ortaya çıkarak bu kemikleri sardığı haber verilmektedir: “Sonra o su damlasını bir alak (hücre topluluğu) olarak yarattık ardından o alak’i bir çiğnem et parçası olarak yarattık daha sonra o çiğnem et parçasını kemik olarak yarattık; böylece kemiklere de et giydirdik sonra bir başka yaratışla onu inşa ettik. Yaratıcıların en güzeli olan Allah, ne yücedir.” (Müminun Suresi, 14). Anne karnındaki gelişimi inceleyen bilim dalı embriyolojidir. Ve embriyoloji alanında, yakın zamana kadar kemiklerle kasların birlikte ortaya çıkarak geliştikleri sanılmıştır. Bu yüzden bazı kimseler uzun bir süre bu ayetlerin bilime ters düştüğünü iddia etmiştir. Ancak gelişen teknoloji sayesinde yapılan daha ileri mikroskobik incelemeler, Kuran’da bildirilenlerin eksiksiz bir şekilde doğru olduğunu ortaya koymuştur. Bu mikroskobik incelemeler göstermektedir ki, anne karnında, tam ayetlerde tarif edildiği gibi bir gelişme gerçekleşir. Önce embriyodaki kıkırdak doku kemikleşir. Daha sonra ise kas hücreleri kemiklerin etrafındaki dokudan seçilerek bir araya gelir ve bu kemikleri sarar. Bu durum, “Developing Human” yani “Gelişen Insan” adlı bilimsel bir yayında şöyle tarif edilmektedir: 6. haftada kıkırdaklaşmanın devamı olarak ilk kemikleşme köprücük kemiğinde ortaya çıkar. 7. hafta sonunda uzun kemiklerde de kemikleşme başlamıştır. Kemikler oluşmaya devam ederken kas hücreleri kemiği çevreleyen dokudan seçilerek kas kitlesini meydana getirirler. Kas dokusu bu şekilde kemiğin etrafında ön ve arka kas gruplarına ayrışır. Insanın anne karnındaki gelişiminin pek çok aşaması Kuran’da haber verilmiştir. Müminun Suresi’nin 14. ayetinde bildirildiği gibi anne karnındaki embriyonun ilk aşama olarak kıkırdak dokusu kemikleşir. Ve daha sonra bu kemikler kas hücreleri tarafından sarılmaya başlanır. Allah bu gelişimi, “…daha sonra o çiğnem et parçasını kemik olarak yarattık; böylece kemiklere de et giydirdik…” ifadesiyle en açık şekilde tarif etmiştir.

Bizans’ın Galibiyeti

Kuran’ın gelecek hakkında verdiği haberlerden biri de Rum Suresi’nin hemen başındaki ayetlerde yer alir. Bu ayetlerde Bizans Imparatorluğu’nun bir yenilgiye uğradığı, ama çok kısa bir zaman sonra tekrar galip geleceği bildirilmiştir: “Elif, Lam, Mim. Rum (orduları) yenilgiye uğradı. “Dünyanın en alçak yerinde”. Ama onlar, yenilgilerinden sonra yeneceklerdir. Üç ile dokuz yıl içinde. Bundan önce de, sonra da emir Allah’ındır. Ve o gün müminler sevineceklerdir.” (Rum Suresi, 1-4) Bu ayetler, Hıristiyan olan Bizanslılar’ın, putperest bir toplum olan Persler karşısında çok ağır bir yenilgiye uğramasından yaklaşık 7 sene sonra, M.S. 620 cıvarında indirilmişti. Ve ayetlerde Bizans’ın çok yakında galip geleceği haber veriliyordu. Oysa o sırada Bizans o kadar büyük kayıplara uğramıştı ki, değil tekrar galip gelmesi, ayakta kalması bile imkansız görülüyordu. Yalnız Persler değil Avarlar, Slavlar ve Lombardlar da Bizans devletine karşı büyük tehdit oluşturmaktaydı. Avarlar Istanbul önlerine kadar gelmişlerdi. Bizans Kralı Heraklius, ordunun masraflarını karşılayabilmek için kiliselerdeki altın ve gümüş süs eşyalarının eritilip paraya çevrilmesini emretmişti. Hatta bunlar da yetmeyince bronzdan heykeller bile para yapımı için eritilmeye başlanmıştı. Pek çok vali Kral Heraklius’a isyan etmiş, Imparatorluk parçalanma noktasına gelmişti. Önceden Bizans toprağı olan Mezopotamya, Kilikya, Suriye, Filistin, Mısır ve Ermenistan, putperest Persler’in işgali altına girmişti.20 Kısacası, herkes Bizans’ın yok olmasını bekliyordu. Ama tam bu dönemde, Rum Suresi’nin ilk ayetleri vahyedildi ve Bizans’ın dokuz yıl geçmeden yeniden galip geleceği haber verildi. Bu galibiyet öylesine imkansız gözüküyordu ki, Arap müşrikleri bu ayetleri alay konusu yapacak kadar ileri gittiler. Kuran’da haber verilen bu zaferin, asla gerçekleşmeyeceğini düşünüyorlardı. Fakat Kuran’ın tüm haberleri gibi bu da hiç kuşkusuz gerçekti. Rum Suresi’nin ilk ayetlerinin indirilmesinden yaklaşık 7 yıl sonra, M.S. 627 yılının Aralık ayında, Bizans ve Pers Imparatorlukları arasında Ninova harabeleri yakınında büyük bir savaş daha oldu. Ve bu kez Bizans ordusu, Persler’i yenilgiye uğrattı. Birkaç ay sonra da Persler işgal ettikleri yerleri Bizans’a geri veren bir anlaşma imzalamak zorunda kaldılar. Böylece Allah’ ın Kuran’ da bildirdiği “Rum’un zaferi”, mucizevi bir şekilde gerçek oldu. Bu ayetlerde yer alan bir başka mucize de, o dönemde kimsenin tespit etmesinin mümkün olmadığı cografi bir gerçeğin haber verilmesidir. Rum Suresi’nin 3. ayetinde, Rumlar’ın “Dünyanın en alçak yerinde” yenildikleri belirtilir.
Arapçası “Edna el ard” olan bu ifade, bazı meallerde “yakın bir yer” olarak da tercüme edilir. Ancak bu tercüme, orijinal ifadenin tam karşılığı değil, mecazi bir yorumudur. “Edna” kelimesi Arapça’da “alçak” demek olan “deni” kelimesinden türemiştir ve “en alçak” anlamına gelir. “Ard” ise yeryüzü demektir. Dolayısıyla “Edna el ard” ifadesi de “Yeryüzünün en alçak yeri” manasına gelmektedir. Ne ilginçtir ki, Bizans Imparatorluğu ile Persler arasındaki savaş, yeryüzünün gerçekten en alçak noktasında gerçekleşmiştir. Söz konusu savaşın yeri, Suriye, Filistin ve şimdiki Ürdün topraklarının kesiştiği bölgede yer alan Lut Gölü havzasıdır. Ve bilindiği gibi deniz seviyesinden 395 metre aşağıda olan Lut Gölü çevresi, yeryüzünün “en alçak” bölgesidir. Yani Rumlar, tam ayette belirtildiği gibi, “yeryüzünün en alçak yerinde yenilmişlerdir. Burada dikkat edilmesi gereken nokta, Lut Gölü’nün rakiminin, yalnızca modern çağdaki ölçümlerle tespit edilmiş olmasıdır. Daha önce hiç kimsenin Lut Gölü’nün Dünya’nın en alçak bölgesi olduğunu bilmesi mümkün değildir. Ama bu bölge Kuran’da “Yeryüzünün en alçak yeri” olarak tanımlanmıştır. Bu, Kuran’ın Ilahi bir söz olduğunun bir başka delilini oluşturmaktadır.

Hazırlayan: Veli Firdevs

▲ Cuprins ▲ İçindekiler ▲ Contents ▲

Kur’an-i Kerim

“Sizin en hayırlınız, Kur’an-ı öğrenen ve onu başkalarına öğretendir.”

Hz.Muhammed (s.a.v.)

Kur’an-ı Kerim’i okumayı öğrenmemiz şart mı?
“Kur’an-ı Kerim’i okumayı öğrenmemiz şart mı?” deniyor. Bu soruyu daha rahat anlayabilmek için şöyle de sormak mumkün: “Askerdesiniz ve ailenizden mektup gelmiş. Okumanız şart mı?” “Öğrencisiniz, bir devlet başkanından sizin adınıza, size hitap eden bir mektup gelmiş. Canım başkası okusun!” der misiniz?
Alemlerin Rabbi olan Cenab-ı Hak, bir lutuf eseri olarak kullarıyla konuşmuş ve onlara kitap göndermiş. O da yetmemiş izah etmesi ve yaşantısıyla bize bir örnek olması için peygamberler göndermiş. Bazı vaatlerde ve uyarılarda bulunmuş, taki insanoğlu imtihanını başarıyla verebilsin. Kur’an, sonuçta bizi Cennete ulaştırıp, Cehennem’den koruyan merhamet ve şefkat dolu bir kitaptır.
Öğrenmek çok mu zor?
Anne – babanız çocukluğunuzda sizin Kur’an öğrenmeniz için gerekli ilgiyi göstermemiş olabilir. Artık kanı kaynayan bir delikanlı, genç bir kızsınız. Genç bir baba ya da annesiniz. Veya çocukları buyumuş olgun bir insansınız.Birçoğunuz Elifba’dan yukarı çıkamadınız. Kendinizi “Öğrenemiyorum, aklım almıyor, zor geliyor. Benim oğrenme zamanım geçti” gibi mazeretlerle kandırıyorsunuz. Oncelikle insanın başaramayacağı bir iş yoktur. Kur’an kelamı da zor değil, bilakis öğrenilmesi kolaydır…
“Kur’an okumasını neden öğrenemedim?” diyorsanız oncelikle kalbinizi kontrol edin. Kur’an-ı Kerim’i ne kadar aşkla ve şevkle öğrenmek istediğinizi bir sınayın. Eğer o öğrenme aşkını yakalarsanız 10 – 15 günde Kur’an-ı okuduğunuzu göreceksiniz. Kur’an okumanın zevkini daha iyi alabilmek için size bir önerimiz olacak: Fatiha’dan okumaya başladığınızda okuduğunuz yerlerin meallerini de okuyun. Göreceksiniz, Kur’an okumanın zevkine doyamayacaksınız.
Kur’an okumanın guzelliği
Kur’an okumaya yeni başlayanlar, onu hafızlar gibi güzel okuyamıyorum diye üzülmemelidir. Onemli olan Allah’ın kitabını okuyup öğrenmeye çalışmaktır. Eğer bir mu’min, yüce kitabını kekeleyerek de olsa okumaya gayret ediyorsa, ona iki kat sevap verileceğini Peygamber Efendimiz şöyle mujdelemiştir: “Kur’an-ı gereği gibi güzel okuyan kimse, vahiy getiren şerefli ve itaatkar meleklerle beraberdir. Kur’an-ı kekeleyerek zorlukla okuyan kimseye de iki kat sevap vardır.”
Kur’an-ı Kerim’i okuyorum ama manasını anlamıyorum!
Okuduğumuzun tum manasını anlamak herkese farz değildir. Farzları ve haramları (yani ilmihal bilgisini) bilmek yeter. Ancak Kur’an okurken onu anlamaya çalışmak da öok onemlidir. Şuphesiz en guzeli, Kur’an-ı okurken onu anlayacak kadar Kur’an dili bilmektir. Ama bu imkana herkesin sahip olması mümkün değildir.
Allah’a hamdolsun, bugün Yuce Kitabımızın Türkçe ve Romence meal ve tefsirleri vardır. Bunlardan bazıları, küçük açıklamalarla Kur’an-ı Kerim’i anlamayı oldukça kolaylaştırmışlardır. Bir ayeti veya bir sayfayı okuyunca, o kısmın anlamını öğrenmeye çalışmak son derece luzumlu ve faydalıdır. Çunkü Yuce Rabbimiz Ilahi kitabını bizim anlamamız ve anladıklarımızı uygulamamız için göndermiştir.
Insan sadece cesetten ibaret değildir, ruh, akıl, nefs, kalple birlikte latife denilen çok çeşitli duyguları vardır. Siz Kur’an okuduğunuz zaman hepsi sizin samimiyet, bilgi duzeyi ve ihtiyacınıza orantılı olarak bu ziyafetten yararlanır.
Kur’an, kendisini okuyanlara şefaat edecek
Ebu Hureyre hazretlerinin Kur’an okuyanların kazanacağı manevi derecelerle ilgili olarak Peygamber Efendimiz’den rivayet ettiği şu hadisi şerif, mü’min gönüllerin heyecanla tutuşmasına vesile olacak güzelliktedir: “Kıyamet gününde Kur’an-ı Kerim gelecek ve Allah Teala’ya: ‘Ya Rabbi! Kur’an okuyan kimseyi şeref süsüyle süsle!’ diyecek bunun uzerine Kur’an okuyan kimse şerefle süslenecek.
Yine Kur’an-ı Kerim: ‘ Allah’ım! Ona şeref elbisesi giydir!’ diyecek hemen o zata elbiselerin en değerlisi giydirilecek. Sonra Kur’an: ‘Rabb’im! Ona şeref tacı giydir!’ diye niyaz edecek o kimseye şeref tacı giydirilecek. Sonunda Kur’an-ı Kerim: ‘Ya Rabbi! O kulundan razı ve hoşnut ol! Senin hoşnutluğundan üstün bir şey yoktur.’ Diyerek Kur’an okuyan kimseyi manevi mertebelerin en yukseğine ulaştıracak.”
Yüce kitabımızın, kendisini okuyanlara kazandırdığı güzelliklerin haddi hesabı yoktur. Mahşerde, güneşin tepeye dikildiği, herkesin kan ter içinde cırpındığı o dehşetli saatlerde, Kur’an-ın, kendisini okuyan ve buyruklarına göre yaşayan kimselere sağlayacağı büyük imkandan söz eden Efendimiz (sav) şöyle buyuruyor: “Kıyamet gününde, Kur’an-ı Kerim ile onun buyruklarını tutup yasaklarından kaçan mu’minler ortaya getirilecekler. Kur’an-ın önünde en uzun iki süresi, Bakara ile Al-i Imran bulunacak. O sırada bu iki süre, iki bulut gibi görünecek veya aralarında bir nur bulunan iki siyah gölgeliği andıracaklar, yahut bu iki süre, kıyamet gününde sahiplerini savunmak üzere saf bağlayıp kanat germiş iki kuş sürüsü gibi gelecekler.”
Herkesin bir kurtarıcı beklediği mahşerin o dayanılmaz vakitlerinde Kur’an-ı Kerim’ın bir şefaatcı olarak ortaya cıkması ve kendisini okuyup ona göre yasayanların elinden tutması, Allah’ım ne güzel bir imkandır.

Ersoi Enan – Palazu Mare caminin imamı

▲ Cuprins ▲ İçindekiler ▲ Contents ▲

ROMANYA’DA CAMİ ONARIMI VE CAMİ İNŞAATLARI

T.C.Bükreş Büyükelçisi Sayın Ahmet Rıfat Ökçün Bey’in nezaretlerinde ve Türk İş adamlarının desteği ile başlatılmış olan tarihi camilerin onarımı ve ihtiyacı olan camilere yardım kampanyası devam etmektedir.
Hasança Köyü Camii inşaatı Mahalli Belediye, Türk ve soydaş iş adamlarının katkıları ile tamamlanmış olup, yer döşemesi yapılmaktadır.
Tulça Aziziye Camii onarımı daha önce tamamlanmış olup, yakında kaloriferler yapılacaktır.
İsakça Mahmut Yazıcı Camii çatısı onarılacaktır. Tarihi eser olduğu için Tulça Kültür Müdürlüğü kontrolünde proje çalışması devam etmektedir. Maçın Mestan Ağa Cami dış cephe ahşap boyası yapılacaktır. Babadağ Sarı Saltuk Dede Türbesinin onarımı devam etmektedir. Köstence Merkez Kumluk Camii inşaatı devam etmekte olup, kubbe tamamlandıktan sonra bir minare yapılacaktır.
Brayla Vilayetinde yeni cami için Belediye Başkanı tarafından bir arsa tahsis edilmiştir.
Eforye Sud Camii inşaatı tamamlanmak üzere olup bir minare yapılacak ve yıl sonunda ibadete açılması bekleniyor. Mangalya Esmahan Sultan Camii minaresi cami çatısına doğru eğilmiş olup minare onarılacaktır. Şu anda proje çalışması devam ediyor.
Köstence Ovidiu Kasabasında da 09 06 2005 tarihinde yeni bir cami temeli atılmıştır. Doymay Köyü Camii inşaatı da devam etmektedir.

Hazırlayan Subihan İomer

▲ Cuprins ▲ İçindekiler ▲ Contents ▲

ALLAH İSTEYENLERE VERİR

Allahü Teala’nın güzel isimlerinden biri de “El Mucib”dir. O, kendisine yönelip yalvaranların isteklerini verendir. Ne kadar ve neler bağışlarsa bağışlasın hiçbir şeyi eksilmeyen, sonsuz zenginlik sahibidir. Allah kuluna kulundan daha yakındır. Allah’ın her zerreye, her noktaya yakınlığı birdir. Onun için ne kadar içten olursa olsun kendisine yalvaranları bilir ve yalvarmalarını işitir. ”Sözünüzü ister içinizde tutun, ister açıklayın, hepsi birdir. Kalplerindekini O bilir. Hiç bilmez mi onu yaratan? O latif olarak haberdardır her şeyden.” ( Mulk. 13,14)
Allah isteyeni, istediği şeyi bilir, dilerse lâhza içinde verir, dilerse bir zaman sonar verir, dilerse hiç vermez. Bazen ihtiyaçlarının giderilmesi için şuna buna müracaat etmek niyetinde bulunan bir kulunun ihtiyaçlarını, onun müracaat etmek istediği yerlerin dışından gönderir. Bu suretle o kulunu isteme zilletinden saklar. Bazen de bir insanın dostları, akrabaları, sevdikleri birleşir, onun pürüzlü işlerini düzeltmek, yoluna koymak için elbirliğiyle çalışırlar da hiçbir şeye muvaffak olamazlar. Sonra Allah o işleri başka yollarla halleder, kulunu minnet yükü altında kalmaktan kurtarır. Velhasıl Allah’ın her kuluna ayrı bir muamelesi vardır. Bize yaraşan istemektir. Ondan sonra da hakkımızda Hak’tan ne muamele zuhur ederse ona memnunlukla râzı ve teslim olmaktır.
Vermiyorsa bir hikmeti vardır. Iyiden, kötüden birçok isteklerimiz vardır ki, biri bitmeden diğeri belirir. Yaşadığımız muddetçe bunlar ne biter, ne tükenir.
Bizde bu isteklerimizi gerçekleştirmek için çalışır dururuz (ki bu da fiilî duadır). Her arzumuz birtakım sebeplere, sebepler de Mânî ve Mu’tî olan Allahu Teala’nın iradesine bağlıdır. Allah isteyenlerin isteklerini dilerse verir, o zaman isteyenin tuttuğu sebepler çabucak birbirinr eklenir, kenetlenir, maksat da meydana geliverir.
Allahu Teala bazen de isteklerin gerçekleşmesine izin vermez, o zaman isteyenin tuttuğu sebepler kısır kalır, mahsul vermez. Allahu Teala kendisinden bir şey isteyenlerin en zengini, en merhametlisi, en cömerdi, en kuvvetlisi olduğu gibi en hakimidir de. Her işinde birçok hikmetleri vardır. Bu hikmetlerin bazısı anlaşılsa bile, birçokları karşısında insan anlayışı acizdir. Öyleyse vermediği zaman mutlaka bir hikmeti vardır. Zira dünya, hikmet yurdudur, imtihan yurdudur. Örneğin, dua ettiğimiz, istediğimiz husus gerçekleşmiyorsa, belki de onun verilmemesi bizim yararımızadır. Zira Kur’an-ı Kerim’de belirtildiği gibi: “Hoşunuza gitmeyen nice şeyler vardır ki onlar sizing için hayırlıdır. Size hoş gelen nice şeyler vardır ki sizing için şerdir. Allah bilir, siz bilemezsiniz.” (Bakara: 216) Veyahut dua ederken adaba riayet etmede kusur etmiş olabiliriz. Resulü Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem efendimiz buyuruyor ki: “Şüpheli şeyleri yiyenin dini örtülü, kalbi kara olur. Haram yiyenin kalbi ölür, dini köhne olur, duası perdelenmiş olur.” Demek ki haram lokma duanın kabul olmasına engel teşkil etmektedir.
Benim duam kabul olmuyor, neden?
Dualarımızın kabul olmasında en önemli faktörlerden biri de batınî dünyamızın temizliğidir. Bunlar hepimizin de bildiği, lâkin hayatımıza geçirmede kusur ettiğimiz hususlardır: günahlara tövbe etmek, tövbede azimli olmak, kalbimizde hiçbir müslüman’a karşı kin, hased, kibir, gurur, öfke, hile beslememek, dilimizi yalandan, gıybetten, kalp kırmaktan, koğuculuktan (laf taşımadan) korumak, ahde vefa göstermek, üzerimizde kul hakkı bulundurmamak, tüm insanlara karşı affedici, kusurları örtücü, merhametli davranmak…

“Kullarım, sana Benden sordukları zaman bilsinler ki şüphesiz Ben onlara yakınım. Benden isteyenin, dua ettiğinde duasını kabul ederim. Artık onlar da Benim davetime icabet etsinler.” (Bakara, 186)
“Ve Rabbiniz, Bana dua edin, Ben de sizin davetinize icabet edeyim buyurdu.” (Mu’min, 60)
“Rabbinize gönülden ve gizlice yalvarın.” (A’raf, 55)
“Ister Allah diye dua et, ister Rahman diye dua et. Ikiside Allahu Teala’nın esma-i hüsnasıdır.” (Isra, 110)
“O kullarının tövbesini Kabul edip, onların kusurlarını affeden ve ne yaptıklarını bilendir… Iman edip yararlı işler yapanların dualarını Kabul eder… Onlara kendi fazlından fazlasını da bağışlar.” (Şurâ 25,26)

Ersoi Enan – Palazu Mare caminin imamı

▲ Cuprins ▲ İçindekiler ▲ Contents ▲

Serhan’ın Masalı

KÖPRÜ

Sevgiye köprü kurduk yavrum.,
Sevda ile karışık gibi
Karanlık geceler içinde
Köprüler alışık gibi.

Sırt sırta aşarız yavrum,
Sırt sırta kahpelik içinde
Sevgiye köprü kurduk yavrum,
Dirliğin düzenin göçünde.

Bir güzel türkü söyle yavrum,
Ezgisi karanlığı delsin
Unutamaz yavrum kimseler
Sen ki tarih kadar güzelsin.

Çok kahpeliğe, bulut gibi
Karanlıkları akla yavrum
Ben bu ara azalmadayım
Al yureğine sakla yavrum!

En umarız, zamanlarımda
Uzat elini, elimi tut!
Dönüşü olmaz yolumuzun
Yavrum… gayrı dönmeyi unut!

Ali Saçıkara (Mecidiye – „Kemal Atatürk” Koleji, Türkçe öğretmeni

▲ Cuprins ▲ İçindekiler ▲ Contents ▲

Ortaöğretim Yeniden Yapılandırılıyor

Milli Eğitim Bakanı Doç. Dr. Hüseyin Çelik, ortaöğretimde eğitim-öğretim süresinin 4 yıla çıkarılmasıyla ilgili olarak bakanlık Başöğretmen Salonu’nda basın toplantısı düzenledi.
Eğitim Bakanı Doç. Dr. Hüseyin Çelik, ortaöğretimde eğitim-öğretim süresinin 4 yıla çıkarılmasıyla ilgili olarak bakanlık Başöğretmen Salonu’nda basın toplantısı düzenledi. Tüm genel ve mesleki teknik orta eğitim kurumlarına 2005-2006 eğitim ve öğretim yılından itibaren yeni kayıt olacak öğrencilerin, bu okulları dört yılda tamamlayacaklarını açıklayan Bakan Çelik, bu uygulamanın mevcut öğrencileri kapsamayacağını, yeni kayıt olacak öğrencilerden başlamak üzere kademeli olarak hayata geçirileceğini bildirdi. Bakan Çelik, öğrenim süresi “hazırlık artı 3 yıl” olan genel ve mesleki öğretim kurumlarının öğrenim süresini de 2005-2006 sürdürdü: “Halihazırda lise birinci sınıfta veya hazırlıkta olan öğrenciler eski statüye tabi olarak eğitim öğretime devam edecekler. Yabancı dil öğretimi ağırlıklı olarak ilköğretimde başlatılacak, 4, 5, 6 ve 7. sınıflarda ağırlıklı olarak verilecektir. AB ve OECD ülkelerinde olduğu gibi, yabancı dili günlük hayatta kullanılabilir kılmak amacıyla interaktif, yani karşılıklı etkileşime dayalı bir yaklaşım esas alınarak öğretim programları ve haftalık ders sayıları belirlenecektir. 2004-2005 öğretim yılından itibaren 105 okulda (40’ı genel lise) pilot olarak uygulamaya konulan mesleki ve teknik eğitim sisteminin güçlendirilmesi projesi kapsamında uygulanan, 9. sınıf haftalık ders çizelgesinde yer alan ortak öğretim yılından itibaren hazırlık sınıfı olmaksızın 4 yıl olacağını kaydetti. Bakan Çelik, sözlerini şöyle beceriler, bilgisayar ile tanıtım ve yönlendirme dersleri, 2005-2006 öğretim yılından itibaren tüm genel liseler ile mesleki ve teknik orta öğretim kurumlarının 9. sınıfında okutulacaktır.”
Bakan Çelik, öğrenci alımı, öğretim programları ve yabancı dil öğretimi konusunda birbirinin benzeri olan Anadolu liseleri ile yabancı dil ağırlıklı program uygulayan ve kamuoyunda “süper lise” olarak bilinen liselerin 2005-2006 öğretim yılından itibaren “Anadolu Lisesi” adıyla tek program adı altında birleştirileceğini söyledi.
Halen bu okullara devam eden öğrencilerin statülerinin korunacağını ve mezun oluncaya kadar öğrenimlerini kayıtlı bulundukları okullarda sürdüreceklerini açıklayan Çelik, “Birleştirme yalnızca 2005-2006 öğretim yılında bu okullara kayıt hakkı kazanan öğrenciler bazında uygulanacaktır” dedi.
Çelik, fen, Anadolu, Anadolu güzel sanatlar, spor, Anadolu öğretmen ve Anadolu mesleki ve teknik orta öğretim programlarının uygulandığı liseler ile imam hatip liseleri ve Anadolu imam hatip liselerinin yeniden yapılandırılmasında kendi statülerinin göz önünde bulundurulacağını kaydetti. Bu okulların öğrenci alımı ve öğretim programları itibariyle mevcut statülerinin korunacağını belirten Bakan Çelik, bu okullarda da öğretim süresinin hazırlık süresi olmaksızın 4 yıl olacağını bildirdi.
Bakan Çelik, mevcut sistemde öğretim süresi hazırlık artı 4 yıl olan bazı liseler ve orta öğretim kurumlarının istemeleri halinde mevcut statülerini uygulamaya devam edebileceklerini de kaydetti.
Milli Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik, liseden sonra bitirme sınavı getirilmesine yönelik bir kararlarının henüz bulunmadığını, bunun düşünce aşamasında olduğunu belirterek, “ÖSS müfredatı sonsuza dek bugünkü gibi kalmayacaktır. Görüştüğümüz YÖK yetkilileri, önümüzdeki yıldan itibaren bu muhtevayı ve sınavın bu şeklini değiştirmek üzerinde çalıştıklarını ifade ediyorlar” dedi.
Bakan Çelik, Liselerin 4 yıla çıkarılmasının, 57. Hükümet döneminde, Talim Terbiye Kurulu’nca kararlaştırıldığını, 2003-2004 yılında bunun uygulanmasının söz konusu olduğunu anımsatan Bakan Çelik, ancak hükümeti devraldıklarında, fiziki mekan, donanım, dokümantasyon, öğretmen potansiyelleri itibariyle gerekli altyapı çalışmalarının yapılmadığını tespit ettiklerini anlattı.Bakan Çelik, bu hazırlıkların yapılmasından sonra, 4 yıllık lise uygulamasının hayata geçirilmesinin daha doğru ve anlamlı olacağını düşündüklerini, bunun üzerine 4 yıla çıkarılması kararını 2 yıl ertelediklerini ifade etti.
“4 yıl uygulaması, öğrencilerin ortaöğretime daha az devam etmesi, kız öğrencilerin daha az devam ettirilmesi için yapılmıştır” şeklinde bazı yorumlar yapıldığını anımsatan Çelik, bu yorumların kendisini hayrete düşürdüğünü ve üzüldüğünü kaydetti.
Çelik, liselerin 4 yıla çıkarılması kararını alma amaçlarını şöyle açıkladı: “AB perspektifi bunu gerektiriyor. 3 Ekim’de müzakere süreci başlayacak ve bu tarihten önceki en öncelikli konu başlıkları eğitim, bilim, araştırma istatistik gibi konulardır. Biz, bu sürece hazır olmak zorundayız. AB ülkelerindeki uygulamaya baktığımızda, Almanya’da 9 yıllık temel eğitimin üzerine 4 yıllık tahsilden sonra üniversiteye gidebiliyorlar. İtalya’da bu 9 artı 5, Finlandiya ve Macaristan’da 9 artı 3 şeklindedir. Bizim 3 yıllık liselerden mezun olan gençlerimiz, diplomalarının denkliği itibariyle çok ciddi sıkıntılar çekiyorlar. AB ülkelerine gittiklerinde, bir problemleri olmasa bile asgari 1 yıllık telafi programından geçmeleri gerekiyor. Diplomaları kabul edilmiyor. Biz bu denkliği, bu uyumu sağlamak zorundayız. Modüler bir eğitim sistemi getiriyoruz. Birinci, ikinci, üçüncü kademe sertifikasyon programlarının uygulanması için, mutlak suretle bu 4 yılın olması gerekiyor.”
Çelik, Ortaöğretim Genel Müdürlüğü’nce, veli, öğrenci ve öğretmenler üzerinde, hazırlık sınıflarının fonksiyonel olup olmadığı, bu sınıflardan gerekli yarar sağlanıp sağlanmadığı yönünde geçen yıl, 25 ilde bir araştırma yapıldığına işaret ederek, araştırmada, ezici bir çoğunluğun, hazırlık sınıfının fonksiyonel, yararlı ve dil öğreniminde faydalı olmadığı sonucunun çıktığını söyledi.
Hazırlık sınıflarında yoğunlaştırılmış bir dil programı uygulandığına işaret eden Çelik, öğrencilerin birinci sınıfa başladığında ise dil dersinin neredeyse ortadan kalktığını belirtti. Bakan Çelik, diğer sınıflarda ise üniversiteye hazırlanma telaşı başladığını, bu nedenlerle hazırlık sınıfında görülen dil derslerinin unutulduğunu, edindikleri bilgilerin adeta havaya uçtuğunu kaydetti.
Çelik, matematik, fizik, biyoloji ve kimyanın da yabancı dilde okutulmasının esas olduğunu, ancak bu uygulamanın yürümediğini, faydalı da olmadığını dile getirerek, sözlerini şöyle sürdürdü: “Bu yılın başında aldığımız bir karar var: Bunu, okulların imkan ve tercihlerine bıraktık. Yabancı dil eğitimine çok önem verelim ama yabancı dilde eğitim yapmanın aslında çok da doğru olmadığını, üniversitelerdeki yabancı dilde eğitimin bile çok faydalı olup olmadığının tartışıldığı bir ortamda, bilimsel araştırmalar sonucu biz böyle bir sonuca vardık, bu kararı aldık. Hazırlık sınıfı, bu anlamda bir sıkıntı yaratıyordu. Fen ve matematik dersleri, ilköğretim 8. sınıfa kadar yoğun olarak görülüyordu, 1 yıllık hazırlıkla birlikte öğrenci, bu derslerde bütün bağlarını koparıyor, daha sonraki sınıflarda intibak problemi çekiyordu.”
Hüseyin Çelik, AB ülkelerinin, hazırlıkta geçen süreyi, lise eğitim süresine dahil etmediğini, bunun da öğrencilerin mağduriyetine yol açtığını vurguladı.Liselerde 40-45 saate varan ders görüldüğünü, bunun da öğrencilerin araştırma yapmasına, kültürel faaliyetlere katılmasına, sosyal aktiviteler içinde olmasına, öğrenmeye dayalı etkinlikler içinde bulunmasına engel olduğunu belirten Bakan Çelik, “Yeni müfredatımız, sosyal hayata açık, hayata, mesleğe, yüksek öğretime hazırlamayı esas alıyor. Bunu yapabilmemiz için haftalık ders programlarını seyreltmemiz gerekiyor. Haftada, 40-45 saat yerine, belki 25-30 saat ders olması lazım. Onun dışında kalan boş saatlerde, elbette öğrencileri başı boş bırakmak, kendi haline terk etmek söz konusu değildir” diye konuştu.
Çelik, öğrencileri, sosyal sorumluluk, sportif, kültürel aktiviteler anlamına gelebilen, onları sosyal hayata hazırlayan diğer etkinliklerle bu sürecin doldurulacağını söyledi.
Çelik, liseden sonra bitirme sınavı getirilmesine yönelik bir kararlarının henüz bulunmadığını, bunun, düşünce aşamasında olduğunu bildirerek, şunları kaydetti: “Bu, lise diploması vermeye yönelik bir sınav olmayacaktır. Birçok gelişmiş batı ülkesinde üniversite sınavının önünde, bir anlamda olgunlaşma sınavı anlamına gelebilecek sınavlar var. Bunlar, öğrencilerin lise tahsili boyunca bilgilerini ölçmeye yöneliktir. Böylelikle öğrencinin, okula bağlanmasını, okulu terk ederek, dershanelere gitmesini de bir çapta önlemiş olabileceğini düşünüyoruz. Tabii ki ÖSS müfredatı da sonsuza dek bugünkü gibi kalmayacaktır. Görüştüğümüz YÖK yetkilileri de önümüzdeki yıldan itibaren bu muhtevayı ve sınavın bu şeklini değiştirmek üzerinde çalıştıklarını ifade ediyorlar. Eğer değiştirilmezse, ÖSS’nin ortaöğretim kurumlarını olumsuz etkileme süreci devam edecektir. Bu da Türkiye’nin çok büyük zararına olacaktır. Biz buna yasal olarak da müdahale ederiz.”
Çelik, 3 yıllık eğitim yapan okulların oranının yüzde 74 olduğuna dikkati çekerek, bu okulların üniversiteye girme oranının ise yüzde 1-7 arasında değiştiğini ifade etti. Bakan Çelik, “Bu uygulamamızla birlikte, yüzde 74’lük okullarımızın kalitesini yukarı çekmeyi hedefliyoruz. Bu kesimi, çok daha iyi bir konuma getirme çabasındayız.Bu değişikliğin en büyük faydası bu olacaktır” dedi.

Derleyen: Vildan Bormambet

▲ Cuprins ▲ İçindekiler ▲ Contents ▲

Yaşanmış Bir Öykü

Bir genç cumartesi gecesi bir partiye gidiyor. Çok eğleniyor, birkaç biraz içiyor. Partide tanıştığı bir kız ondan çok etkilenmiş görünüyor ve onu başka bir partiye davet ediyor.
Hemen kabul ediyor ve diğer partinin gerçekleştiği yerde birkaç bira daha içiyor ve daha sonra anlaşıldığı üzere birileri buna uyuşturucu veriyor (hangi uyusturucu olduğu blinmiyor).
Daha sonra bu genç uyandığında içi buzla doldurulmuş bir küvette çırılçıplak olduğunu anlıyor. Hala içkinin ve uyuşturucunun etkisinde olduğunu hissediyor ve etrafına baktığında yalnız olduğunu anlıyor. Etrafına bakıyor göğsünde rujla yazılmış bir kağıt olduğunu fark ediyor. Kağıtta söyle yazıyor: “112’yi ara yoksa öleceksin!”. Küvetin yakınında bir telefon görüyor ve hemen 112’yi arıyor ama nerede olduğunu, ne içtiğini, kimlerle olduğunu bilmediğini söylüyor. Öperatör hemen ona küvetten çıkmasını ve bir aynanın karşısına geçmesini söylüyor. Genç, göğsünde hiçbir anormallik görmüyor ama operatör sırtına bakmasını söyleyince sırtında 2 tane büyük yarık olduğunu fark ediyor. Bunun üzerine operatör, onun tekrar buz dolu küvete dönmesini ve orada ambulansı beklemesini söylüyor.hastanede yapılan incelemeden sonra, onun 2 böbreğinin çalınmış oduğu anlaşılıyor. Her bir böbrek karaborsada 10.000 dolar ediyor (gencin bundan haberi yok tabii). Daha sonra anlaşıldığına göre: 2. Parti tamamen sahte, bu işe karışan insanların çok iyi tibbi bilgileri var ve verilen uyuşturucu eğlence amacını içermiyor. Şu anda bu genç hastanede, onu yaşamda tutan bir alete bağlanmış durumda ve hala dokularına uygun bir böbrek bekliyor. Profesyonellerle çalışıyor. Büyük şehirlerde aktif durumda çok böyle grup olduğu biliniyor New Orleans, New York ve bir söylentiye göre Istanbul ve Ankara’da da faaliyet gösteriyor. Bu mafya çok iyi örgütlenmis ve finanse edilmiş 112 bu suçu artık tanıdığından dolayı, kişileri hemen aynaya yönlendirerek, olayın boyutunu anlamaya çalışıyor. Lütfen bu hikayeyi tanıdığınız herkese anlatınız, bu herkesin başına gelebilir.
Hukuk fakültesinde okuyan bir arkadasimdan dün bir çay muhabbeti esnasında bunu dinledim:
Sultanahmet civarında bir çay bahçesinde oturuyormuş. Bir çay söylemiş.Yan masaya iki adam oturmuş ve onlar da çay söylemişler. Çaylar gelmiş, çayı 2 adama uzatan garsona, adamlar “yok” demişler, “delikanlıya ver, daha önce geldi kendisi”. Delikanlıyla “yok, siz için” vs. Gibisinden ufak şakalaşmalar olmuş. Çaylar yudumlanırken 2 adam yemekte oldukları bisküvilerden delikanlıya uzatıp “buyurun,alın” demişler.Delikanlı da kıramamış ve bir kaç tane alip yemiş. Daha sonra otobüsüne binmek için oradan kalkmış.Otobüse bineceği sırada uykusu gelmeye başlamış, etrafina baktığında çay bahçesindeki adamların kendisini izlediğini farketmiş ve telaşa kapılmış. Çoğu kimsenin bildiği, hukuk fakültesi ögretim üyelerinden birinin de anlattığı bir 911 vakası aklına gelmiş:böbrekleri çalınan birisi. Her neyse… Hemen kendisini alması için arkadaşına telefon etmiş. Arkadaşı gelmiş ve hastaneye gitmişler.Doktorun sözleri: eğer eve gitmiş olsaydın bir daha uyanamazdın. Çünkü sana verilen uyku ilacı dozaji oldurucu düzeyde! “bence mümkün olduğu kadar forward edelim!!!

▲ Cuprins ▲ İçindekiler ▲ Contents ▲

TARİHİ SÜREÇ İÇERSİNDE ROMANYA’DAKI MÜSLÜMANLAR

Romanya’nın Fiziki Yapısı

Romanya, Avrupa’nın Güney – Doğusunda bulunmaktadır. Yüzölçümü 238.391 km (2). Komşuları Güney’de Bulgaristan; Tuna Nehri; Eski Yugoslavya; Batı’da Macaristan; Kuzey’de Ukrayna; Doğu’da Moldovya; Karadeniz dir. Iklimi bölgelere göre değişmektedir. Nüfusu 22.456.000’dir. Nüfusun çoğu romen halkı tarafından oluşmaktadır. Romenler, latin ırkından olmalarına rağmen hristiyan ortodoks mezhebine mensupturlar. Konuştukları dil romence dir. Romanya’da yaşayan ve romen vatandaşı olan tatar türkleri ve türkler 65.700 civarındadırlar. Genel nüfusun %0,3 teşkil etmektedirler. Ayrıca ülkemize ticaret amacıyla gelen Türkiye’den ve değişik arap ülkelerinden gelen müslümanlar da mevcuttur.

Islam’ın Romanaya’daki Tarihi Süreci

Romanya’da müslümanlar genel olarak Dobruca bölgesinde yaşamaktadırlar. Dobruca, Karadeniz kenarından başlayıp Tuna nehrinin Karadeniz’e döküldüğü Sulina (Sünne) kasabasına kadar uzanan geniş bir alanın adıdır. Dobruca’da iklim olarak karasal iklim hakimdir. Güney kesiminde kışları oldukça yumuşak geçmektedir. Dobruca’nın osmanlı hakimiyetine girdiği tarih kesin olarak verilmemektedir. Yapılan araştırmalara göre, 1241 yılında pek çok bölge olduğu gibi Dobruca da Moğol istilasına uğramıştır. Işte bu yıllarda Selçuklu türklerinin Balkanlara ve Dobruca’ya geçtilerini görüyoruz.Selçuklu Sultanı II. Izzedin Keykavus Moğollara yenilmiş, yenilgiden sonra adamları ile birlikte 1263’lı yıllarda Bizans imparatorluğuna sığınmıştı. Bizans imparatoru VIII. Mihai Paleologus Sarı Saltuk’un da aralarında bulunduğu bir grup türkü Kuzey Dobruca bölgesine yerleştirmiştir. Anlaşılacağı üzere Romanya’ya Islam’ın yayılmasına vesile olan Sarı Saltuk’tur. O tarihten günümüze kadar Romanya ve özellikle Dobruca bölgesinde Islam var ola gelmiştir.
Dobruca bölgesi Osmanlı hakimiyetine girdikten sonra, bölgedeki şehir, köy, kasaba gibi isimler tükçeleştirilmiştir. 1878 yılından sonra, Osmanlı buradaki hakimiyetini kaybedince, bölgedeki şehir, köy, kasaba gibi isimler romenceleştirilmiştir. Ama yinede günümüze kadar Babadağ, Mecidiye, Sarıköy, gibi bazı isimler korunmuştur.
Dobruca’nın müslüman türk hakimiyetine girmesiyle, bölgede islam eserlerinin meydana getirilmesi ve islam’ın yayılması hız kazanmıştır. Osmanlının çekilmesinden sonraki ideolojik siyasi tahribe ve bölgede yaşanan savaşlara rağmen bugün hala bütün Balkan ülkelerinde özellikle Dobruca bölgesinde de Türk islam kültür mirasının eserleri ve izleri görülmektedir. O dönemde yapılan camii, türbe gibi eserler varlığını koruyabilmişler, orijinal sanat ve mimari eseri olarak Romanya’daki Türk kültür mirasını günümüzde’de yaşatmaktadırlar. Dobruca bölgesi 500 yıl Osmanlı hakimiyetinde kalmıştır.
Osmanlı’dan günümüze, Babadağ ilçesinde bulunan Sarı Saltuk Baba Türbesi, Gazi Ali Paşa türbesi ve Isakça’da bulunan Ishak baba türbeleri bulunmaktadır. Ayrica Bükreş ve Ibrailde 2 şehitlik bulunmaktadır.
Osmanlı’dan günümüze tarihi eser olarak daha çok camiler miras kalmıştır. Camilerin bazıları Köstence Hünkar, Kral, Mangalya Esmahan Hatun camiyi, Mecidiye,Harşva, Babadağ Gazi Ali Paşa camiyi, Tulça, Isakça gibi camiler romen hükümeti tarafından tarihi eser olarak kabul edilmektedir.
1900’lü yıllarda Dobruca’nın tamamında 238 kadar cami bulunuyordu. Günümüzde ise Romanya’da 75 camii bulumaktadır. Bunlardan 52 camimiz faaliyettedir.Bu camilerimizde 60 imamımız görev yapmaktadır.Ayrıca T.C. Diyanet Işleri Başkanlığı tarafından gönderilmiş 5 din görevlisi, müftülüğümüz tarafından atanan imamlarımız ile birlikte tarihi camilerde görev yapmaktadırlar. Müftülüğe bağlı din görevlilerinin maaşları Romanya devletince asgari ücret olarak karşılanmaktadır. Görevlilerimizden 17’si eski Mecidiye Medresesi, 35 ‘I Mecidiye Kemal Atatürk Lisesi mezunu, 3’ü Türkiye IHL mezunu, 5’ de Suudi Arabistan mezunudur.
Dobruca türklerinin en eski teşkilatlarından biri müftülüklerdir. Osmanlı döneminden itibaren varlığını sürdüren müftülükler, Dobruca’nın romen hükümetine geçmesiyle de devam etmiştir. Günümüzde Romanya’da musulmanları temsilen Köstence’de Romanya Müslümanları Müftülüğü bulunmaktadır. Müftü imamları, din dersi öğretmenleri müslüman mezarlıkları ve müftülüğe ait taşınmaz maların bakımı ve korumasını sağlamak; imamlara hizmet içi eğitim kursları düzenlemek gibi görevleri vardır. Müftüler 23 kişiden oluşan Islam Şurası tarafından seçilmektedir. Ayrıca T.C. Köstence Başkonsolosluğu bünyesinde T.C. Diyanet Isleri Baskanligi tarafindan görevlendirilen Din Hizmetleri Ataşeligi ve ataşeliğe bağlı 5 din görevlisi bulunmaktadır. Müftü devlet kanunlarına ve islam kurallarına uymakla mükelleftir.
Dobruca’da müslüman topluluğun eğitim kurumu olan Babadağ Medresesi 1610 yılanda kurulmuştur. O dönemde Gazi Ali Paşa tarafından karışılanan medresenin masraflari 267 yıl kesintisiz eğitim ve öğretime devam edilmiştir. 1877-1889 yılları arasında 12 yıl kesintiğe uğramıştır. Babadağ medresesi romen eğitim kurumu olarak kabul edilmesi üzerine 1889 tarihinde medresede eğitim tekrar başlamıştır. 9 kasım 1891 tarihinde çıkarılan bir kararnameyle, Babadağ’daki eski medresenin yerini Müslüman Semineri almıştır. Böylece Seminer Romen Dinler Bakanlığı kontrölü altına girmiştir. Babadağ’daki mederese 1901 yılına kadar devam etmiştir.Bu bölgede türk islam nüfusunun azalması dolayısıyla, 1901 yılında medrese Mecidiye’ye nakledilmiştir. 17 Ağustos 1904 tarihinde Mecidiye medresesi ile ilgili olarak yeni bir “Nizamname” kabul edilmiş olup, bu yeni düzenlenmeye göre okulun eğitim süresi 8 yıl olarak tespit edilmiştir.
Eğitim sonunda öğrenciler, özel bir komisiyon huzurunda, mezuniyet sınavına tabi tutulmaya başlamıştır. Mezuniyet diploması alanlar, gerek imam Hatiplik ve gerekse türkçe öğretmeniliği yapma hakkını kazanmış oluyorlardı. Diğer taraftan, önemli husulardan biri de medreseden mezun olanların, romen öğretmen liseleri mezunları ile aynı haklara sahip olamaları idi.
1930 yılından sonra Mustafa Kemal Atatürk’ün T.C. gerçekleştirmekte olduğu seri inkılaplar, Mecidiye medresesinin de moderneleşme sürecini büyük çapta etkilemiştir. Nitekim burada da yeni türk alfabesi kabul edilmiş, öğrenciler Avrupa tarzında uniforma kullanılmaya başlanmış ve ihtisasla ilgili derslerin yanısıra yabancı diller eğitimine de yer verilmiştir.Böylece, Mecidiye medresesi uzun müddet takdire şayan bir Türk – Islam merkezi olarak tanınmıştır. Lakin 1948 yılından sonra yeni bir eğitim inkilabının uygulanmaya başlanmasıyla Mecidiye Medresesi tavsiye edilme sürecine sokulmuş ve 1967 yılında kendiliğinden kapanmıştır. Ancak, 1989 yılında sonra 1992 yılında ilahiyat eğitimi yeniden başlatılmış olup yine Mecidiye kasabasında olan romen bir lise dahilinde iki yıl kadar devam etmiştttir.
13 temmuz 1995’ e kadar imzalanan Romen – Türk protokolü gereğince, o güne kadar yalnızca ilahiyat eğitimi veren okul artık yeni bir isimle ve pedagoji bölümünün de ilavesiyle “Kemal Atatürk Ilahiyat ve Pedagoji Lisesi” olarak açılmış, 2000 yılında da bir değişiklik yapılarak ismi ”Mecidiye K. Atatürk Ulusal Koleji” olmuştur.
Mevcud bina, daha önce yatılı öğrencilerin barındığı öğrenci yurdu iken, lisenin Mecidiye ‘de açılması üzerine müsait bir bina olamadığı için söz konusu yurt binasının onarımı 28/07/1995 tarihli sözleşme ile T.C. Diyanet Vakfı tarafından 212.000 $ ödenerek yaptırılmıştır. Ayrıca, okulun demirbaş eşiyası ve tefrişi için de 124.000 $ harcama yaılmıştır. 18 Nisan 1996 tarihinde o dönemin T.C. Cumhurbaşkanı Sayın Süleyman Demirel ile Romanya Cumhurbaşkanı Sayın Ion Iliescu tarafından açılışı gerçekleştirilmiştir.
Okulumuzda, protokol gereği Türkiye’den 3 türkçe, 3 din kültürü olmak üzere 6 öğretmen görev yapmakta ve din kültürü öğretmenlerinden biri aynı zamanda müdür yardımcılığı görevini yürütmektedir.Okulumuz 13 yıllık olup ilk, orta ve lise bölümlerinden oluşmaktadır.2004 – 2005 öğretim yılı itibari ile 259 öğrenci eğitim ve ögretim görmekte ve bunların 83 yatılıdır. Bu öğrencilerin yeme ve içme gibi hertürlü ihtiyaçları T.C. Diyanet vakfı tarafından karşılanmaktadır.
Okulumuz, Romanya’da yaşayan müslüman azınlıkların din ve dil eğitimi ile imamlık ihtiyacının karşılanması amaçlandığı için diğer romen okullarından farklı olarak pedagoji ve teoloji bölümleri bulunmaktadır. Böylece din dersleri ve anadil türkçe dersleri ‘de okutulmaktadır. Türkçe ve din dersleri türkçe olarak Türkiye tarafından gönderilen öğretmenler tarafından okutulmakta, diğer bütün dersler ise romence olarak romen tarafınca görevlendirilen öğretmenlerce okutulmaktadır.
Okulumuzdan mezun olan öğrencilerimiz romen liselerinden mezun olan bütün öğrencilerin haklarına sahiptirler. Ayrıca, ilk ve orta okul bölümlerinde türkçe ve din dersi öğretmeni olabilmekte, ilahiyat bölümünü bitiren öğrencilerimiz de imamlık yapabilmektedir.
2004 yılı itibari ile okulumuzdan toplam 210 öğrenci mezun olmuştur. Bu öğrencilerden 35’i Dobruca camilerinde imam – hatip olarak görev yapmaktadırlar. Bir kısmı çeşitli okullarda anadil türkçe ve din dersi öğretmenliği yapmaktadırlar. Ayrıca mezunlarımızın bir kısmı da Ovidius Universitesi “Kemal Atatürk” kolejine devam etmektedirler. Diğer bir kısmı ise, Romanya’da, Türkiye ve diğer bazı ülkelerde çeşitli fakültelerde okumakta bir kısmı da iyi türkçe konuştukları için ve güven telkin ettikleri için Türk Iş adamlarının yanında çalışmaktadırlar. Ovidius Universitesi’ ne bağlı “Kemal Atatürk” kolejine 60 öğrenci devam etmektedir.

Romanya’da Din ve Dil Eğitimi

Yukarıda da bahsettiğimiz gibi Dobruca bölgesinde eğitimin tarihi çok eskilere dayanmaktadır. Tarihi açıdan Dobruca bölgesinde eğitim, iki önemli döneme ayırabiliriz. Bunlardan birincisi osmanlı dönemi, diğeri ise Romen idaresi altında geçen dönemdir. Romen idaresi altında geçen eğitim dönemini Komunizm dönemi öncesi eğitim; Komunizm döneminden sonra günümüze kadar eğitim dönemleri olmak üzere iki ayrı dönemde inceleyebiliriz.
Dobruca bölgesinde Türk hakimiyetinin kurulduğu XIV. ve XV. asırlarda başlamakta ve 1878 yılına kadar devam etmektedir.

Ikinci dönem yani Romen dönemi ise
1878 yılından başlayıp 1945 yılına kadar komunizm dönemi öncesi eğitim
1945 – 1989 yılları arasında komunizm dönemi eğitimi
1990’dan günümüze kadar komunizm döneminden sonraki eğitim

Yukarıda bahsetiğimiz dönemlerde eğitim sisteminde meydana gelen değişiklikleri aşağıdaki şekilde irdeleyebiliriz.
Eğitimin dini yönü ağır bastığı dönem: Bu dönemde konuşma dili türkçe olmasına rağmen yazı dili Arapça / Osmanlıca’dır. Bu durum, Osmanlı devletinin Dobruca bölgesinde hakimiyeti elinde bulundurmasından 1512 yılına kadar devam etmiştir.
Laik modern eğitim ve öğretimin eski eğitim üsüllerine oranla arttığı ve hakim konuma geldiği dönem: bu dönem 1912–1948 yılları arasında yavaş yavaş medrese eğitimine son verilmeye başlandıği dönemdir.
Din derslerinin tamamen yasaklanıp sadece pozitif derslerde eğitimin yapıldığı dönem: bu süreç, 1948 yılında başlayıp 1959 yılına kadar devam etmiştir. Eğitim reformundan (1948) hemen sonra Romanya’da Türkçe okul ve öğrenci sayısı artmıştır. Yine bu dönemde çok sayıda okul kitapları basılmıştır.
Türkçe ve din eğitimi ve öğretimi veren okulların tamamen kapatıldığı dönem: 1967 yılından 1989 yılına kadar devam eden söz konusu dönemde türkçe ve din eğitmi veren okullar tamamen kapatılmıştır.
Komunizm dönemi öncesi eğitim ve öğretim sıkıntılı ve zor günler geçirmiştir. Ancak buna rağmen bilinçli insanların sayesinde söz konusu sıkıntıların dile getirilmesi, çözüm için mücadele verilmesi takdir edilecek bir durumdur. Gerçekten sonraları eğitimin düzeyinde oldukça gelişmeler yaşanmaya başlanmıştır. Ancak bu sefer de komunizm yönetimin iktidara gelmesiyle söz konusu gelişme duraklamış, hatta gerilemiştir.
Romanya’da komunist rejimi iktidara geçtikten sonra o ana kadar bölgede yaşayan Türklere uygulanan ve onlar için çıkarılan kanunları feshetmişlerdir. Aslında komunist yönetimin tek amacı, anadilde eğitm veren okulları kapatmak ve anadilde konuşmayı engellemekti. Çok geçmeden yavaş yavaş planlı bir şekilde takip ettiği uygulamalar ile bu amacına da ulaşmıştır. Yani Türk okullarına son verilmiştir. Türkçe artık okullarda ve resmi dairelerde değil, aile içerisinde konuşulur hale gelmiştir.Hatta zamanla toplu ulaşım araçlarında, sokakta, iş yerinde, kutlama ve törenlerde bile Türkçe ve Tatar lehçesi konuşulmaz, duyulamaz olmuştur. Türkler, komunist rejiminin baskısından korktukları için anadilleri türkçeyi konuşmaktan çekinir, korkar hatta utanır duruma düşmüşlerdir.
Romanya, komunist rejimden önce krallık döneminde türklere gerçekten dostça davranmıştır. Bu dönemde (kırallık) diğer azınlıklarda olduğu gibi türklerde ana dillerinde serbestçe eğitim görmüşlerdir. Tıpkı Romanya’nın demokrasiye geçtiği yıldan şu ana kadar olduğu gibi.
Komunist yönetim döneminde yapılan bu haksız uygulama, bugün söz konusu değildir. Gerçekten ülkemiz 1989 yılında demokrasiye geçtikten sonra her alanda önemli atılımlarda bulunarak azınlıkların hak ve hukukuna riyayet etmektedir. Ancak komunist dönemde yapılan bu uygulama, okulda türkçe okumayan, evinde, sokakta romence konuşmak zorunda kalan, türkçe gazete, dergi, kitap görup okumayan türklerin ve çocuklarının dillerini unutmasını bereberinde getirmiştir. Bugün Türkçe konuşmakta zorlanan Kırım ve anadolu Türkleri, bunu sebebini komunist yönetimin uygulamarına bağlamaktadır. Bu dönemde din eğitimi ve dini hayat en kötü dönemini geçirmiştir. Bu da komunizmin dine bakışından kaynaklanmaktadır. Bu dönemde Müftülüğün dışında, Mecidiye semineri gibi diğer dini kurumlar kapatılmıştır.
Romanya’nın demokrasiye geçmesiyle birlikte 1991 yılında Romanya anayasası doğrultusunda Romanyada ki Türk-Tatar azınlığı tekrar ana dilde eğitim hakkını elde etmiştir.Bundan sonra Türkçe ve din eğitimi çalışmaları başlamıştır.Romanyada din ve dil eğitimi şu an üç yerde verilmektedir.Birincisi Mecidiye Seminarı’nın devamı olarak açılan Mecidiye Kemal Atatürk Lisesi,diğeri ise Ovidius Üniversitesine bağlı Kemal Atatürk Koleji ve romen okullarıdır. Yukarıda Mecidiye Kemal Atatürk Lisesi ve üniversiteye bağlı kolej hakkında gerekli bilgiler verilmiştir. Romen yasalarına göre din derslerinin organizesi ve yürütülmesi Türk Müfettişliği ile müftülüğe verilmiştir. Müftülük Mecidiye Kemal Atatürk Ulusal Koleji’nde Türkiye’den görevli din dersleri öğretmenleriyle birlikte Romanya sosyal ve kültürel hayat içindeki dini ihtiyaçlar göz önüne alınarak bir program hazırlamıştır. Türkiye’den getirilen temel dini bilgiler kitabı ile yine Türkiye’de okullarda okutulan din dersleri kitapları yardımcı kitaplar olarak kullanılmaktadır.Bununla birlikte öğretmenler başka yerlerden edindikleri kitaplardan da istifade etmektedirler. Öğrenciler yeterli derecede türkçe bilemediklerinden dersleri anlamakta zorluk çekmektedirler ve dersler daha çok romence anlatılmaktadır. Din ve dil dersi öğretmenlerinin, öğrencilerin özellikleriyle ilgili problemlerin yanında müslüman çocukların bulunduğu okullarda sayı yetersiz olduğundan sınıf oluşturma gibi problemlerlede karşılaşmaktadırlar. Dolayısıyle bazı öğretmenler haftada en az iki veya daha fazla okulda görev yapmak mecburiyetindedirler. Romen devleti imamların maaşlarını ödediği gibi din ve türkçe dersi öğretmenlerininde maaşlarını karşılamaktadır.

Romanya’da Kültürel Faaliyetler ve Birlikler

Demokrasiye geçmesiyle birlikte Romanya’daki müslümanlar kültürlerini korumak için birlikler kurmuşlardır. Başlıca birlikler şunlardır:

Romanya Türkleri Demokrat Birliği

Birlik 1 Şubat 1990 yılında Köstence’de kurulmuştur. Merkezi Köstencededir. Birlik, Romanya vatandaşı Türk azınlığını temsil etmek üzere kurulmuştur. Amacı anayasaya göre insan temel hak ve hürriyetlerini göz önünde tutmak, etnik kimliği, özellikle dil, kültür ve dini varlıkları korumak, Romen-Türk dostluk ilişkisini korumak ve geliştirmek, birliğe ait veya birliği temsil eden vakıf mallarını korumak, azınlığın geçmişini yansıtan tarihi yapıları muhafaza etmek, dini inançların yerine getirilmesini sağlamak ve azınlığa sosyal açıdan destek olmaktır. Bunların dışında Türk toplumu için konferanslar, sempozyumlar, film, müzik, şiir geceleri düzenlemek, sanat sergileri açmak, tiyatro, türkü ve dans gösterileri sahnelemek, spor ve turizm gibi etkinlikler düzenlemek,nevruz ve hıdrellez şenlikleri düzenlemek, T.C Köstence Baş Konsolosu ile birlikte Türkiye’de kutlanan 23 Nisan, 19 Mayıs gibi bayramları kutlamak, il ve ilçelerde Türk Dili Eğitimi’ni kontrol etmek başlıca görevlerindendir. bu nedenle her yıl Nisan-Mayıs aylarında Türk Dili ve din olimpiyatları yapılmaktadır. Türk Dili’nde birinci gelen öğrencinin Romen üniversitelerindeki dil bilimlerine sınavsız girme hakkı bulunduğu gibi devlete ödenen harçtan da muaf tutulmaktadır. Ayrıca onların ödülleri Romen Devleti, T.C Köstence Baş Konsolosluğu ve birlikler tarafından karşılanmaktadır. Din olimpiyatı dini bilgilerin geliştirilmesine ve öğrencilerin bu bilgileri öğrenmelerini teşvik etmek amacıyla düzenlenmektedir. Türk Dili’nde olduğu gibi hakları yoktur. Din olimpiyatında dereceye giren öğrencilerin ödülleri Müftülük, T.C Köstence Baş Konsolosluğu Din Hizmetleri Ateşeliği, birlikler ve iş adamları tarafından karşılanmaktadır. Birlik il, ilçe, kasaba ve köy şubelerinden oluşmaktadır. Parlementoda birliğin haklarını gözeten ve birliği temsil eden bir milletvekili bulunmaktadır.Birliğin aylık olarak çıkan Hakses ve Genç Nesil olmak üzere iki yazılı yayın organı vardır. Ayrıca haftada bir kez yerel radyoda bir saatlik türkçe yayın yapılmaktadır.

Romanya Müslüman-Tatar Türkleri Demokrat Birliği

29 Aralık 1989 yılında kurulmuştur.Birliğin amacı romanya’da yaşayan bütün Türk ve Tatar vatandaşlarını bir araya getirmek ve onların haklarını korumaktır. Birliğin merkezi Köstence’dedir.Birliğin amaçları arasında devlet yada özel okullarda Türk Dili eğitim ve öğretimine destek vererek tatar Türkleri’nin kültür seviyesini yükseltmek, azınlık tarihinin okullarda öğretilmesi için çalışmak, Romanya’daki diğer siyasi amaçlı olmayan birliklerle iş birliği yapmak, okullarda din dersinin verilmesini desteklemek, müftülükle işbirliği kurarak hastane,hapishane ve askeri kurumları ziyaret etmek oralarda bulunan müslümanların problemlerine çözüm aramak için yardımcı olmak, Tatar Türk gençlerine her alanda sağlıklı bir kültür sahibi olabilmeleri için yurt içi ve yurt dışı bursları sağlamak, Türkiye’de ve Kırım’da bulunan ve türkçe konuşan müslüman topluluklar ile kültürel ilişkiler kurmak ve geliştirmektir. Birliği temsilen Romen Parlementosunda bir milletvekili bulunmaktadır. Görevi, Tatar Türk azınlığın problemlerini parlementoya taşımak ve çözüm yolları bulmaya yardımcı olmaktır. Birliğin Karadeniz ve Caşlar olmak üzere aylık iki yazılı yayın organı vardır. Ayrıca birliğin hafta da birgün bir saat Köstence yerel radyosunda yayın hakkı vardır.

Sonuç

Tebliğimden, müslüman gençlere kültürlerinin, dillerinin ve dinlerinin nasıl sevdirileceği üzerinde önemli çalışmalar yapmamız gerektiği anlaşılmıştır. bunun için Romanya’da yaşayan müslümanları temsil eden Müftülük ve diğer kurumlar sizinle her türlü işbirliğine hazırdır. Özellikle Balkanlar’daki müslümanların kültür, dil ve dinleri aynı olduğundan ve karşılaşılan sorunlar birbirine benzediğinden karşılıklı fikir alış verişiyle bu sorunların aşılacağı kanaatindeyim. Sizlere bir kaç teklifte bulunmak istiyorum:

Yukarıda teklifte bulunduğum maddeler faaliyete geçirildiği taktirde gençlerin yalnız olmadıklarını anlayacakları ve böylece kültürlerini, dillerini ve dinlerini korumaya gayret edecekleri kanaatindeyim.
Ismail Gaspıralı’nın sözlerini hatırlatarak tebliğime son vermek istiyorum: „Dilde, fikirde işte birlik”. Evet değerli büyüklerim; dilimiz bir, görevimiz bir. Gelin, hep birlikte görevlerimizi en iyi şekilde yerine getirerek, en üst seviyelere ulaşalım.

Murat Yusuf – Müftü muşaviri

▲ Cuprins ▲ İçindekiler ▲ Contents ▲

Atatürkçü Düşünce Derneği Datça Şubesi Başkanı İsmail – Akbal’ın kaleminden

Atatürk’ün en büyük özlemi; “Türkçe İbadet”

Mustafa Kemal, Cumhuriyeti kurarken herşeyden önce dil birliğini sağlamak için tüm çabalarını göstererek bunu Cumhuriyetin ilk yıllarında, kısa zamanda başarmıştır. Dil birliğini, din birliğini, kültür birliğini ancak tek dil birliğinde bulmuştur.
Bir ulusun varlığının temel yapısının ilk harcı dildir. Dil ulusun, ulus bilincini, varlığını gösteren en önemli gösterge ve değerler birliğidir.
İnsan olarak dil ile düşünce arasında çok sıkı bir yakınlık ve bağlantı vardır. Her insan topluluklarında, insanı insan yapan, insanca niteliklerin ilk başında dil ve düşünce geldiği inkar edilemez bir gerçektir.
Diline hakim olmayan bir ulus; vatanın bütünlüğüne zor hakim olur. Dil, ulusun yaşaması için en etkili silâhtan da daha etkilidir.
Ulusların tarihinde bir sözle savaş başlar, bir sözle savaş durdurulur. Sözün en güçlü us’lu bir silah olduğu tarihte bilinmektedir.
Dilin anlaşılması tüm bireyler arasında en güçlü birlik bağını kurar. Dil anlaşmanın en büyük aracıdır.
Bir insan topluluğu sade dili ile bütünlük sağlar.
Çeşitli dillerle eğitim yapan toplumlarda ulusal birliğin sağlanması çok güçtür.
Konfuçyus’un kanıtı da böyledir: “Dil düzgün olmayınca, söylenen, söylenmek istenen değildir.
Söylenen, söylenmek istenen olmayınca, yapılması gereken yapılmadan kalır; Yapılması gereken yapılmadan kalınca, töreler, sanat, geriler; Töreler, sanat gerileyince de, adalet yoldan çıkar; Adalet yoldan çıkınca, halk çaresizlikler içinde kalır. İşte bundan söylenmesi gereken başıboş bırakılamaz. Bu her şeyden önemlidir”der.
Bu düşünce, bize dinimizi de öz dilimizle öğrenmezsek ulus bütünlüğünde çatlamalar olur. Mustafa Kemal’in temel hedefi inancımızı öz dilimizle öğrenme hedefidir. Eğitim birliği yasası bunun temel kanıtıdır. 1938’den sonra tavizlerle eğitim birliğinin bozulması bu günkü istenilmeyen çağ dışı özlemleri doğurmuştur.
Çağ dışı özlemler dilimizle Kur’anı öğrenmemizden doğma bir olaydır. Bu da, softalık ve gericilik gibi çağı geriye götürme eylemleri ile toplumun bütünlüğüne darbe indirmektedir.
Softalık; gerçekten kaçıştır. Gerçek İslamiyeti bilmemezliktir. Başka bir deyişle, düşünce ve bilgi kanseridir. Akıl değil, duyguyu ön planda tutarak toplumu sömürme tuzağıdır. Ak, ruh ve beden üstüne çöken kara bir buluttur. Zaman içinde beden ruhta kara bulutla bir uyum içinde değişmez kurallarla bütünleşir. Gerçeği düşünmek istemez. Artık onu, çağın gereklerine, gerçeğin kanalına, yönlendirmek çok zor inanılmaz duygularla, kendini ve toplumu aldatmaktan vazgeçemez.
Aybazlık, aklın, başkasının emrine amade etme olayıdır. İnsanlara gerçeği öğrenmeden ve öğrenmeye gayret göstermeden boyun eğme eğitimini veren şansız bir olaydır. Eskiyi silmek değil, eskiden kopmak; yenileşme, uygarlaşma olanağı, bireyin özgür düşüncesiyle mümkündür.
Bu günkü iktidar, inanç özgürlüğünden bahsediyor…
Ülkemizdeki 85 bin camimizde dinimizin gereği kulluk hakkımızı, Türkçe ile yapamıyoruz. Bilmediğimiz bir dille, Allah’a tapınmayı yapmak zorunda bırakılmamız akla sığmayan bir olaydır. Kimse bu akla sığmayan olayı ortadan kaldırmaya yanaşmıyor.
Atatürk’ün temel hedefi tapınmayı öz dilimizle yerine getirmeyi isterken ve bu hususta bir çok hazırlıklar yaparken; her fani gibi O’nunda ömrü yetmemiştir.
Aslında aşağıda sunmak istediğim İstiklal Marşı şairi M. Akif Ersoy’dan dinleyelim:

“Şu bizim halkı uyandırmadadır
varsa felâh,
Hangi bir millete baksan uyanık..
çünkü sabah,
Hele biçare şeriatla nasıl
oynanıyor,
Müslümanlık bu mu yahu? diye
insan yanıyor,
Gölgesinden bile korkup bağıran
bir ödlek,
Otuzüç yıldır bizi korkuttu ŞERİAT
diyerek,
Vahdeti muhlisini, elde asa çıktı
herif,
Bir alay zabit kestirdi, Sebep
“Şeri’Şerif!”
Karı dövmüş, boşamış, “emri ilahi”
ne denir,
Bunların emin ol ki hepsi
cehalettendir.

Not: “Gölgesinden bile korkup bağıran bir ödlek, Otuzüç yıldır bizi korkuttu “ŞERİAT” diyerek,” mısralarında hedef aldığı kişi, İkinci Sultan Abdülhamid’dir.

Akif, inançla nasıl oynandığını “felâh” kurtuluşu aydınlamada görüyor. Dinin istismar edilmesinde son derece rahatsızdır.
Dünya tarihinin en uzun süreli teokratik monarşisinin reddedilmiş yaşama hakkının inkarı içinden bu yüce Cumhuriyeti Mustafa Kemal yaratmıştır.
Mustafa Kemal, hiç bir şeyi tamamladığını, hiç bir zaman iddia etmemiştir. Ardında hiç bir doğmatik miras bırakmamıştır. O, Türk Gençliği’ne inanarak, geleceğin ve devrimlerinin tamamlanmasını onlardan beklemektedir.

“Onların; yürekleri vardır, ama anlamazlar. Gözleri vardır ama göremezler. Kulakları vardır ama işitemezler. İşte bunlar hayvanlar gibi, hatta daha sapıktırlar”

(Araf suresi Ayet 179)

Aymazlık, aslında bir kafa ve ruh hastalığıdır.

“Bir adam, bir konuya başka bir şeyi hiçe sayacak kadar aşırı bir önem verirse, o adama softa demek yerinde olur”

(Bertrand Russel)

Yunus’un bir mısrasıyla yazıma son veriyorum:

“Şeriat oğlanları niçin yol keserler bana,
Hakikat deryasında bahr oldum yüzerim…”

Derleyen: Serin Gafar

▲ Cuprins ▲ İçindekiler ▲ Contents ▲

română / türkçe: · română ·
türkçe
ediţia / autorul: · ediţia ·
autorul
alegeţi:
revista tipărită:
Iulie 2005
legături: