Gülten Abdula: T.C. Bükreş Büyükelçisi Sayın Ömer Zeytinoğlu, kendinizden bahseder misiniz?
Ömer Zeytinoğlu: En zor işlerden birisi de insanın kendinden bahsetmesi olsa gerek, ancak sorduğunuza göre cevaplamam gerekiyor. Kendim bildim bileli Dışişler Bakanlığında görev yapıyorum. 1968 yılında Bakanlığa girdiğim düşünülürse, otuz yıldan fazla zaman geçmiş aradan. Bu süre zarfında değişik ülkelerde görev yaptım. Bunlar sırasıyla Almanya, Senegal, Yugoslavya, İsviçre, İtalya, Belçika’dır. 2000 yılı Eylül ayından beri Büyükelçi olarak Romanya’dayım. İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesini bitirdim. İstanbul’da Fransız Lisesini bitirdim. 1942’ de Tavşanlı’da doğdum, evliyim, iki kızım var.
G.A: Romanya’ya geldiğinizden bu yana izlenimleriniz nelerdir?
O.Z.: Romanya hakkındaki izlenimlerim çok olumludur. Şunu açıkça söyleyebilirim ki, Bükreş’te bulunmaktan çok memnunum. Bunu birinci nedeni Türkiye ile Romanya arasında her alanda mükemmel ilişkilerin mevcut olmasıdır. İkinci neden ise Romanya’nın çok güzel bir ülke olması, daha ülke içinde pek seyahat edemedim, ama gördüğüm kadarıyla tabiat cömert davranmış bu ülkeye, dağlar, ovalar, denizler, ormanlar, nehirler her şey çok güzel. İklim de çok mutedil. Bütün bunlardan başka Türkiye’ye de çok yakın. Türkiye ile Romanya arasında ortak bir sınır yok ancak, ben Romanya’yı komşu bir ülke olarak görüyorum. Karadeniz’in iki ülke arasında ortak sınırı teşkil ettiğini söyleyebiliriz. Romanya dış ilişkilerinden önceliği Avrupa Atlantik kuruluşlarıyla bütünleşmek hedefine vermiş bulunmaktadır. Bu hedefe ulaşıldığı ölçüde ülkeyi parlak bir geleceğin beklediğini düşünüyorum.
G.A.: Türkiye ile Romanya arasındaki siyasi ve ekonomik ilişkileri nelerdir?
Ö.Z.: Biraz önce de söyledim Türkiye ile Romanya arasındaki ilişkiler her alanda mükemmel düzeyde seyretmektedir. Ülkelerimiz arasında sorun yoktur. Ekonomik ve ticari alandaki ilişkiler de özellikle son on yıl içinde büyük bir gelişme göstermiştir. Türk işadamları ve girişimcilerinin bu dönem zarfında Romanya’nın gelişmesine önemli katkıda bulunduklarını görüyoruz. Bu ilişkilerin daha da geliştirilmesinin mümkün olduğunu düşünüyorum. Geçen yıl iki ülke arasındaki dış ticaret hacmi bir milyar dolar düzeyine ulaşmıştır.
G.A.: Ziyaretinizde Romanya’daki iki Türk Toplumu temsilcileriyle buluştunuz. İzlenimleriniz nelerdir?
Ö.Z.: Romanya’ya ilk geldiğimde Köstence yaptığım seyahat sırasında Romanya Türkleri Demokrat Birliği ve Romanya Müslüman Tatar Türkleri Demokrat Birliği temsilcileriyle görüştüm. Soydaşlarımızın durumlarının iyi olduğunu gördüm. Konumlarına uygun lokalleri var. Romanya ulusal azınlıklara tanınan haklar açısından ileri bir seviyede bulunduğunu biliyorum. Soydaşlarımızın bazı sorunları var, ancak bunların daha ziyade ekonomik ağırlıklı olduğunu gördüm. Ülke genelinde ekonomik koşullar düzeldikçe bunların da çözüme kavuşacağını sanıyorum. Soydaşlarımız ülkelerimiz arasında bir dostluk köprüsü oluşturmaktadır. Onların burada mutlu yaşadığını görmek bizi memnun etmektedir. Bu vesileyle Birliklerimizin yoğun işbirliği içinde olmalarının önemini vurgulamak istiyorum.
G.A.: Romanya’da verilen Türkçe eğitimini nasıl buldunuz? Bunun daha geliştirilmesi için neler yapılabilir?
Ö.Z.: Soydaşlarımıza Türkçe eğitimi verildiğini biliyorum. Ancak bu eğitimin tam olarak nasıl düzenlendiği konusunda şu ana kadar tam bir bilgi sahibi olamadım. Türkçe eğitiminin daha etkin bir şekilde düzenlenmesi.
Birliklerimiz tarafından isteniyorsa, yetkili makamlarla işbirliği halinde, bunun üzerinde durabile-ceğini düşünüyorum. Büyükelçilik olarak bizden bir katkı istenirse bunu da inceleyebiliriz.
G.A.: Kültürel faaliyetleri nasıl değerlendiriyorsunuz? Bükreş, Köstence ve Galati’de kültür merkezleri açılması konusunda ne düşünüyorsunuz?
Ö.Z.: Türkiye ve Romanya’da karşılıklı kültür merkezleri açılmasının çok yararlı olacağını inanıyorum. Esasen karşılıklı kültür merkezleri açılması amacıyla Türkiye ve Romanya arasında yapılan anlaşma yürürlüğe girmiştir. Bu konu üzerinde önümüzdeki dönemde daha yoğun bir şekilde durmamız gerekeceğini düşünüyorum. Burada da ekonomik güçlükler karşımıza çıkıyor.
G.A.: Dobruca’daki Osmanlı döneminden kalan eserleri ziyaret ettiniz mi?
Onarıma ve restorasyona muhtaç olan eserler için ne yapılabilir?
Ö.Z.: Üzülerek söylemem gerekir ki Dobruca’daki bütün eserleri henüz göremedim. Daha Babadağa’da gidemedim. Sadece Köstence ve Mecidiye’deki camileri ziyaret ettim. Ancak ilk fırsatta bölgede bulunan tüm tarihi eserleri, Osmanlı ve diğer, ziyaret etmek istiyorum. Bunlar insanlığın ortak mirasını oluşturuyor. Hiç bir ayırım yapmadan bunları yaşatmamız gerekir. Ancak eski eserlerin bakım ve onarımın kolay bir iş olmadığını da unutmamakl gerekir. Sabırla bu konuların üzerine gitmek gerektiğini düşünüyorum.
G.A.: Aşağı Tuna Avrupa Bölgesinde Türk kökenli olduğunu tanıyan (Osmanlı Anadolu Türkleri,Kırım Türkleri ve Gagauz Türkleri) ve Romanya’da yaşayan tüm Türkler ve ayrıca Romen halkı için bir mesajınız var mı?
Ö.Z.: İzinizle önce Tuna Mektupları’nın yayın hayatına başlamış olması münasetiyle sizi kutlamak istiyorum. Dergiyi inceledim. Çok beğendim. İçeriği çok zengin. Büyük bir eksikliği gidereceği anlaşılıyor. Derginin her zaman bu kaliteyi tutturmasını ve uzun ömürlü olmasını diliyorum. Balkanlar dendiği zaman hep sorunların ve olumsuzlukların akla geldiği dönemleri artık geriye bıraktığımızı düşünüyorum. Aşağa Tuna bölgesinde yaşayan soydaşlarımıza ve tüm Romen halkına barış, karşılıklı anlayış, sevgi ve saygı temenni ediyorum.
G.A. Sayın Büyükelçi biz Tuna mektupları, Romanya Türk Demokrat Birliği olarak sizlere teşekkür ederiz. Size ve ailenize sağlık ve sizlerin başarılarının mutluluk devamını temeni ederiz.
▲ Cuprins ▲ İçindekiler ▲ Contents ▲
Aramızda bulunmanız, bizim için büyük bir şeref sayılır.
Türk birliğin başkan olarak, Romanya Türklerin selamını ve saygısını sizlere getirdim.
Ana vatanımız bir dalı sayılırız ve bunun için, Türk dilimizi ve İslam dinimizi yaşatıyoruz ve koruyoruz, böyle Türk Dünyasına bözde katılıyoruz.
Türk birliği 1990 senesindev kuruldu şu anda 36 şubesi var: Tulcea, Galati, Braila ve sayır.
Romanya’nın Dobruca bölgesinde Türklerin sayısı fazla olmasından dolayı birliğimizin merkezi Köstence’de bulunuyor.
Birliğimizin maksadı:Türk dilimizi, İslam dinimizi, Türk geleneklerimizi, dini inançlarımızı kaybetmemek, korumak, yaşatmak, bunlar için savaşmak.
Romen vatandaşları olsakta, okullarımızda Türk dili ve İslam dini dersleri yapılıyor.
Mecidiye Edebiyat ve İlahiyat „Mustafa Kemal Atatürk“ lisesinin açılmasına, aynı zamanda Babadağa camiyasının restaure edilmesine yeniden Türkiye’ye borçlu olduğumuzu biliyoruz. Türkiye’den gönderilen kitaplar için,Türkiye’de yüksek okullarını devam edenler adına, verilen burslar için teşekkür ediyoruz.
Birliğimizin faaliyetleri geniş: „HAKSES“ ve „GENÇ NESİL“ gazetelerimizin sayfalarında, örf, adet, gelenek, eğitim, kültür, sosyal alanlarından bilgiler yayınlanıyor. Eğitim, kültür, din, sosyal ve finans komisyonları faaliyetlerine devaam ediyorlar.
Hafta’da bir gün, Köstence Radiyo’sunda yarım saat Türkçe sunuluyor.
Romanya’da yaşıyoruz, Romen halkı ile ilişkilerimiz anlaayışlı, kardeşlik, arkadaşlık ve karşılıklı saygı içinde hayatımızı sürdürüyoruz. Bu haklar için Romen devletine teşekkür ediyoruz.
Bükreş’te görevini yapan sayın Büyükelçimize, Köstence’de bulunan sayın Başkonsolosluğumuza, her zaman yanımızda bulundukları için teşekkür ediyoruz.
Saygılarımla, teşekkür ediyorum.
Türk Birliği Başkanı, Murat Asan – 22.06.2001
Aflat într-o vizită de lucru în România, preşedintele Turciei a avut trecut în agendă şi o vizită în municipiul Constanţa. După ce a văzut obiectivele de interes economic, din zonă, a dorit să aibă o întâlnire cu oamenii de afaceri turci şi cu reprezentanţii celor două uniuni; turcă şi tătară. Întâlnirea de la Cazinou unde au decurs întrevederile s-a desfăşurat într-o atmosferă caldă. Preşedintele U.D.T.R. Murat Asan a punctat viaţa şi activitatea comunitară, învăţământul în limba maternă, turcă, precum şi starea socială precară, încercând să găsească modalităţi de colaborare pentru ridicarea nivelului de trai din această zonă.
La deplasarea pe care delegaţia turcă a făcut-o la moscheia Hunkar, aceştia au fost întâmpinaţi de copiii turci şi tătari care au înmânat buchete de flori, iar Preşedintele Turciei şi soţia acestuia au cântat, împreună cu copiii din grupul “Fidanlar“, imnul oraşului ANKARA.
A consemnat Gulten Abdulla
▲ Cuprins ▲ İçindekiler ▲ Contents ▲
Charles Sir Ryan, Türk ordusunda, operatör binbaşı olarak hizmet eden, IV. Osmanı, IV. Mecidi görmüş, Plevne ve Harb Madalyası kazanan Avustralyalı (Melbourne’lü) bir doktordur. 93 Harbi (1877-78 Türk-Rus Savaşı) sırasında önce Plevne, sonra Erzurum’da hizmet etmiştir. Sonradan General Sir Charles Ryan olmuş, Avrupa’daki (Fransa) Avustralya kuvvetleri başhekimi olarak (1918) Birinci Cihan Harbi’ne katıldığı zaman, hususi müsaade ile, düşman Türkiye’nin Plevne madalyasını göğsüne taşımaya devam etmiş, gençliğinden beri yalnız bu medalyayı bir an göğüsünden çıkarmamıştır. En övündüğü madalya idi. 23 Ekim 1926’da Melbourne’deki evinde öldü. Evinin bahçesi, tohumlarını Plevne’den getirdiği çiçek ve bitkilerle doluydu. Türk askerinin vasıfları hakkında şöyle der:
“Plevne’de Osman Paşa’nın kumandası altında savaşmış askerden daha cesur bir askerin Avrupa kıtasında bulunmadığına eminim. Her gün gördüğümüz Türk askerinin muhteşem vücudunun ve gürbüz bünyesinin başlıca iki sebebi olduğuna inanıyorum: Birincisi, Türk er asla alkole elini sürmez. İkincisi, Türk içtimai hayati ve kadınlar üzerinde mevcüd olan şiddetli himaye ve vesayet, onları,başka Avrupa milletlerine tesir etmiş olan korkunç zührevi hastalıklardan korumuştur
Ameliyat yaptığım asker, diz kapağı, bir top mermisiyle parçalanmış olduğu halde Aleksinaç’tan getirilmiş bir Türk piyade eri idi. Er, kloroform ile bayıltılmak istemedi. İbtal edici bir ilaç almaksızın, ameliyat sırasında sesini bile çıkarmadı. İş bitinceye kadar elindeki sigarasını içmeye devam etti. Hastahaneyi idare eden Türk yüzbaşısı, yaralıların künyeleri yazılı bir defterle ameliyat sırasında geldi. Ben erin kesilmiş bacağının derisini kalan kısma kaplayıp dikerken er, yüzbaşının sorduklarına sükuntle ve ameliyatı duymuyormuş gibi cevap verdi. Bu, hayretlere değer bir tahammül ve metanet gösterisi idi. Pek yakında Rus süngüleri üstüne o derece muhteşem bir şecaatle atılışlarını görecek olduğum askerin, ne değerde adamlar olduğunun parlak bir örneği idi
Niş’te Mehmed Ali Bey adında bir Türk binbaşısı tanıdım. Aleksinaç üzerine son Türk taarruzunda 7 Sırplı’yı kılıcıyle öldürmüştü. Ben bütün hayatımda bu kadar muhteşem bir vücüde rastlamadım. Bu subay, son derecede yakışıklı olduktan başka, insanı şaşırtan bir beden düzgünlüğüne ve kuvvetine sahipti. Ona tesadüfümden 3 gün önce öyle bir kahramanlık göstermişti ki, Niş’te herkesin dilindeydi:
Başkumandan Abdülkerim Nadir Paşa, bir sabah cepheyi teftiş ederken, karşısındaki asi Sırb askerinden bir esır almak istemişti. Paşanın sözünü işiten Mehmed Ali Bey, atını ileri sürdü; başkumandanı selamlıyarak bir esir almak için iznini istedi. Abdülkerim Paşa hayret ederek izni verdi. Mehmed Ali Bey, tek söz söylemeksizin atına bir çark yaptırdı. Üzengileri hayvanın böğrüne saplıyarak Türkler’in önünden geçti. En yakında bulunan Sırb ileri karakol erinin bulunduğu yere doğru fırladı. Mehmed Ali Bey dört nala ilerledi. Sırb hatlarına yaklaşırken, altı yedi tüfek patladı. Sırb ileri karakolları, onu at üzerinde vurup düşürmek ümidiyle ateş açımışlardı. Fakat atını zigzag süren Mehmed Ali Bey. dört nala ilerledi. Sırb nöbetçisi tüfeğini bu pervasız süvarinin üzerine boş yere boşalttı. Kurşunu bitince de içeriye doğru kaçmaya başladı. Mehmed Ali Bey, Sırb erinin üzerine, serçeye hücum eden bir şahin gibi süzüldü. Eğerin üzerinden eğildi. Sırb’ı demir pençesiyle yakasından kavradı. Kendisini hiç sakınmadan herifi kaldırıp eğerinin üzerine,kendi önüne attı. Atının boynuna doğru eğilerek düşman kurşunlarından korunuyordu. Kurşanu bitince de içeriye doğru kaçmıya başladı. mehmed Ali Bey, Sırb erinin üzerine, serçeye hücum eden bir şahin gibi süzüldü. Eğerin üzernden eğeldi. Sırb’ı demir pençesiyle yakasından kavradı. Kendisini hiç sakınmadan herifi kaldırıp eğerinin üyerine, kendi önüne attı. Atının boynuna doğru eğilerek düşman kurşunlarından korunuyordu. kurşun ıslıkları arasında dört nala geriye döndü. Şaşırıp kalmış esiri Türkler’in sevinç gösterileri arasında başkumandanın önünde yere bıraktı. bu fevkalade kahramanlığı yapan Türk kurmay binbaşısı Mehmed Ali Bey, sonra Lom’a gitti. Müşir Mehmed Ali Paşa’nın kurmay hey’etine dahil oldu. Avrupa’nın en iyi süvarı kumandanı sayılan Ingiliz Generali Baker de Mehmed Ali Paşa’ya tanınmıştır. Kitabında ondan ideal bir asker ( beau ideal of a soldier) diye bahseder, fevkalade zeki ve bilgili bir subay olduğunu söyler. Mehmed Ali Bey’ in içgüdüsü de hayrete şayandı. Düşmanın ne harekette bulunacağını önceden anlayıp, ona göre taktik değiştiriyordu
Gazi Osman Paşa: “Oğlum, dedi; bir asker ne zaman uyuyabilirse, o zaman uyur, çünkü bir daha nerede ve ne zaman uyuma fırsatı bulabileceği belli değildir.
Plevne’ye gidiyorduk: 1.700 kişilik Türk ileri birliği bu gece yürüyüşe geçti. Son hızla ilerliyerek Plevne mevzilerini tutması emri verilmişti. Osman Paşa önce Plevne’ye değil, Niğbolu’ya gitmek istiyordu. Fakat Niğbolu’nun düştüğünü telgrafla haber alınca vaz geçti. Bunun üzerine Velçiderma köyünde idik ki, 69 mil mesafede bulunan Plevne’ye değil, Niğbolu’ya gitmeye karar verdi. Oh! Bu yürüyüşün hiç değişmiyen korkunçluğu ve meşakkati nasıl dile getirilebilir?
Yeniden yola çıkmak emrini aldığımız zaman, zaten ölü gibi yorgunduk. Asker bütün gece, önünü ardını görmeden karanlıklar içinde düşe kalka yürüyordu. Yakınlarda bulunması muhtemel Rus keşif birliklerine mevcudiyetimizi sezdirmemek için değil, Türkü söylemek, fısıltıyla konuşmak bile yasak edilmişti. En ileride giden alay, uykusuz, ayakları yaralanmış, açlıktan hasta ve susuzluktan baygın haldeydi.
“Ertesi akşam asker o kadar yorulmuştu ki, açık ovada iki saatlik mola vermek mecburiyetinde kaldık. Bunu yapmasa idik, askerin artık yürüme imkanı kalmamıştı
ertesi gün güneş vurmasından 6 kişi kaybettik
Adeta hiç su içmiyorduk. Askerin çektiği azab korkunçtu. bir çok erin ayak derileri soyulmuş, kızıl bir et parçası haline gelmişti. Böylesine cebrı bir yürüyüştü. Ayaklarında çarık olan erlerin durumu daha iyiydi. Fakat ayakkabılı olanların ayaklarında hayır kalmamıştı. Yürüyüşün korkunçluğu üzerine fazla şey söylemek istemem: En önde giden alay 1 700 kişi olarak yürüyüşe başlamıştı, Plevne’ye varıldığı zaman 1 300 kişi kalmıştı. 400 kişi Plevne yolunda dökülüp kalmış, arkadan gelen ana kuvvetin arabaları tarafından yollardan toplanmıştı. Osman Paşa’nın tek gayesi vardı ve bu gayeye ulaşmak için yapmıyacağı şey yoktu: Bir vakit önce, Ruslar ele geçirmeden, Plevne’ye erişmiş
O akşam İsker deresini atladık. Su, askerin omuzlarına kadar yükseliyordu. Tüfekli ellerini havaya kaldırarak asker, dereyi böyle geçti. ben, önde giden alayda idim. En büyük ızdırabı çeken birlikte
Ah bu Vidin-Plevne yürüyüştü!
Vidin’den çıktığımızın 6. günü idi ve 120 mil yol yürümüştük. bunun son 70 milini 3 gece ve 2 gün içinde adeta hiç durmadan yürümüştük. Askeri tarihin kaydettiği en büyük cebri yürüyüştü. bu yürüyeşte asker, günde yalnız iki peksimet yemişti ve su, çok azdı. her erin sırtında bir tüfek,70 fişek ve tam teçhizat vardı. Teçhizatını – yürüyüşte kolaylıksağlamak için- bırakmanın cezası – kurşuna dizilmekti. Osman Paşa’nın emri bu idi. 6. günün sonu ve askerin hepsi hala güleryüzlü idi. Temmuzun 18. gününün sabahı Vid deresi üzerindeki köprüden geçmiye başladık. 3 mil uzakta artık Plevne’nin narin minareleri görünüyordu. tek adım atacak takat kalmamıştı. Köprüyü geçen, yerlere seriliyordu. Bir müddet dinledik. Plevne’de 3 taburluk bir piyade alayı ile sair birlikler bizi bekliyordu. Plevne kumandanı Atif Paşa, emri altında bulunduğu Osman Paşa’nın ilk alayının şehre girişini heyecanla bekliyordu. İlk alay girince müsterih oldu. Artık ruslar’ın taarruzla plevne’yi düşürmesi zorlaşmış ve büyük kuvvetlere ihtiyaç gösterir hale gelmişti. 18 temmuz günü saat on birde Plevne’ye girdim. Doğru bir hana inip bir türk hamamı yaptım
”
“Plevne, askeri birlikler hariç, 17 000 nüfuslu küçük bir şehirdir. 8 camii ve 2 ortodoks kilisesi vardır. Türk imparatorluğunda bir kaza merkezidir
Bu küçük mevkıin adını bu savaştan önce kimse işitmemişti. Von Moltke’nin türk imparatorluğunun savunma durumunu inceliyen kitabında bile Türk kaleleri arasında adı geçmez. zira gerçekte Pevne’de kale yoktur. toprak tabyalar vardır. bugün ise Plevne adını bütün dünyada okul çocukları bile bilmektedir. bütün dünyada bu adın söylenmesi, vatan savunmasının ne demek olduğunu hatırlatmakta ve her duyanın tüylerini ürpertmektedir
“Bu sırada Niğbolu’yu ele geçiren ruslar, hızla plevne’ye doğru akıyorlardı. Bunu haber aldığı içindir ki Gazi Osman Paşa, bize bu korkunç cebrı yürüyüşü yaptırmıştı. Vidin ve Sofya, Türkler’in elinde olduğu için, kuzeybatı tamamen Türkler’e açıktı. Saat birde ilk Rus topunun sesi, Plevne’de duyuldu. Türk bataryaları hemen karşılık verdi. Osman Paşa’nın acelesinin ne kadar haklı sebeplere dayandığı ortaya çıktı
(devam edecektir)
▲ Cuprins ▲ İçindekiler ▲ Contents ▲
G.A. Domnule Ambasador, Ömer Zeytinoğlu, vă rog să vă prezentaţi cititorilor noştri.
Ö.Z. Cel mai greu lucru este să vorbeşti despre tine. Pentru că m-aţi rugat, am să încerc să vă răspund. De când mă ştiu, am lucrat în cadrul Ministerului de Externe din Turcia.Dacă mă gândesc bine, din 1968 până în prezent,de peste treizeci de ani, sunt un slujbaş al ministerului. In această perioadă am îndeplinit funcţii diplomatice în Germania, Senegal, Yugoslavia, Elveţia, Italia şi Belgia. Din septembrie 2000, am fost numit ambasador în România. Sunt absolvent al Facultăţii de Drept din cadrul Universităţii Istanbul. Tot în acest oraş am urmat şi cursurile liceale, la Liceul Francez. Sunt născut în anul 1942,în localitatea Tavşanli. Sunt căsătorit şi am două fete.
G.A. De când aţi fost numit ambasador în România, cum v-aţi acomodat?
Ö.Z. Pot spune că m-am acomodat foarte repede, iar impresiile mele despre România sunt din cele mai bune. Mă simt minunat la Bucureşti, iar acest sentiment se datorează în bună parte relaţiilor de prietenie şi cooperare dintre ţările noastre. În al doilea rând, frumuseţea acestei ţări m-a fascinat. Nu am avut timp să vizitez multe locuri, dar ceea ce am văzut mi-a fost de ajuns să constat că, natura a încununat, această ţară, din belşug, cu tot ce poate avea ea mai frumos; munţi, cîmpii, mare, păduri, râuri şi izvoare. Şi clima este blândă. Mai este un lucru, vecinătatea celor două ţări. România şi Turcia nu sunt la graniţă, dar, eu, consider România o ţară vecină, graniţa fiind Marea Neagră, cea care ne uneşte. Văd că România luptă să intre în toate structurile Euro-Atlantice. Şi când va ajunge să-şi vadă visul împlinit, sunt convins, că această ţară va deveni o stea strălucitoare.
G.A. Care sunt relaţiile politice şi economice actuale dintre Turcia şi România?
Ö.Z. După cum v-am spus mai devreme, relaţiile dintre Turcia şi România, în toate domeniile, sunt dintre cele mai bune. Între ţările noastre nu există conflicte de nici un fel.
In sectorul economic, cel puţin în ultimii zece ani, s-a observat un progres destul de mare,iar cifra economică a crescut. Mulţi oameni de afaceri, cu potenţial financiar mare, au venit să investească în România. Mă gândesc că s-ar putea şi mai mult. Anul trecut, potenţialul economic dintre cele două ţări, s-a ridicat la suma de un miliard de dolari.
G.A. Ştiu că în vizitele de lucru v-aţi întâlnit şi cu reprezentanţii celor două comunităţi, turce şi tătare. Care vă sunt impresiile?
Ö.Z. In prima mea vizită la Constanţa am vizitat sediile centrale ale celor două uniuni; Uniunea Democrată Turcă din România şi Uniunea Democrată a Tătarilor Turco-Musulmani din România. Am cunoscut oamenii care muncesc pentru promovarea identităţii lor. Mi-a făcut plşcere să-i cunosc la ei acasă. Mi-au plăcut sediile lor. România acordă o atenţie deosebită etniilor. Din discuţiile avute, am văzut că etnicii noştri o duc greu din punct de vedere economic. Economia a afectat nu numai pe etnicii noştrii. E greu, peste tot. Dar, odată cu stabilizarea situaţiei economice, în România, se vor rezolva şi problemele sociale. Turcii din România sunt, pentru ţările noastre, podul de legătură, podul de prietenie.Dacă ei sunt mulţumiţi şi fericiţi şi noi suntem la fel.Cu această ocazie doresc să spun că cele două uniuni au o mare răspundere pentru prosperitatea etniei noastre.
G.A. Cum aţi găsit predarea limbii materne, turce, în şcoli? Ce mai trebuie făcut în acest sens?
O.Z. Ştiu că etnicii noştrii învaţă limba maternă, turcă. Dar, până în prezent, nu am date concrete despre cum se desfăşoară predarea limbii materne, în şcolile din România. Dacă cele două Uniuni doresc ca învăţământul în limba turcă să fie mai perfomant, este bine să se păstreze legătura cu forurile oficiale de specialitate. Dacă ni se va cere şi nouă sprijin, suntem gata să-l oferim.
G.A. Sunteţi o persoană preocupată şi de latura culturală. Deschiderea unor centre culturale la Bucureşti, Constanţa şi Galaţi, cum este privită?
Ö.Z. Sunt convins că, deschiderea reciprocă a centrelor de cultură atât în Turcia cât şi în România, va fi binevenită.
De fapt, în vederea realizării acestui deziderat, s-au început deja tratativele. Ar trebui să dăm o mai mare atenţie acestui act cultural, de mare importanţă. Din păcate şi aici ne lovim de puterea economică scăzută şi de birocraţie multă.
G.A. Aţi vizitat locurile din Dobrogea care păstrează urmele culturii turceşti. Ce credeţi că se poate face în vederea restaurării obiectivelor culturale turceşti ?
Ö.Z. Cu părere de rău, pot spune că nu am avut timp să merg prin Dobrogea. Nu am ajuns nici la Babadag. Am fost doar la Constanţa şi Medgidia, prilej cu care am vizitat geamiile din zonă. Mi-am propus să fac un drum pe la toate aceste lăcaşuri de cult şi pe la toate localităţiile care păstrează urmele culturii turce din perioada otomană. Ele sunt bogăţia noastră. Despre restaurare şi reparaţii este nevoie de timp şi răbdare.
G.A. Aveţi un mesaj de transmis turcilor de la Dunărea de Jos,din Dobrogea, din ţără şi întregului popor român?
Ö.Z. Când spunem Balcani ne ducem cu gândul la strămoşi, la amintiri rămase acum, undeva, în urmă. Mi-aţi cerut un mesaj. Pentru toţi locuitorii de la Dunărea de Jos, întregului popor român şi consangvinilor noştri le doresc pace, respect, înţelegere, prietenie, şi iubire reciprocă.
La despărţire, am dorit să transmit domnului Ambasador şi întregului popor turc aceleaşi sentimente de bine, sănătate, viaţă lungă şi prosperitate.
▲ Cuprins ▲ İçindekiler ▲ Contents ▲
Millet deyince; aralarında dil, kültür, soy, tarih, ülkü (ideal) ve kader birliği ve ortaklığı bulunan ve bunun böyle olduğuna inanan, böylece bunun şuurunu taşıyan insan topluluğunu anlıyoruz. Buna inanmaları, bunu kavramaları ve anlamaları ile de milletler, kendilerine göre değerleri, kendilerine göre kanun ve yapıları olan birer birlik, birer bütünlük taşırlar. Bu anlayışta, her millet bir ferdiyettir (kişiliktir). Her milletin kendine göre bir kişiliği vardır. Nasıl ki kişileri birbirinden ayıran birtakım özellikleri ve karakter yapıları varsa, milletleri de diğer milletlerden ayıran özellikleri karakter yapıları vardır. Bu karakter de o milletin sanatında, müziğinde, edebiyatında, törelerinde, dünya ve olaylara bakış açılarında ve bariz olarak da dilinde kendini gösterir.
Hiç şüphesiz, milleti meydana getiren unsurların en önemlileri din ve dil’dir. Ünlü Çinli düşünür Konficius’a göre bir milleti ortadan kaldırmak istiyorsanız, onun dilini ortadan kaldırmak yeterlidir. Çünkü bir milleti millet yapan onun benliğini duyması, yaşaması, bunu ortaya koyup imkanlarını gerçekleştirmesi olduğuna göre, bu benliği en temiz, en saf şekliyle dilde bulabiliriz. Bir milletin dilinde, o milletin bütün bir hayatının özü saklıdır. Gelmiş-geçmiş nesiller, varlık karşısındaki duruşları, düşünce ve duygularını, yorumlamarını, değer ve mana vermelerini söz ve yazı ile dilde göstermişler, dondurup kalıplaştırmışlardır.
Biz, bugün Türkçe’yi kullanırken bizden önceki Türk nesillerinin işledikleri düşünce kalıplarının hazır olarak bunu kullanıyoruz, kullanırken de bunların içindeki mana ve değer vermeler bizim de düşüncemizi şekillendiriyor. Böylece dil, nesilleri birbirine bağlamak vazifesini yapıyor. Bu işi yapmakla, millet birliğini kuran baş faktör oluyor. Çünkü millet, sadece yaşayanların beraberliği, birliği değil; yaşamış olanların ve yaşaycakların da birliğidir. Nesiller arasındaki bağı kuran da, dil birliğidir. Bu dille ifade edilmiş destanlarda, masallarda, şiirlerde nesiller birleşir; birlikte gurur duyar, birlikte sevinir, birlikte üzülürler.
Ama, ne yazık ki Dobruca’da gençlerin bir çoğu kendi ana dilini konuşmuyorlar veya konuşamıyorlar. Bunun nedenini sorduğumuzda da, ya ana dilini kaba bulduklarını, ya da Romanya’da yaşadıklarını, bu sebeple Romence konuşmaları gerektiğini söylüyorlar.
Böyle düşünen genç arkadaşlarım, kendi ana dillerini çok iyi bilmediklerinden, Türkçe’deki ses uyumunun (armoni) ve ahenginin, akıcılığının farkına varamamışlardır.
Romanya’da yaşadıkları sebebine gelince
Romanya demokratik bir ülke ve hiç kimseye Romence konuşmadığı için baskı yapılmıyor. Romen’lerin bulunduğu bir ortamda Romence konuşulabilir; ama tamamen müslüman gençlerden oluşan bir ortamda, ana dil ile konuşulmalıdır. Çünkü dil, kimliğin (milliyetin) bir belgesidir.
Dobruca’da yaşıyan Tatar Türkleri ve Türkler bir kominizm döneminden geçmişlerdir. Buna rağmen insanlar: “Ben Tatar’ım, ben Türk’üm, ben Müslümanım!” diyebiliyorlarsa, bunun tek sebebi, ana dillerini unutmamış olmalarıdır.
Ama gözlemlediğim bir gerçek var ki; gençler ve orta yaşlılar, Tatar Türkçesi’ni veya Türkçe’yi yaşlılar kadar bilmiyor. Bu ana dilini kaba bulma anlayışı devam edecek olursa, yeni nesil Tatarlığı veya Türklüğü kaba bulacak ve ileride, Allah korusun, Dobruca’da Tatarlık ve Türklük, dolayısıyla müslümanlık yok olacaktır.
İşte okulumuz Mecidiye “Kemal Atatürk” İlahiyat ve Pedagoji Lisesi, Dobruca’da ve Romanya’da Türklüğün ve İslamiyet’in devam etmesi gibi yüce bir maksatla açılmış bir okuldur ve mezunlarımız din ve dil eğitiminde “gönüllü ordusu” nun birer neferleridir.
MEHMET KIRMIZIGÜL – Türkçe öğretmeni
▲ Cuprins ▲ İçindekiler ▲ Contents ▲
Mecidiye Semineri mezunları çeşitli alanlarda faaliyet göstererek içinde yaşadıkları topluma rehberlik etmişlerdir. İşte onların bazıları: Mehmet Niyazi, şair, gazeteci ve ünlü öğretmenlerden birisidir. İsmail Ziyaettin, mühendis şair, yazar, sözlük ve okul kitapları yazarı, folklorist ve imam; İbrahim Themo, doktor, sosyal haklar için mücadele eden savaşçı, Romanya’daki Jön Türklerin lideri ve Evrensel Romence-Türkçe Sözlüğü (1930) yazarı; Yusuf İsa Halim, şair, gazeteci 1935-1948 yılları arasındaki Tatar topluluğunun manevi lideri; Necip Hacı Fazıl, Azaplar Köyü’ndeki Tatar Kültür Birliği’nin kurucusu. şair ve tiyatro oyun yazarı olan Necip Hacı Fazıl, Stalin taraftarlarınca fikirlerinden dolayı şehit edilmiştir. Medrese bunlar gibi çok ünlü şahsiyetler yetiştirmiştir.
Romanya devleti bağımsızlığına kavuştuktan sonra göreve atanan müftülerin çoğu bu medrese mezunudurlar. Bu medreseden mezun olup Romen devletinde müftü olarak görev yapan şahsiyetler şunlardır: Hüseyin Müjdeba, Kadir Halil, Nuri Resul, Abdurrahim şuayip Bolat, Septar Sadık şuayıp, Mustafa Kurt Ahmet, İbrahim Sadık, Reşit Seyt Veli, Mitat Rıfat, Mehmet Yakup, İbrahim Abdulhakim, Osman Necat ve günümüz müftüsü Bağış şangirai’dır. Ünlü eğitim ve kültür yuvası, Mecidiye Medresesi mezunu olan kuşaklar da bunlara katıldılar.
▲ Cuprins ▲ İçindekiler ▲ Contents ▲
▲ Cuprins ▲ İçindekiler ▲ Contents ▲
Mustafa ÇALIŞKAN T.C. Köstence Başkansolosluğu
Yüce Allah, insanları başı boş olarak yaratmamış, dünya ve Ahirette mutlu olmalarını sağlayacak yolları gösteren kitapları peygamberleri aracılığı ile göndermiştir. Bu kitaplarda Allah’ın emirleri ve yasakları bildirilmiştir. Allah tarafından peygamberlerine gönderilen kitapların bazıları küçük kitaplardır. Bunlara sahifeler anlamına gelen “Suhuf” denilmektedir. Bunların toplamı 100’dür. Diğerlerine de “Dört Büyük Kitap” denir.
Adem (a.s.)’a 10 sahife, Şit (a.s.)’a 50 sahife, İdris (a.s.)’a 30 sahife ve İbrahim (a.s.)’a 10 sahife Allah tarafından gönderilmiştir. Büyük Kitaplar ise, Zebur, Davud (a.s.)’a, Tevrat, Musa (a.s.)’a, İncil, İsa (a.s.)’a ve Kur’an-ı Kerim de Hz. Muhammed (a.s.)’a gönderilmiştir.
Müslüman olarak, peygamberlere gönderilen bu kitapların tamamına inanırız. Ancak, Kur’an-ı Kerim’den başka diğer kitaplar sonradan bozulmuş ve bir takım değişikliklere uğramıştır. Bunun için o kitapların bozulmuş şekline değil peygamberlere gönderilen şekline inanmamız gerekir.
Kur’an-ı Kerim, peygamber Efendimize indirildiği gibi titizlikle korunmuş ve hiç bir değişikliğe uğramadan günümüze kadar gelmiştir. Bu şekliyle kıyamete kadar da devam edecektir.
Kur’an-ı Kerimi’i diğer ilâhî mikaplardan ayıran ve üstün kılan birçok özellikleri vardır. Bun özeliklerden bazıları özetle şöyledir:
Kur’an-ı Kerim’in bir kısmı Mekke’de Peygamberimize indirilmiş, bir bölümü de hicretten sonra Medine’de indirilmiştir. Meke’de inen sūrelere Mekkî, Medine’de indirilen sūrelere de Medenî denir. Buna göre, 114 sūreden 87’si Mekke’de, 27’si de Medine’de nazil olmuştur. Bir sūrenin nerede indirildiği sūrenin baş kısmında ismiyle beraber yazılmıştır..
Kur’an-ı Kerim’in âyetleri Peygamber Efendimize indirildiği zaman Peygamberimiz ve Müslümanlar tarafından ezberlenirken, diğer taraftan da Peygamberimizin emriyle vahiy katipleri tarafından da yazılıyordu. Bu sırada Kur’an ayetleri ince taşlar, kürek kemikleri, hurma dalları ve deriler üzerine yazılıyordu. Çünkü o zaman henüz kağıt yoktu. Peygamberimiz hayatta iken inen âyetlerin doğru yazılıp yazılmadığını kontrol etmek için âyetleri okuyor ve yazılanları vahiy katiplerine de okutturuyordu. Böylece de Kur’an-ı Kerim Peygamberimiz hayatta iken yazılma ve ezberlenme suretiyle korunmuştu.
Hz. Ebu Bekir’in halifeliği zamanında meydana gelen Yemame harbinde 70 kadar hafız şehit olmuştu. Bunun üzerine Halife, Vahiy Katiplerinden Zeyd bin Sabit’in başkanlığında bir komisyon kurdu. Bu komisyon gerek vahiy katiplerinin yazdıklarına ve gerekse Kur’an-ı ezberlemiş olanların hafızalarına başvurarak, büyük bir dikkat ve titizlikle Kur’an-ı bir Mushaf halinde toplayıp yazmıştır. Bu nüsha, asıl nüsha olarak Halife’nin yanında korunmuştur. Daha sonra da Halife Hz. Osman döneminde asıl nüsha esas alınarak, yedi nüsha kadar çoğaltılmış ve büyük merkezlere gönderilmiştir.
Böylece de, Kur’an-ı Kerim her hangi bir değişikliğe uğramadan bugüne kadar gelmiştir. Zira Cenab-ı Hak, bir âyette mealen; “Doğrusu Kur’an-ı Biz indirdik, O’nun koruyucusu da biziz” buyurmuştur (Hicr Sūresi, Âyet:9).
Pagină realizată de prof. Ervin Ibraim
▲ Cuprins ▲ İçindekiler ▲ Contents ▲
Milli Edebiyat Devrinin (1911- 1923) vatan- millet ve sevda temlerini iftiva eden siirlerinden kendine has bir samimiyet ve orijinalite bulunan ilk kadın sairi, İhsan Hanım’dır. Kendisi 1877 yılında Beyrut’ta vezir Raif Paşa’nın en büyük kızı olarak dünyaya gelmiş.İhsan Raif hanım dört yaşında iken İstanbul’a gelir. Ilim ve terbiyenin kıymetini pek iyi bilen pederi, ailenin erkek çocuklarını Avrupa’da tahsil ettirirken, İhsan Hanım’a da hususi olarak, hocalardan ders aldırır; çünkü, İhsan Hanım babası ile sürekli dolaştığı için resmi mekteplerde okuyamamıştır. Buna rağmen yetişmesi ehliyetli hocalarının sayesinde mükemmel olmuştur.
Adana’da Danyal Efendi’den, İstanbul’da Nişantaşı’nda bulundukları sırada Sadık Paşa’dan ve Tevfik Lami Bey’den ders alır. Fransızcayı, Batı ve Türk musikisini ve çok mükemmel derecede piyano çalmayı öğrenmistir. İhsan Hanım Filozof Rıza Tevfik Bey’den de ders alır. Rıza Tevfik Bey,ailenin egitim- ögretim vazifesini uzun yıllar üstelenmiş, yakın bir aile dostudur. İhsan Hanım- edebiyata ve musikiye olan isdidadı erken yaşlarda keşfedilmiş- geliştirilmiştir. Güzel sesli- güzel okuyan bir kadın olarak tanınmıştır. İhsan Raif Hanımın- şiirleri dergilerde yayınlanmadan evvel, Hilal-i ahmer (Kızılay) cemiyetinin gönüllü hemşirleri arasında yeralır. O, memleketin çektiği mezalimi yakından görmüş,yaralı askerlerine bakıp, hizmet etmiştir. Hilal-ı Ahmer için yazmış olduğu şiirler bu bakımdan dikkate değerdir.
„Medeniler!“ ayaklanmış, cana kana susamış.
Zümrüd gibi dağlarımızı al kanlara boyamış.
Yakıb yıkmak, kesip biçmek, illetine uğramış
Kadın erkek çoluk çocuk rast geleni doğarmış.
Medeniyet dersini Dedovis duvarjer’den almış,
Kuduz köpek kesilmişler her tarafa salmıslar,
Bu haydudlar! kasaba, eve, köye, dalmışlar,
Altın, inci, ırz ve namus ne var ne yok çalmışlar,
Kazma,kürek, orak, toprak hep bir yana atılmış.
Islamların aslarına zehir, zakkum katılmış.
Ocakları tütmez olmuş, yuvaları dağılmış.
Kara bahtılı analardan, kanla irin sağılmış.
Yurdsuz kalsın, yerimizi yurdumuzu basanlar.
Yere batsın, evimizi köyümüzü soyanlar.
Tek onluğa taklak kılan, kalpak tutan çobanlar;
İnleyerek can versinler, hain vahşi hayvanlar.
Yalan sıgmaz ulu Türk’ün iman dolu sözüne
„Hak“ tükürsün, yalancının iki yüzlü yüzüne.
Bilmem neden? Diken olduk biz hepsinin gözüne
.
Selam size, ey muhterem, ey kahraman askerler!
Helal olsun anaların, verdikler, emekler.
Açık olsun taliiniz, ikbaliniz, yolunuz,
Nisane-i zafer saçsın, hep sağınız solunuz.
Her silaha sarıldıkça, kuvvet bulsun kolunuz,
Ana, baba, vatan diyor: Yaşayın, var olunuz!
.
(EY EHL-I ISLAM / Muhterem Askerlerimize Hediye; 1912)
İhsan Hanım kadınların yetişmesine, eğitilmesine büyük bir önem vermiştir. 1908 yılında II. Meşrutiyet’in sağladığı hür ortamda birçok kadın haraketleri görülmeye başlanmıştır. Özellikle kadınlar için ayrı bir Darülfünun açılması istenmektedir. Birçok hanım muharrir bu fikri savunur. Bu muharrir hanımların arasında İhsan Raif Hanım da vardır.
İhsan Hanımın’ın hayatı boyunca etkili olan hususları:
Neden gülmesin gül gibi yüzler;
Niçin ağlasın o güzel gözler,
Niye sevgiye sevimsiz sözler,
Söylenir diye şaşar ağlarım.
Şu gördüğümüz rengarenk çiçek,
Sevdalı bülbül,arı kelebek,
Yekdigerini bırakıp gidecek:
Vefasızlığa bakar ağlarım.
Solmasın dursun sünbülüm,gülüm;
Yarın elimden alacak ölüm;
Bütün dünyayı inletse ünüm;
Çaresizlikten coşar ağlarım.
Nes’e gizlenir çöker bir melal;
Her vucud, her şey mahkum zeval,
Son nefese kadar tükenmez cidal.
Tükenmez derdim şaşar ağlarım.
Aklım ermiyor of, ne haldir bu!
Yaşamak için derd,mihnet kaygu;
Bir zevke bedel bin acı duygu!
Duygusuz felek sorar ağlarım.
Zalimler ceza görmeli elbet.
Mazlumlar niçin çeksinler zahmet?
Hak çiğneniyor, nedir bu hikmet?
Haksızlıklara yanar ağlarım.
NOT: Bu hafif müzik tarzında, Erol BÜYÜKBURÇ
tarafından bestelenmis olup halen radyo ve televizyonda söylenmektedir
Ey, “Loti“, ey garbın büyük sairi,
Türklere edilen zulmü isitdin;
Lanetler okurken bize herbiri,
Sen Türkün askını terennüm ettin.
Garbdan yükselerek ta şarka kadar
Türklerin aşkıyla yükseldi sesin;
Milletin inleyen hasta, bı medar,
Ruhunda ne hisler yakdı nefesin.
Ömrümde ilk def’a beşer önünde
Bir his-i minnetle egildi basım,
Seninle dolu idi o günkü günde;
Hürmetle gözümden süzülen yaşım.
Sen Türkün gönlünde gezdin dolaştın;
Safvettir açtıgı çiçegin adı;
Masumdur gülleri bu viran bağın
Bilmem ki baht ile kimler oynadı?
Piyer Loti, Türkün sadık muhibbi,
Bizler için kalbin böyle çarpdıkça,
Seni candan seven Türk gönlü gibi,
Alemde her sey yar olsun sana.
İsteyib dilerim her akşam,sabah,
Her günden iyi gör her bir yarını,
Sevdigin Türklerle sevk etsin Allah,
Saadet yoluna adımlarını.
Bütün safvetiyle, sana ey şair,
Bir Türk kadınıdır eyleyen dua;
Her ne ki yazılsa vasfına dair,
Bilirim kıymetsiz bir hiçbir ama,
Duygumdan bir demet toplayıp dizdim;
Elemli gecede şahidim aydı;
Utanır takdime cüret etmezdim;
Senden doğan yailar karışmasaydı.
1919
Not: Pier Loti (1850-1923), tanınmıs Fransız romancılarındandır.
Asıl adı Julien Viadur’dur. Türk dostu olarak bilinir.
Abdulhamit II devrinde yasadıgı bir askı “Aziyade“ adlı romanında anlatmıştır.
Milli Mücadelede Türkiye’yi desteklemiştir.
- Bağcı kızı, bağcı kızı,
Askın akşam yıldızı;
Avcı idim, ben vuruldum,
Yuğreyimde var bir sızı
- Hay cin oğlu,şeytan oğlu,
Çok yamansın yalan oğlu.
Yaran nerede? Göster bana!
Inanayım zaman oglu!.
- Huri kızı,peri kızı,
Lebler’n lalden kirmizi,
Sesin beni serbest etti,
Sahranin serseri kızı!
- Hay beyoğlu, vezir oğlu,
Yeşil gözlü emir oğlu,
Ben bu dilden anlayamam!
Türkçe söyle şehir oğlu
- Bağci kızı, bağ minesi,
Dağların altın ovası,
Penbe açmış yanağın
Güllere vurmuş boyası
- Kurnaz yiğit sözün yalan!
Derdsiz başı derde salan,
Sözlerine inan olmaz,
Var yine şehirde dolan!
-Yasemenden beyaz tenin,
Siyah bir incidir benin;
Kaçma benden nazlı kumru,
Gönlüm, hayatım hep senin.
- Adem oğlu derdin nedir?
Ben çiçeğim, sen bir zefir,
Nice canlar telef oldu;
Söylesin şu akan nehir.
- Bağcı kızı dere derin,
Bağ buzumu sular serin;
Güz geliyor güzel gözlüm,
Ötmez olur bülbüllerin.
- Açmasın isterse güller,
Varsın ötmesin bülbüller,
Çiçek gibi, bahar gibi
Gülsün, şen olsun gönüller.
- Sensiz gönlüm hiç güler mi
Çölde bülbüller hiç öter mi?
Sen gönlümün güneşisin,
Güneşsiz güller biter mi?
- Söz uzadı, çoğa vardı,
Akşam oldu,gün sarardı;
Haydi yolcu yoluna git!
Her taraf artık karardı.
- Dağlara sis yayılıyor,
Gökde güneş bayılıyor;
Sen de bayıl kucağımda
Yorgun rüzgar atılıyor.
- Geyiklerden güzel yiğit,
Baykuş öttü dinle,işit
Bizim dama kondu bak,bak
Git, yiğit; ben korkarım git!
▲ Cuprins ▲ İçindekiler ▲ Contents ▲
Universitatea galateana, impreuna cu Uniunea Democrata Turca din Romania, filiala Galati a organizat o actiune de legatura intre doua culturi, si, in primul rand, intre Universitatea “Osmangazi” din Eskisehir, Turcia, si Universitatea “Dunarea de Jos” din Galati. Astfel, in holul Universitatii a fost vernisata marti expozitia “Arta traditionala decorativa in cultura turca”, cu lucrari realizate de conferentiar doctor Halil Buttanri, de la Universitatea “Osmangazi”. Profesorul Buttanri preda literatura si arte plastice la universitatea turca. La Galati a venit insotit de sotia sa, aducand o parte din lucrarile sale care reconstituie vechi stiluri decorative cu care erau impodobite cu secole in urma copertile de carte, vasele de alama sau arama, faianta peretilor sau farfuriile. O serie dintre lucrari reprezinta insa copii fidele realizate de profesor dupa vechi ilustratii, figurative, de epoca, chiar din secolele XIII si XIV, iar guasa, acuarela si tusul au fost materialele folosite pentru a insufleti desenele fine, cu imagini aproape bidimensionale, reprezentand viata de zi cu zi de acum aproape trei secole. ”Aceste valori, care s-au transmis din generatie in generatie, din popor in popor, au ajuns astazi sa se contopeasca si sa creeze un tezaur inestimabil, care apartine intregii omeniri. Daca veti cunoaste cu adevarat acest tezaur, indiferent carui popor apartine, atunci bogatia dumneavoastra va fi mult mai mare”, s-a adresat asistentei profesorul Buttanri.
Dna profesor Elena Croitoru, decanul Facultatii de Litere, care a reprezentat si pe rectorul Universitatii “Dunarea de Jos”, plecat din oras, a prezentat oaspetilor turci institutia galateana de cultura. Acest inceput se va materializa, spera decanul, in schimburi de experienta intre studentii celor doua universitati si alte schimburi, iar la discutiile care au urmat vernisajului, s-a legat si un posibil proiect de infiintare a unui curs de limba turca la Galati. Am mai notat ca in cadrul Universitatii “Osmangazi”, cu opt mii de studenti, care are legaturi cu multe universitati din lume, functioneaza o foarte importanta facultate de medicina (iar galatenii viseaza la una
), facultati de arta, tehnica – de inginerie, de filologie, de economie, pedagogie, asistenta medicala. Universitatea se intinde pe 1700 de hectare si detine trei campusuri. Anul trecut “Osmangazi Universitesi” a implinit 30 de ani de la infiintare.
Oaspetii au oferit marti, 9 mai 2001, din partea rectorului universitatii turce, un platou de portelan decorat cu modele anatoliene, numite “Runi”, modele create, in stil clasic, de profesorul Buttanri, care este de alfel solicitat sa ilustreze carti si in Statele Unite.
* Vizitand expozitia, se remarca copiile dupa picturile unui celebru artist al secolul XVIII, Levni, care apare cu miniaturi si in cartile lui Dimitrie Cantemir! Acesta este autorul primei galerii de portrete ale sultanilor, unele portrete fiind reconstituite dupa vechi povestiri. Intre inscriptiile ascunse in impletiturile de culori, frunze si flori, cunoscatorii pot descoperi pe un panou inscriptia: “Masallah”, adica “Sa traiti, sa nu fiti deochiat!” – urare foarte folosita inca in Turcia. O alta ilustratie il reprezinta pe medicul Hipocrate, dus de pasarea fantastica Anka (Phoenix), pe un taram minunat
Sufletul acestui nou pod intre cele doua culturi a fost, asa cum ne-a obisnuit deja, doamna Gulten Abdula, presedinta filialei galatene a Uniunii Democrate Turce din Romania si editor al revistei bilingve de cultura (cu aparitie in romana si turca) HAKSES. Dna Abdula a asigurat si traducerea in limba romanaa explicatiilor. Cunoscator fin al semnificatiilor artei vechi turce, scuturate acum de colbul veacurilor imeriale, istoricul galatean Dan Rapa Buicliu, de la Muzeul de Istorie Galati, care a avut ocazia sa vada astfel de lucrari artistice si la ele acasa, in Turcia, a fost un ajutor pretios intru intelegere pentru cei ce au fost prezenti marti in holul Universitatii. Caci studentii prezenti, care mi s-au parut foarte interesati, au castigat mult mai mult decat privitorul care nu beneficiaza de un ghid de specialitate, absolut necesar pentru a trece pragul intre cele doua culturi. Un fel de
Star Gate pentru trecut peste timp, spatiu si diferente culturale!
Victor Cilincă / Viaţa Liberă – Galaţi
▲ Cuprins ▲ İçindekiler ▲ Contents ▲
- Nerelisiniz?
- (Ben) Romanyaliyim. (ben) Tebrizliyim. (Ben) Bağdatlıyım.
(Ben) Beyrutluyum. (Ben) Ürdünlüyüm.
(Sen) Romanyalısın,
Şamlısın, Kerküklüsün, Kahirelisin, Musullusun.
Ali Romanyalıdır, Ahmet Heleplidir, Hasan Tunusludur.
Biz Suriyeliyiz, siz Iraklısınız, onlar Amerikalıdır.
Her insanın bir memleketi, bir vatanı vardır.
Her memlekete köyler, kasabalar, şehirler bulunur.
Köylüler, daha çok ziraatle, hayvancılıkla uğraşırlar.Kasabalar daha kalabalık olur. Halkın bir kısmı ziraatle, bir kısmı da ticaretle uğraşır. Fabrikalar, büyük mağazalar, zengin iş adamları şehirler de toplanır.
Her memleketin bir başkenti vardır.Başkentler de büyük şehirlerdir.Devlet başkanı, hükümet büyükleri başkente otururlar.
Bu derse bir çok kelimeleri “-li” ekiyle türediğini gördünüz:
Tebrizli, Şamlı, Beyrutlu, Ürdünlü
Türeyi*i-- -li eki kelimelerin son hecelerine göre değişmektedır:
Medineli, Basralı, Kudüslü
Bu anlamın aksi “-siz” ekiyle türetilir: Düşüncesiz adam, meyvesizağaç, kaskeysiz genç, gözlüksüz
„siz“ eki isimlere “yokluk” anlamı katar:
Düşüncesiz = Düşüncesi yok, düşüncesi azi
Meyvesiz = Meyvesi yok.
Kimsesiz = Kimsesi, akrabası yok.
Türkçede türetme eklerle olur; ekler:
Hazırlayan: Tahir Nejat Gencan / Türkiye Edebiyat Fakültesi Yayınları
Köşeyi hazırlayan: Necibe Abdulla
▲ Cuprins ▲ İçindekiler ▲ Contents ▲
Ca urmare a acordului bilateral semnat de primăriile cele două oraşe maritime, Istanbul şi Constanţa, prin care acestea s-au înfrăţit, iată că , o delegaţie a Primăriei oraşului Istanbul a sosit într-o vizită de 6 zile la sora sa Constanţa. Vizita a avut ca obiectiv transpunerea în viaţă a punctelor din acordul comun. De asemenea delegaţia a ţinut să se întâlnească şi cu conducerile celor două uniuni,turcă şi tătară, precum şi cu comiisiile de lucru (învăţămînt şi cultură) ale acestora. Pe tot parcursul vizitei delegaţia turcă a fost însoţită de consilierii primăriei Constanţa, din care nelipsiţi au fost cei doi consilieri ai U.D.T.R., Şaban Bayram şi Balgi Ruhan.
· In ziua de 10 iulie 2001, în sala Nicolae Iorga din clădirea Parlamentului Romîniei, a avut loc Plenara C.M.N., la care au fost prezenţi toţi reprezentanţii uniunilor şi presa minoritară precum şi presa şi audio vizualul central.
Ordinea de zi a cuprins trei puncte, primul şi cel mai important fiind aprobarea Hotărârii de Guvern al C.M.N.
Deschiderea a fost făcută de către Ministrul Informaţiilor Publice. Apoi au urmat discuţiile. De la început, reprezentanţii uniuniilor, au cerut ca C.M.N. să fie direct subordonat Primului Ministru, adică guvernului. Apoi au urmat dezbateri, comentări, adăugiri la fiecare articol din hotărîre. Aş vrea să cred că toate aceste opinii nu sunt opinii de grup, de clan, ci ele oglindesc cerinţa reală al adevăraţilor comunitari etnici, iar cei puşi să apere interesele lor nu văd aceste opinii doar pentru o legislaţie ci pentru un termen mult mai îndelungat. Personal apreciez poziţia domnului Benedect de la Federaţia Comunităţilor Evreieşti din România, un om cu viziune largă asupra sorţii minorităţilor. U.D.T.R. a avut o poziţie normală faţă de toate punctele dezbătute, uneori chiar de reţinere atunci, cînd şi-a dat seama că o omisiune sau o adăugire ar fi în decrimentul minorităţilor naţionale etnice din România.
Türkülerle türkülendik
Türkülerle büyüdük
Türkü olduk, türkü dolduk
Biz Türkülerle hayat bulduk
Türkü derledik
Dağdan, taştan, insandan
Türkü derledik
Sevenden, sevilenden, kahırdan
Türkü dinledik
Yürekteki sevgiden
gönüldeki ezgiden
Sazdan,sözden, şiirden
Türkülerle türkülendik
Türkülerle büyüdük
Türkü olduk, türkü dolduk
Biz türkülerle hayat bulduk
Rabia GÖLBAŞI
▲ Cuprins ▲ İçindekiler ▲ Contents ▲
În Biblie scrie faptul că după Isus Christos va mai veni un profet. Astfel, Isus a spus:
Ioan 14:16 “El va va da un alt profet care va trăi cu voi.” Si Ioan 14:26: “Cel care vă va aduce alinare vă va învăţa despre toate lucrurile şi vă va aduce toate lucrurile pentru ca voi să vă reamintiţi tot ceea ce v-am spus.” Si Ioan 16:13: “Atunci când va veni, el vă va călăuzi spre adevăr, pentru că el nu va vorbi despre el; ci numai ce va auzi, acele lucruri vi le va spune; şi o să vă arate lucrurile care vor veni.”
În afară de cele de mai sus, venirea unui nou Profet din lumea arabă este scrisă în Vechiul Testament. De exemplu, în Deuteronomia 18:15-18: Moise le-a spus israeliţilor: ”Cel pe care îl va ridica Dumnezeu este un Profet din rândurile voastre, din mijlocul confraţilor şi aşa cum mi s-a făcut mie auzit i se va face şi lui.” În aceste rânduri “confraţii” dintre israeliţi despre care se scrie sunt ismaeliţii (arabii). Asfel acest ultim Profet despre care s-a scris în Biblie şi despre care s-a spus că era de rasă arabă a fost Muhammad. Religia pe care a transmis-o a fost Islamul. Cei care cred în această religie sunt numiţi musulmani. Cartea sfântă a musulmanilor este “Qur`an al karżm”. Qur`anul i-a fost relevat Profetului Muhammad în limba araba. Deşi au trecut 1400 de ani, nu a fost modificat nici un singur cuvânt, nici o singură literă. Oricine cunoaşte limba arabă suficient cât să îi poată admira măreţia şi grandoarea, atunci când citeşte, indiferent de religia căreia îi aparţine. Chiar şi cei care nu cunosc limba araba, au recunoscut măreţia expresiei atunci când au citit interpretările din alte limbi.
(din „Islam and Christianity“ / Waqt Ikhlas Publications No: 12)
- traducere şi adaptare de Bediha Cocoi -
▲ Cuprins ▲ İçindekiler ▲ Contents ▲
Şükrü Özbuğday
Türkiye / Din İşleri Yüksek Kurulu Uzmanı
Din – insanın sadece Allah ile ilişkilerini değil, aynı zamanda hem diğer insanlarla hem de alem ile ilişkilerini düzenlemek üzere, Allah tarafından konulmuş olan değerler manzumesidir. Bu tariften de anlaşılacağı üzere, din, insanın ahlakileşmesi, bir başka deyişle insanileşmesi içindir. “Allah ölümü ve hayatı, hanhinizin daha güzel davranışlarda bulunacağını imtihan etmek için yarattı“ ayet-i kerimesi, dinin gayesinin insanı ahlakı olgunluğa ulaştırmak; insanı, “insan-ı kamil“ haline getirmek olduğunu gösterir. Yüce Allah, insan için gerekli olan her şeyi, bir taraftan vahiy ile bildirmiş: diğer taraftan da peygamberler vasıtasıyla, bildirdiklerinin sosyal hayata nasıl geçirileceğinin somut örneğini göstermiştir.
İlk insanın aynı zamanda ilk peygamber olmasının, gözardı edilmemesi gereken bir manası vardır. bu mana insan adı verilen varlığın din olmaksızın, insanlığını tam olarak gerçekleştiremeyeceğidir. Bu sebepten yaratılan ilk insana, Allah tarafından bir din gönderilmiş ve bu dinin peygamberi de, bu ilk insan olmuştur.
Dinin insana ulaşması ve öğretilmesi konusunda peygamberin önemi son derece büyüktür. Dini koyan Allah’tır,ama onu eksiksiz bir şekilde insanlığa sunan peygamberdir. Dini değerleri hayatında yaşantı haline dönüştürebilmesi için de insanın, peygamberin örnekliğine ihtiyacı vardır. Geçmiş zamanlarda insanların problemleriyle ilgilenen şüphesiz başka insanlar da vardır.
Krallar, komutanlar, topluma yön verme iddiasıyla sistemler kuran filozoflar, fikir adamları, şairler ve daha niceleri gelip geçmişlerdir. Fakat bunların hiçbiri insanlara mutluluk getirme yönünden peygamberlerle mukayese edilmez. Şüphesiz bunlar arasında insanlara faydalı olanlar da çıkmıştır. Fakat peygamberlerin bıraktığı derin izi, hiç biri bırakmamıştır. Çünkü onlar, topraklara sahip olma, ülkeleri fethetme, düşmanına galip gelme, insanlara hükmetmenin ötesinde, insanın öz cevherini görememişler,adeta onu hiç hesaba katmamışlardır. Bu sebeple denilebilir ki, tarih boyunca dünyanın her yerinde görülen, hayır, ahlak,vicdan,adalet, merhamet,şefkat tezahürleri, Allah’ın irşad ve hidayetine, peygamberlerin ilahi davetine dayanır. Çünkü dünya ne kadar geniş olursa olsun, her tarafa o yüce insanların daveti ulaşmış, bütün milletler o ulvi yol göstericilerin hayata mutluluk müjdesi veren seslerini duymuşlardır. bu hakikat Kur’an-ı Kerim’de şöyle ifade edilmektedir: “Hiçbir millet yoktur ki, içlerinden bir uyarıcı peygamber gelmiş olmasın. Her ümmetin (Allah’ın emirlerine davet eden bir yol gösterici) peygamberi mevcuttur
“ Gerçekten peygamberler-kalpleri islahla uğraşmışlar, kalplerden hasedin, fesadın, şerrin kökünü kazıyıp atmak i,çin çalışmişlardır. gönülleri büyük ihtiraslardan, hudutsuz isteklerden temizleyip kurtar-mak için yol göstermişlerdir. Onların bu asil gayreti olmasaydı, şüphesiz yeryüzü bugünkünden çok daha karanlık, çok daha sıkıntılı; problemler bugünkünden çok daha büyük olurdu. Bu sebeple insanlık, dün olduğu gibi bu gün de, o büyük yol göstericilere çok şey borçludur. İlk peygamber Hz. Adem ile son peygamber Hz. Muhammed arasında binlerce peygamberin gönderildiği rivayet edilir. Kur’an-ı Kerim’de sadece bunlardan yirmibeş tanesinin ismi geçer. Peygamberler zincirinin son halkası Hz. Muhammed (S.A.S.) dir. Bu sebepten ona “Hatem’ul Enbiya“ denmiştir. Ondan sonra peygamber gönderilmemiştir ve gönderilmeyecektir.
Bu yıl, Haziran’ın başında Mevlid-i Kandili kutladık yani Hz. Muhammed’in kutlu doğumunun 1430’uncu yıldönümünü. Yeryüzünde önemli gelişmelere sebep olan insanların gönlüne ferahlık, düşüncelere berraklık kazandıran bu mutlu doğum, insanlık tarihinin en önemli hadiselerinden biridir. Çünkü onun dünyaya geldiği devrede, dünyanın üstünü kalın siyah bulutlar kaplamıştı. dünyada insanın en muhtaç olduğu şey olan huzur, sükun, can ve mal güvenliği kalkmış gibi idi. Dünyanın birçok köşeleri kanlı doğuşmalara sahne oluyordu. Cihanın islahı bir peygamberin gönderilmesine muhtaçtı. Bütün ümitler, Yahudi ve Hıristiyan dinlerinin müjdelediği ahır zaman peygamberine yönelmişti. bütün dünya, karanlıklar içinde, bu kurtarıcının gelmesinş dört gözle bekliyordu. Türkiye Cumhuriyeti’nin İstiklal Marşı’nın şairi merhum Mehmet Akif “Bir Gece“ adlı şiirinde bu muazzam ve mübarek olayı şöyle tasvie eder;
Ondört asır evvel, yine böyle bir geceydi,
Kumdan, ayın on dördü, bir öksüz çıkıverdi!
Lakin, o ne husrandı ki; hissetmedi gözler,
Kaç bin senedir, halbuki, bekleşmedelerdi:
Bir kerre, zuhur ettiği çöl en sapa yerdi;
Bir kerre de mamure-i dünya, o zamanlar, Buhranlar içindeydi, bugünden de beterdi. Sırtlanları geçmişti beşer yırtıcılıkta; dişsiz mi bir insan, onu kardeşleri yerdi!
▲ Cuprins ▲ İçindekiler ▲ Contents ▲
Anneler:
“Hu, Hu, bir Allah,
Sen iyilikler ver Allah.
Sen iyilikler verirsen Yavrum büyür inşallah“ diyerek, daha kundaktaki yavrusunu Allah, Peygamber ve vatan sevgisi aşılayarak büyütmeye çalışır.
Türk anası çocuğunu:
“Uyu yavrum, yine şimşek çakıyor,
Şehit baban gelmiş bize bakıyor.
Yarasından kızıl kanlar akıyor.
O yarayı dur sarayım, ninni
Sen ağlama, ben ağlayım ninni“ diyerek büyütür.
“Haydi yavrum, ben seni bugün için doğrdum.
hamurunu yiğitlik duygusu ile yoğurdum.
Türk evladı odur ki, vatan toprağını namus bilerek yurduna düşman bayrağı açtırmaz.“
Vatanın işgali ve tehlikesi sözkonusu olunca da:
“Git evladım, ben yıllarca oğulsuz kalayım,
Şu yaralı bağrıma kara toprak çalayım,
haydi yavrum, haydi git,
ya gazi ol, ya şehit
“diye seslenir.
müslüman Türk kadını işte böyle, ya şehit
“
diye seslenir.
müslüman Türk kadını işte böyle: Fatihler, Yavuzlar, Şeyih Şamiler, Sütçü, İmamlar, Nene Hatunlar, Kara Fatmalar, nice kahraman yiğitler yetiştirir.
Edep ve haya örneği kızlar, hanımlar böyle yetişir. yine bir şehit anası, şehit olmadan önce cephedeki oğluna:
“Geçen gece, yaptığın cengin rüyasını gördüm. Sevincimden ağlayarak; “ hayırdır, diye düşündüm
“ der.
Gece rüyasına, gündüz hayalinde vatanını, mukaddesatını ve bayrağını düşünen şehit anası:
“Sağ elimde yükselmişti bir bayrak,
Bin hasmının kalesine dikilmişti o bayrak!
O ki, Müslümanların şanlı gömleği,
Cana minnet bilin onun uğrunda ölmeyi.
Sen bizi düşünme oğlum!
Millet bize canı gibi bakıyor.
Şükür ! Her taraftan bolluk akıyor.
eğer köyde ölen – kalan var mı, diye sorarsan,
Konu- komşuyu, eşi – dostu hatırlayıp anarsan,
Muhtargilin Ahmet şehit olmuş,
Dün geldi haberi
Amma karalar bağlamadık.
Yüreğimizi onun acısıyla dağlamadık,
Şenlik oldu, düğün oldu, köyün meydan yeri.
Bütün gün annesini tebrik ettik.
Bütün köylü namazgaha gittiler.
O şehide dua, niyaz ettiler.
Kurban kesip, Hatm-i Şerif indirdirler,
Bütün şehitlerin ruhuna gönderdiler.
Meleklerde kabrini kazdılar
Kabir taşına da; “ŞEHİT“ diye yazdılar.
Ahmed’in nişanlısı;
“Şehit Ahmet, beni artık ahirette beklesin,
Ben onunum, utanmasın, beni Hakk’dan istesin.
Kaderim bu, şehit olmuş benim şanlı yiğidim. varmam başka ere, ben de canlı şehidim.“
İslam edep ve haya timsali kahraman hanımların ve annelerin ayakları altındadır Cennet.
Allah’a kulluğun bilincine eren, bu bilinçle insanları İslam’a çağıran, dünyayı ahiretin tarlası görerek yaşayan ve yaratılış gayesinin Allah’a kulluk olduğunun şuurunda olan inançlı insanların ereceği mertebedir şehadet. böyle olur elbet şehitlerin anası, böyle olur elbet vatanperver Türk yiğitleri
▲ Cuprins ▲ İçindekiler ▲ Contents ▲
Ziua următoare se ia mireasa de la casa părintească. Aceasta poartă diferite denumiri “gelin alma” (luarea miresei), “kız alma” (luarea fetei), “aducerea miresei” (gelin götürme), etc. Toată lumea este invitată la acest eveniment. Invitaţii merg să aducă mireasa, pe jos dacă locuinţa ei nu este departe, sau cu maşinile dacă este mai departe. În unele regiuni mirele nu are voie să însoţească procesiunea. Nuntaşilor li se adaugă un steag de căsătorie şi chiar o toba şi un cimpoi. Tradiţia din unele zone cere ca mireasa să fie ajutată şi pregătită de femei mai în vârstă (yenge). Astăzi, cu atâtea facilităţi precum coaforul, cosmeticiana, totul se desfăşoară mai uşor. Apoi mireasa este luată de musafirii care vin din partea mirelui.
Fratele sau o rudă apropiată leagă în jurul încheieturii mâinii miresei o“panglică a miresei” (bekaret kuşağı). După ce familia mirelui a dat bani pentru laptele matern şi pentru uşă, fata îşi ia la revedere de la membrii familiei şi pleacă. Urmează o plimbare prin tot satul în sunetul tobei şi al cimpoiului. Apoi alaiul de nuntaşi ajunge la casa mirelui. Soacra oferă un dar miresei atunci când ea ajunge în faţa uşii. La braţul mirelui tânăra intră în casă. După o perioadă de timp tânărul este luat afară de prieteni pentru a reveni la căderea serii. În acest timp el este bărbierit, face baie, se îmbracă în hainele de sărbătoare şi merge la moschee pentru rugăciunea de seară (yatsı namazı). După îndeplinirea acestor ritualuri mirele este adus acasă. Are loc ceremonia căsătoriei religioase de către hoge. După îndeplinirea acestei ceremonii, care confirmă căsătoria, mirelui i se permite să intre în camera nupţială.
Bediha Cocoi
▲ Cuprins ▲ İçindekiler ▲ Contents ▲
În Turcia servirea mesei este o chestiune foarte serioasă. Masa nu se serveşte niciodată în picioare sau în fugă. Obiceiul este ca în fiecare familie, membrii acesteia sa ia masa împreună, cel puţin de 2 ori pe zi.
Micul dejun -„kahvaltı“ este constituit de obicei din pâine, brânză, măsline şi ceai.
Cina începe atunci când toţi membrii familiei sunt adunaţi laolaltă şi îşi împărtăşesc evenimentele zilei.
Meniul conţine trei sau mai multe feluri de mâncare, iar salata este nelipsită de la masă.
Deseori, neamurile, prietenii sau vecinii sunt invitaţi şi ei la masă. Ceilalţi membri ai familiei participă la pregătirea mesei.
Vara ,masa se serveşte în grădină sau pe balcon. Cu câteva ore mai devreme de masa propriu-zisă se servesc aperitivele, care sunt aranjate pe masă înainte de venirea oaspeţilor.
Cina începe cu supa, continuând cu carnea, garnitura de legume şi nelipsita salată apoi dolma (ardeii umpluţi), iar în final desertul şi fructele. În timp ce masa este strânsă, invitaţi trec în sufragerie, unde sunt serviţi cu ceai sau cafea turcească.
Femeile se întâlnesc la ceaiul de după amiază. La această întâlnire gazda pregăteşte felurite prăjuturi,preparate de patiserie şi börek (plăcinte deliciose cu carne sau brânză). La aceste întâlniri, femeile discută despre evenimentele publice şi mondene, dar bineînţeles se fac şi schimburi de reţete culinare.
În trecut se obişnuia ca mai multe vecine să gătească împreună, ingredientele folosite fiind asigurate de gazdă. Dar această regulă nu se aplica şi în cazul când se puneau murături sau se gătea o cantitate mare de hrană pentru iarnă.
În cazul când se merge la picnic aranjamentele se fac din timp. Se prepară pilaf, köfte, dolma, salate, carne pentru grătar (mangal) şi fructe. Nelipsite pentru astfel de ocazie sunt şi instrumentele muzicale (saz, vioară). Picnicul începea pe data de 5 mai,odată cu sărbătorea Hıdırlez, care marca începutul sezonului „plăcerilor“ (safa), a idilelor, a cântecelor şi a poezilor şi fireşte a delicioaselor mîncăruri turceşti.
Pregătiri similare aveau loc şi cu ocazia vizitei săptămânale la Baia Turceasca „Hamam“.
Mâncarea era preparată cu o zi înainte, era împachetată şi pusă alături de rufele curate şi bucata de săpun. După ce petreceau dimineţile în bazin şi saună, oamenii se retrăgeau să se odihnească, să mănânce şi să se usuce înainte de a pleca acasă. Nunţile, ceremonile de circumcizie erau sărbătorite şi ele cu mult cu fast. La nunţile din Konya, invitaţii erau serviţi cu şapte feluri de mâncare.
Nilgün ASAN
Gargarismele, medicamant lichid pentru tratarea gâtului,sub formă de infuzie sau decoct mai concentrate, de exemplu 2-3 linguri “flori” de muşeţel la cana de apă, se utilizează sub formă de gargară în afecţiuni ale gurii şi gâtului (stomatită, aftă, abces dentar, amigdalită etc.)
Aplicaţii practice: dacă aveţi aftă, abces dentar, amigdalită puteţi face gargară conform reţetei de mai sus.
Uleiurile medicinale reprezintă o formă de macerare a plantei în ulei, durata de macerare fiind îndelungată (4-6 săptămâni). Există şi o formă de obţinere mai rapidă; în prealabil plantele se umectează cu alcool concentrat ţinându-se într-un vas închis 10- 12 ore, după care se adaugă ulei comestibil, fierbându-se pe baie de apă 2-3 ore. Preparatul obţinut se filtrează 2-3 zile şi se ţine în sticlă închisă la întuneric şi răcoare. Astfel de uleiuri se obţin spre exemplu din sunătoare şi muşeţel, folosindu-se sub formă de pansamente pe răni, arsuri etc.
Uleiul de muşeţel. Se umple o sticlă până la gât, fără a se îndesa, cu flori proaspete de muşeţel culese în soare şi se toarnă peste ele ulei de măsline. Uleiul trebuie să acopere florile. Sticla se lasă, bine astupată, 14 zile la soare. Se păstrează la frigider.
Uleiul de sunătoare. Florile culese pe vreme însorită se introduc într-o sticluţă, până la gât fără a se îndesa şi se toarnă ulei de măsline peste ele. Uleiul trebuie să acopere florile. Sticla, bine astupată, se lasă câteva săptămâni în soare sau în apropierea maşinii de gătit. După câtva timp uleiul capată o culoare roşie. Se filtrează printr-o bucată de tifon, se storc bine resturile şi uleiul de sunătoare se trage în sticle de culoare închisă. În cazul utilizării sale la arsuri, se poate recurge pentru macerare la ulei de in în loc de măsline.
Bediha Cocoi
▲ Cuprins ▲ İçindekiler ▲ Contents ▲
Încă din primele zile ale Republicii, femei educate, în special din oraşe, au participat în mod activ la viaţa socială, politică şi economică a Turciei.
Eforturile de modernizare a Turciei au început încă din sec al XIX-lea. La început reformele au avut în vedere un număr limitat de instituţii, precum armata.
Astfel una din primele iniţiative a fost înlocuirea fanfarei tradiţionale a armatei otomane (Mehter Takimi), prima de acest fel din Europa, cu una modernă, europeană. Arta şi literatura apuseană au pătruns în cultură şi au continuat să înflorească alături de arta clasică şi folclor, muzică şi literatură.
Cu mai mult de un secol în urmă s-a introdus sistemul parlamentar. Revoluţia din Turcia care a urmat după cel de al doilea război mondial a adus reforme sociale fundamentale. Liderul revoluţionar a fost Mustafa Kemal Atatürk care a devenit primul preşedinte al Turciei. Cele mai importante dintre reforme au fost secularizarea şi protejarea prin lege a drepturilor şi responsabilităţilor cetăţenilor.
Stabilirea drepturilor femeii în noua ordine socială a constituit o realizare cu care Republica se putea mândri. De-a lungul istoriei femeia devenise simbolul mamei şi stâlp al familiei. Reformele lui Atatürk au extins rolul femeii în sfera socială, politică şi economică în mod vizibil.
Fiecare schimbare socială şi instituţională îşi lasă amprenta asupra peisajului. Reformele primei jumătăţi a sec. XX au accelerat modernizarea Turciei. Măsuri atente au asigurat continuitatea tradiţiilor şi culturii. Cu toate că schimbările în peisajul Turciei au fost bine orchestrate ele nu au avut magnitudinea celor care au loc în prezent. Programul de modernizare al autostrăzilor din 1950 şi care a culminat cu reformele pentru o piaţă liberă din 1980 a dat frâu liber transformării peisajului.
Ţara a fost electrificată datorită forţei populaţiei tinere, care este pregătită să îşi aducă contribuţia la dezvoltarea continuă a economiei, în planul noii ordini mondiale. Generaţia de fermieri şi soldaţi pentru care guvernul însemna “Părinte” (Devlet Baba) a fost înlocuit de generaţia nouă de întreprinzători. Pericolul ruperii legăturilor în trecutul şi peisajul nu a fost niciodată mai mare ca acum.
De exemplu, procesul continuu de industrializare a agriculturii va face să dispară caisele şi cireşile, ca şi puii, oile şi vacile care vor fi transformate într-o masă uniformă fără gust.
Speranţele sunt în înţelepciunea femeii din Turcia, care ştie cel mai bine să asculte, să cultive legume fără ajutorul hormonilor. Dar va putea ea oare să transmită această înţelepciune fiicelor ei ambiţioase care preferă să poarte blue-jeans de firmă?
Poporul turc este recunoscut pentru inteligenţa sa, înţelepciunea şi puterea de adaptare rapidă. În climatul democratic actual şi implicare locală este mai mult ca sigur că peisajul din Tucia va continua să reflecte o relaţie susţinută şi armonioasă cu oamenii.
B. Cocoi
În dicţionarul explicativ al limbii române cuvântul “carafă” este definit ca fiind: vas de sticlă cu gâtul strâmt şi partea de jos bombată. Dar aceeastă definiţie este una tehnică; există şi una artistică. Ea reprezintă îmbinarea dintre sticlă şi metal, în care sticla are culorile curcubeului iar metalul este ca o dantelă fină. Această combinaţie reprezintă un contrast între fragilitatea sticlei şi rezistenţa metalului şi reuşeşte să le pună în evidenţă pe fiecare.
Carafele nu aveau numai un rol practic ci şi unul estetic. Ele încântau privirile oaspeţilor.
Cu timpul s-au creat şi pahare în stilul carafelor astfel apărând serviciile pentru servit băuturi.
În sec. al-XIX-lea apare o ramură a sticlarilor care se ocupă numai cu fabricarea carafelor. Carafele erau fabricate din sticlă sau cristal peste care se aplica metal. Metalele folosite erau fierul, bronzul, argintul, dar cel mai recomandat era argintul.
Carafele de argint erau mai mult folosite de către aristrocraţii din Europa.
După o perioadă de glorie la mesele aristocraţilor, aceste obiecte au dispărut treptat, treptat.
În timpul Imperiului Otoman carafele erau foarte des folosite la mesele sultanilor, dar din ele nu se ser-veau vinuri ci diferite tipuri de şerbeturi. Din păcate în secolul al-XXI-lea carafele nu se mai fabrică. Cu toate acestea, timp de opt secole, ele au trăit momente de glorie, ocupând un loc de cinste la la multe mese.
Traducerea şi adaptarea – Nilgün ASAN, după Ayse Önal
▲ Cuprins ▲ İçindekiler ▲ Contents ▲
În cadrul anului 2001, Anul Internaţional al Limbilor, editura ALFA 2000 a editat un volum de basme şi poveşti populare turceşti,după un alt volum apărut în limba engleză, în anul 1988. Volumul a fost editat de editura Oxford University Press.
Repovestirea lor în limba română a fost făcută de Barbara K. Walker.
Ne bucurăm să vedem, în librării, asemenea publicaţii care pun în valoare cultura noastră turcă, dar, mă întreb, n-ar fi fost bine ca ele să fie traduse direct din limba turcă şi publicate de noi?
Este ştiut că orice traducere din altă limbă decât cea originală duce la pierderea valorii în sine. Totuşi, suntem recunoscători atât editurii cât şi traducătoarei pentru promovarea culturilor indiferent de zona şi timpul în care au apărut ele.
În pagina noastră vom reproduce o povestire a cărei temă se regăseşte şi în literatura română,. Acest fapt ne face să credem că marele om de cultură Şăineanu avea dreptate, atunci când afirma că izvorul culturii universale este Anatolia.
Pentru elevii care păşesc în clasa a VIII-a şi iubesc literatura poate fi şi o încercare de critică literară; “Paralelă între cele două povestiri – Capra cu trei iezi (Ion Creangă) şi Cine-i acolo? Ce doreşti? (poveste populară turcă). Pot încerca elevi de liceu şi studenţi. Lucrările vor fi trimise la Centru de Cercetare, Dezvoltare, Educaţie şi Cultură – Dunărea de jos, Galaţi, str. Oţelarilor, Bl. k Ap 134, micro 20 sau sediul UDTR, Bul. Tomis nr.113 până la data de 1 septembrie. Cele mai reuşite prezentări vor fi premiate după categoriile de vârstă şcolară.
Gulten Abdula
A fost odată ca niciodată, că dacă n-ar fi nu s-ar povesti, o capră neagră ca tăciunele. Bărbată-său, ţapul zburdalnic şi iubăreţ, se înecase mai demultişor în torentul care-şi volbura apele în spatele căsuţei lor. Capra îşi ducea zilele împreună cu cei doi iezi ai ei într-o scobitură de la poalele dealului. Căsuţa avea o uşă de lemn şi o ferestruică.
În fiecare zi, capra îşi făcea drum prin pădure, căutând de mâncare pentru copilaşi. Şi, în fiecare zi, la plecare, le repeta celor mici aceleaşi poveţe:
— Medik şi Muduk, numai mie să-mi deschideţi uşa, nu care cumva să lăsaţi pe altcineva în casă. Lupul, vulpea şi ursul cel mare şi negru ard de nerăbdare să vă facă de petrecanie. Fiţi atenţi la şiretlicurile lor. Şi, astfel fiind zise, îşi vedea de drum.
— Ei, da, pufni Muduk într-o zi. Mama ne cicăleşte mereu cu aceleaşi sfaturi. Noi o ascultăm, rămânem toată ziulica în casă şi nimeni nu ne ţine de urât.
Deodată, Cioc, cioc, cioc! cineva bătea în uşă. Medik se uită spre Muduk.
Muduk îi întoarse privirea. Amândoi începură să se foiască. Cine ar putea să fie?
Muduk izbucni în râs.
— Tare prostuţi mai suntem, de ne e frică de un ciocănit în uşă. Mă duc să deschid. Şi se îndreptă spre uşă.
— Aşteaptă, Muduk, îl avertiză Medik. Lasă-mă să arunc o privire pe fereastră. Şi o zbughi spre geam. Şi acolo, chiar în chiar în prag, se proţăpise uriaşul urs negru. Cât ai clipi, Medik îşi retrase capul. E matahala aia de urs, şopti el. Ce facem acum?
— Las pe mine, îl linişti Muduk. Cine-i acolo? întrebă el cu voce tremurândă. Şi ce doreşti?
— Sunt eu, mama voastră, răspunse ursul negru într-un mormăit bubuitor. Deschideţi uşa, v-am adus de mâncare.
— Nu eşti mama, râse Muduk. Mama are o voce subţire şi blândă. Eşti ursul cel mare şi negru. Pleacă de aici, ursule negru. N-o să te lăsăm înăuntru.
— Hmm, mârâi în barbă ursul cel mare şi negru. Aşa care va să zică, o voce subţire şi dulce
şi o luă grăbit spre casă. Cum ajunse, se şi înfipse într-o porţie uriaşă de baclava dulce şi delicioasă, mustind de miere. Începu să înfulece, probându-şi vocea, când şi când. În sfârşit, se declară mulţumit. Porni cu paşi mari spre casa caprei. Cioc, cioc, cioc! bătu în uşă. Avusese grijă să se pituleze lângă uşă, cât mai departe de fereastră.
Medik o zbughi la geam. Întinse iar capul, de simţea că i se lungeşte gâtul, dar nu desluşi nimic în pragul uşii. Cine ar putea fi?
— Cine-i acolo? bubui Muduk, adunându-şi curajul. Şi ce doreşti?
— Sunt eu, mama voastră, răspunse ursul cel mare şi negru pe o voce subţirică şi dulce. Deschideţi uşa! V-am adus de mâncare.
— Aşteaptă! ordonă în şoaptă Medik. Mama are copitele roşii. Cere-i să ne arate copitele.
— Mama noastră are cele mai frumoase copite. Bagă-ţi prea frumoasele copite pe sub uşă, să le vedem şi noi.
Matahala de urs negru îşi strecură labele pe sub uşă. Medik începu să râdă.
— Nu eşti mama. Copitele mamei sunt roşii. De asta sunt atât de frumoase. Pleacă de aici, ursule negru. N-o să te lăsăm înăuntru.
— Hmm! mormăi ursul negru. Aşa care va să zică
şi porni grăbit spre casă. Cum ajunse, prinse a stoarce coacăze cu picioarele până ce labele îi deveniră roşii,de parcă bălteau de sânge. Şi,iar, fuguţa spre casa caprei. Cioc,cioc,cioc! bătu el din nou în uşă. La fel ca ultima dată, se aşeză cu fereală lângă uşă, să nu fie văzut de la fereastră.
Medik o zbughi spre geam. Iarăşi îşi lungi capul, doar-doar o vedea cine o fi musafirul. Dar, nici ţipenie. Cine să fie?
— Cine-i acolo? întrebă Muduk, îngroşându-i glasul. Ce doreşti?
— Sunt eu, mama voastră, se schimonosi marele urs negru, reamintindu-şi la timp să răspundă pe glasul dulce şi subţire. Işi băgă labele sub uşă. Hai, deschideţi uşa. V-am adus de mâncare.
— E mama! se bucură Muduk.
— Nici pomeneală! protestă Medik. Şi începură să se ciorovăiască. Cioc,cioc, cioc! o nouă serie de ciocănituri.
— Hai, copii, insistă ursul negru, folosind cel mai dulce ton cu putinţă. Vă rog, nu vă lăsaţi mama să aştepte în prag.
— Am să-i deschid uşa mamei, se ambiţionă Muduk.
— Iar eu am să mă ascund în săculeţul cu linguri, spuse Medik. Şi, ţuşti, se şi aruncă printre linguri.
— Hai, mamă, intră, o pofti Muduk, descuind uşa. Marele urs negru se prăvăli înăuntru. Muduk începu să alerge de colo- colo, dar matahala de urs negru era mult mai iute decât el. Cleanf! Dintr-o înghiţitură, Muduk dispăru în hăul stomacului matahalei. Bine pitulat printre linguri, Medik era numai urechi. Marele urs negru se foi prin cămăruţă, dornic să pună laba şi pe celălalt ied. Dar nu-i trecu prin cap să caute în săculeţul cu linguri. Plictisit de căutarea inutilă, pleacă, trântind uşa în urma lui.
Când liniştea deplină se aşternu, Medik se strecură afară din săculeţ. Încuie uşa în mare grabă şi se puse pe aşteptare. În sfârşit, apăru şi maică-sa.
— O, mamă! începu el să strige când o văzu, marele urs negru l-a mâncat pe Muduk. Şi prinse a-i povesti cele întâmplate.
Maică-sa era o capră a naibii de isteaţă.
– Ajută-mă! îi ceru ea şi amândoi mutară chepengul care dădea spre pivniţă.
Mascară gaura cu ramuri şi vreascuri din belşug, încât să pară un loc plăcut şi tihnit unde să stai.
— Aşteaptă-mă aici, îi ceru ea.
Mă duc să-l invit pe marele urs negru la cină. N-o să-ţi facă nimic, cât sunt eu de faţă.
Şi plecă în căutarea marelui urs negru.
— Vecine urs! prinse ea a striga. Mi-ai mâncat unul din năzdrăvanii mei feciori. Hai până la mine şi am să ţi-l pregătesc pe al doilea la cină.
Acum, adevărul era că marelui urs negru tot îi mai ghiorţăiau maţele de foame.
Aşa că, bucuros de invitaţie, ieşi din scobitura unde-şi avea culcuşul şi o întovărăşi pe capră spre casa ei. Când ajunseră, ursul şi văzu o oală mare în care apa dădea în clocot.
Îşi linse buzele a plăcere.
— Hai, pofteşte, stai pe locuşorul ăla confortabil pe care l-am aranjat special pentru tine. Doar o clipită, numai să-l zvârl pe ăsta mic în oală şi masa va fi gata. Între timp, mai schimbăm şi noi o vorbă.
Marele urs negru se aşeză pe vreascuri, mormăind mulţumit. Trosc! Cât ai clipi, ursul se pomeni în fundul pivniţei. Începu să geamă de durere şi mormăi furios.
Medik şi maică-sa luară de pe foc oala cu apă şi o cărară până la gura găurii. Pleosc! apa clocotită se revărsă peste urs. Orbit şi ars, ursul îşi dădu ultima suflare.
Capra ieşi fuguţa din casă să-şi ascută coarnele de o piatră. Şi iar, fuguţa, înăuntru, aducînd şi o scară pe care o lăsă spre adâncul pivniţei. Coborî treptele cu grijă până lângă leşul ursului. Şi începu să lovească, rar şi cu forţă, cu coarnele-i ascuţite pântecul ursului, până făcu o gaură lărguţă. Deodată, din stomacul ursului păşi afară chiar Muduk, viu şi nevătămat şi mult, mult mai înţelept în relaţiile pe viitor cu urşii.
Medik, Muduk şi isteaţa lor mamă au mâncat cotlete de urs la cină. Iar ursul acela n-a mai cicănit niciodată la uşa lor.
▲ Cuprins ▲ İçindekiler ▲ Contents ▲
İyi Kalpli Sağır Adam
İyi kalpli sağır bir adam, bir gün komşusunun hasta olduğunu öğrenir. Kendi kendine;
— Komşum hastalanmış. Onun ziyaretini yapmam, hal ve hatırını sormam lazım. Ama ben sağır bir adamım, o da hasta, sesi çıkmaz. Zaten hastaya belli şeyler sorulur, belli cevaplar alınır. Ben nasılsınız diyeceğim, o iyim, teşekkür ederim, diyecek
Ne yiyorsun desem, elbet bir yemek ismi söyleyecek, ben de afiyet olsun, derim. Doktorlardan kim geliyor, diye sorarsam, bir doktor adı verecek
Ben de iyi doktordur derim, olur biter, diye düşünür. Hastanın ziyaretine gider, başucuna oturur.
— Nasılsınız? diye hal hatır sorar. Hasta inleyerek:
— Ölüyorum! diye cevap verince sağır adam: -Oh oh, çok memnun oldum, diye karşılık verir.
Hasta:
— Bu ne demek, adam ölümüme memnun oluyorum diyor, diye kızar.
Sağır adam;
— Ne yiyorsun?
— Zehir! der. sağır onun bir yemek ismi söylediğini sanarak.
— Afiyet olsun? diye karşılık verir. Hasta büsbütün çileden çıkmıştır. Sağır adam sormaya devam eder.
— Tedavi için doktorlardan kim geliyor?
Hasta:
— Hadi be, defol!
Azrail geliyor
diye cevap verir.
Sağir:
— Çok bilgin, tecrübeli bir doktor. İnşallah yakında bir çaresini bulur, deyince hasta dayanamaz:
— Kahrol!
diye bağırır. Sağır ise, komşuluk hakkını yerine getirdiği çok çok memnun ayrılır.