♦ Cuprins ♦ İçindekiler ♦ Contents ♦


Yeni yıl vesilesi ile Romanya Türk Demokrat Birliği Yönetim Kurumu mesajı

Yeni yıl vesilesi ile Romanya Türk Demokrat Birliği Yönetim Kurumu tüm Türk soydaşlarımıza ve Romen Vatandaşlarına sağlık, mutluluk ve başarılar dilerim.
2004 yılı toplumumuza birlik ve beraberlik getireceğine umarız.
Aynı zamanda tüm Romen halkına mutluluk ve huzur dileriz.

Osman Fedbi,
R.T.D.B. Genel Başkanı

Mesajul conducerii Uniunii Democrate Turce din România cu prilejul Anului Nou

Cu prilejul anului Nou, conducerea Uniunii Democrate Turce din România urează tuturor etnicilor turci şi cetăţenilor români multă sănătate, fericire, împlinirea tuturor dorinţelor.
Fie ca anul 2005 să ne aducă linişte sufletească, unitate în acţiune şi în spirit.
Sperăm ca anul 2005 să aducă etnicilor turci prosperitate în cadrul unei Românii Europene.

Ing. Fedbi Osman
Preşedinte U.D.T.R.

IBRAM IUSEIN ESTE NOUL DEPUTAT AL MINORITĂŢII TURCE

În urma alegerilor generale din luna noiembrie 2004, Uninuea Democrată Turcă din România şi-a adjudecat un mandat de deputat în Parlamentul României. Noul deputat al U.D.T.R. este d-nul Ibram Iusein căruia îi urăm succes în activitate.
U.D.T.R. va fi şi în următorii 4 ani membră a Consiliului Minorităţilor Naţionale din România.

EGE ÜNIVERSİTESİNDEN BİR HEYET ROMANYA’YI ZİYARET ETTİ

6-12 aralık tarıhlerı arasında Ege Ünıversıtesın’den bır heyet Romanya’yı zıyaret ettı. Romanya’yı zıyaret amacı folklor üzerıne araştırmalar yapmaktır. Daha geniş bilgiler toplamak için grubun başkanından mülakat aldım.

Rep. -Hoş geldiniz, Romanya’ya.
Grup başkanı.-Hoş bulduk.

Rep. -Grup olarak Türkiye’den geldiniz. Nereden ve grubun üyelerini bizlere takdim eder misiniz?.
G.b. -Biz Türkiye’den İzmir’den geldik.İzmir Ege Üniversitesi Devlet Türk Müzik Konservatuvarı’nın hocalarıyız. Ben Konservatuvar müdür yardımcısı ve bölüm başkanıyım, dr. Cengiz Aydın. Benimle birlikte üç arkadaşım daha geldi Şahin Ünal bölüm başkan yardımcısı,Çenk Aydın ve Volkan Oltaç, onlar da okulumuzda hocalar. Bu dört hocayla araştırmaya geldik. Bu araştırmamız Balkan ülkelerini kapsıyor.

Rep. -Romanya’ya gelişinizin amacı nedir?
G.b. -Demin söylediğim gibi araştırmamız Balkan ülkelerinde Türk kesimiyle yaşayan diğer toplumların kültürlerini araştırıyoruz ama kültürler çok geniş tabi, bunların alt konularını araştırıyoruz. Konularımız şu Türk halk oyunları, halk müziği, geleneksel giyim kuşam ve halk sazlar. Bu dört konu üzerinde araştırma yapıyoruz.

Rep. -Hangi şehirleri ve kasabaları gezdiniz ve neler gördünüz?
G.b. -Şimdi hangi ülkelere gittiğimi söyleyim ve sonra bu soruya cevap vereyim. Bu proje sene başında başladı. Bu araştırmamız üç sene sürecek. Bundan evvel Makedonya’ya, Yunanistan’a, Bulgaristan’a, Bosna Herteg’e ve Kosova’ya gittik. Orada araştırmalarımızı yaptık, tamamladık. Malzemeyi aldık, okula götürdük. Şimdi Romanya’dayız ve araştırmamız bir hafta sürecek. Biz buraya gelmeden evvel sayın Güten Abdula hanımla tanıştığımız için görüştük, kendisi tamamen burada organize etti. Nerelere götürecek, nerelerde ne çekeceğiz, hem kamera tespiti yapıyoruz hem kostüm bulursak alıyoruz, oyun ve müzik tespitlerinin yanında genellikle birinci elden yaşlılara gidip alıyoruz, amacımız odur bulabilirsek.
Bu arada Gülten Abdula hanım , bizlere grubun nerelere gittiğini ve neler yaptığını anlatıyor.
G.A. -Ben bu projeden çok memnunum çünkü şimdiye kadar belki pek geç kalmıştır ama hiçbir zaman geç olmaz. Bu proje başladı ve beyefendiler sağ olsunlar ve buralara kadar gelmişler.İlkönce, Galati Aşağı Tuna Kültür Merkezi ile başladık. Orada halk oyunlarını izledik, daha çok benzerlikleri ve ayrıntıları bulmaya çalıştık. Ayriyetten, iki monastire gidildi ve orada dokuma ve el işlemeleri incelendi. Sonra İbrail’e müzeye gittik. Türk kıyafetleri 19. asıra dayanan Türk kıyafetlerini bulduk, orada inceledik ve tespit ettik. İsaccea’da bir dedemizle buluştuk. Türk müziğini dinledik.
Şimdi Cengiz beye sözü bırakıyorum çünkü bu işin uzmanıdır.
G.b. -Köstence’de çok önemli bir çekim yaptık burada. Müzeye gittik. Müzede malzeme çok, giyisi çok,çok çeşitli müzelere çekimlerimizi yaptık. Köstence Başkonsolosumuz sayın Serap Ataay hanımefendiyle görüştük. Kendileri bizi çok iyi karşıladılar, kabul ettiler ve İbrail ile ilgili çok güzel bilgiler verdiler. Ve birçok değerli çalışmalarından ve burdaki insanlarımıza yaptığı hizmetlerden bahsettiler ve kendilerine de grubun adına, Konservatuvar adına teşekkür ederimTekirgöl’ü gezdik. Orada Romanya Demokrat Türk Birliğin şubesini ziyaret ettik. Çok iyi hazırlanmışlar. Oyunlar oynadılar, türküler söylediler, güzel bir koro geleneksel giyisileri giymişler ve sandıklardan çeyizleri çıkarıp getirmişler, sergilediler. Çok çekim yaptık. Ben özellikle halk kesiminin hangi kültürden olursa olsun, elbette ki soydaşlarımızın bize ağarlamaları, karşılamaları farklı oluyor, çok rahat anlaşıyoruz, en azından dilimiz aynı. Diğer kültürler de bizi iyi karşılıyor. İstediğimizi her şeyi rahatlıkla bulup alabiliyoruz, fazlasını vermeyi çalışıyorlar,çok iyi misafir ediyorlar. Onlardan da çok mutluyum ben. Sonuçta bunları biz okulumuzda yani İzmir’de Ege Üniversitesin’de arşivleyeceğiz. Aldığımız bütün malzemeyi arşivleyeceğiz. Orda deşifrelerini yapıp ta baskı haline getirildikten sonra baskıları yapılacak, kitap haline getirilacek.İnternet kanalıyla da yayına geçeceğiz, kitap olarak ta yayına geçecek ve bu yayın sonucunda elde ettiğimiz tüm bilgileri çekim yaptığımız yerlere ulaştıracağız yani burdaki kişilerinin de yararına sunulmuş olacak. Ayrıca da bizim orada merkezde de saklı tutulmuş olacak. Kostümleri de müzede sergileyeceğiz ve o müzenin de katalogunu çıkaracağız. Hem gelen insanlar müzeyi görmüş olacaklar hem de kataloglardan alanlar yaralanmış olacaklar. Bizim düşüncemize göre en geniş coğrafiyada ve birçok kültürü içine alan müzede arşiv oluşacak.

Rep. -Sizin izlenimlerinizi alabilir miyiz?
G.b. -Tabi, araştırmamızın başındayız, henüz daha tamamlayamadık ve araştırmalarının sonuçlarını şimdiden vermek mümkün değil çünkü deşifrelerini de yapamadık. Basılı haline de getiremedik. Balkanlar, Anadolu gibi bir mozayik kültürlerin bir arada yaşadığı yer ve çok zengin, birbirlerine geçkiler olmuş, bazı kültürler bazılarını biraz daha fazla etkilemiş. Oyunlarda, kostümlerde ve müzikte belli şeylere etnik yapılara dayalı, kültürlere dayalı, saf, temiz bulsanız da bir kısmı birbirleriyle benzer, birbirine geçmiş, aynı motifleri, aynı renkleri, aynı biçimi, aynı kesimi kostümlerde görebiliyorsunuz, takılarda bulabiliyorsunuz çünkü birlikte yaşayan insanlar, düğünlerini, eğlencelerini bir arada yapan insanlar elbette ki birbirine bazı şeyleri vermişler almışlar. Romanya’da da çok zengin bir alan çok zengin kültür alanı, umuyorum ki sonuçta bütün bu kardeş kültürler bir arada insanlara barış getirsin, gelecek için mutluluk getirsin, daha güzel bir dünyada yaşayalım.

Rep. -Çalışmalarınıza başarılar dilerim.
G.b. -Ben de teşekkür ederim. Bütün Romanya’daki soydaşlarımıza ve diğer toplumlara Allah’a ısmarladık diyorum, başarılar diliyorum, gelecekleri mutlu olsun istiyorum.

Mülakatı yapan Subihan İomer

▲ Cuprins ▲ İçindekiler ▲ Contents ▲

Republica Turcă a Ciprului de Nord

Nordul insulei lupta sa obtina recunoasterea propriei identitati politice. Treimea de nord a „insulei de arama”, Cipru (al carei nume i se trage de la bogatia zacamintelor de cupru), apare pe hartile politice despartita de o linie rosie ce taie necrutator capitala Nicosia, fara nici o mentiune la legenda. Explicatia acestei lipse este ca in nordul Ciprului fiinteaza de fapt o tara care nu exista. Republica Turca a Ciprului de Nord, cu toate institutiile de stat ale unei tari moderne, cu parlament si presedinte ales: nu este recunoscuta decat de Ankara, care a si contribuit decisiv la crearea sa, la capatul unui razboi civil orb si sangeros ce a dus la separarea completa a celor doua principale comunitati de pe insula, greaca si turca.
Asezata la intretaierea marilor civilizatii milenare, insula Cipru a fost disputata de puterile fiecarei epoci, care au pus mare pret pe pozitia strategica si pe bogatiile sale. Dupa egipteni, care au pus bazele catorva colonii pe coasta, fenicienii au inceput colonizarea insulei in anii 800 inaintea erei noastre. Insula a fost apoi pe rand cucerita de egipteni si persi, pentru ca, in 58 i.e.n., Roma sa preia controlul. Richard I al Angliei cucereste Ciprul in 1191. Dupa ce Venetia si-a exercitat si ea controlul, acesta revine in 1571 Turciei, care cedeaza in 1878 administrarea insulei britanicilor.
Astazi, Ciprul de nord este locuit aproape in exclusivitate de ciprioti turci si imigranti din Turcia, iar printre cladirile tipic mediteraneene si asezamintele moderne cu vitrine uriase intalnesti impunatoare manastiri cu arhitectura gotica transformate in moschei. Pe coasta de vest, in Famagusta, esti invitat sa vizitezi nici mai mult nici mai putin decat castelul lui Othello, personajul tragic al lui Shakespeare, care, in viziunea autorului, era un brav om de arme ce a luptat in Cipru. Circulatia se desfasoara dupa modelul britanic, pe stanga, iar pe strazi si pe aleile foarte inguste din orasele vechi, cel mai popular autoturism ramane versiunea Renault a Daciei 1300. Clima, peisajul si ospitalitatea localnicilor te cuceresc imediat si iti confirma ca Ciprul este un paradis turistic in devenire. Politetea cu care te coplesesc oamenii locului este dovada civilizatiei si a dorintei de a face din tara lor un loc cat mai placut pentru viata de zi cu zi, dar mai ales pentru turisti, care pot deveni o sursa importanta de venit aici, unde agricultura si serviciile sunt principalul mijloc de castigare a existentei si a unui venit mediu de aproape 600 de dolari pe luna. Viata calma de aici nu te lasa sa ghicesti drama unei existente nerecunoscute, izolate, legaturile externe ale cipriotilor turci rezumandu-se la Turcia.
La numai un an dupa ce au preluat administratia insulei, in 1879, britanicii au primit din partea comunitatii grecesti o petitie in care aceasta pleda pentru „enosis” – unirea politica cu Grecia. Primele revolte importante impotriva britanicilor au loc in 1931, la sase ani dupa ce Ciprul a devenit colonie a coroanei. „Enosis” provoaca noi tensiuni incepand cu 1945, iar miscarea pentru unire condusa de episcopul Makarios isi intensifica actiunile impotriva administratiei britanice. Makarios este ales presedinte in 1959, iar in 1960 Ciprul isi proclama independenta si este admis in Organizatia Natiunilor Unite. Comunitatea turca era insa deja in dezacord cu politica dusa de liderii greci ai insulei. Modificarile constitutionale propuse de Makarios in defavoarea minoritatii turce, care reprezenta 12 procente din populatia de peste 750.000 de locuitori, au dus la confruntari deschise intre cele doua comunitati.
Turcii doreau separarea, in timp ce grecii insistau pentru un stat unitar. ONU intervine si trimite trupe in 1964 pentru a potoli spiritele. Razboiul civil, odata declansat, s-a dovedit insa de necontrolat. Confruntarile au culminat in anii ’70 cu masacre in care nici femeile si copiii nu au fost crutati. Sate intregi in ruina stau si astazi marturie sinistra a acestor evenimente. Lovitura de stat a garzii nationale care dorea unirea cu Grecia determina Turcia sa intervina militar la 20 iulie 1974 si sa ocupe treimea de nord a Ciprului, unde se retrage intreaga comunitate turca. Ankara mentine aici 30000 de militari in care cipriotii turci vad garantia securitatii lor. In 1983, presedintele ales al cipriotilor turci, Rauf Denktas, proclama Republica Turca a Ciprului de Nord, care arboreaza alaturi de propriul steag cu semiluna pe cel al Turciei. Desi sunt supusi embargoului international ca urmare a acestei autoproclamari, cetatenii obisnuiti, constienti de meritele ce revin Ankarei in existenta lor, isi afirma cu tarie propria identitate de ciprioti turci si unii sunt chiar nemultumiti de influenta prea mare a Turciei asupra micii republici. Spre deosebire de greci, care sustin ideea unui stat federal bicomunitar, cipriotii turci insista pentru o confederatie de doua state independente. Pentru ei, memoria conflictelor intercomunitare este prea vie si nu exista cale de intoarcere in trecut. Au acum propria tara si considera ca principala lor realizare este pacea sociala. Tratativele purtate sub egida ONU intre presedintele Ciprului, Glafkos Clrides, si Rauf Denktas au ramas fara nici un rezultat, fapt care se rasfrange asupra politicii internationale prin disputa dintre Atena si Ankara.

Osman Suliman

▲ Cuprins ▲ İçindekiler ▲ Contents ▲

Balkanlar’da Türk Kadını

17-21kasim 2004 Köstence/ Parc – Mamaia otelinde „Balkanlar’da Türk Kadını“ başlığı altında Romanya Demokrat Türk Birliğ’nin II.uluslararası sempozyumu düzenlenmiş oldu..
Şeref veren dış ülkelerden gelen delege Türk hanımları sempozyum çalışmalarında önemli bildiriler sundular. Tüm bildiriler Tür Dünyasında geçmişten bu güne gelen Türk kadının önemi ve hatta oynadığı rölü dile getirildi. Ayriyeten Balkanlar’da Türk kadının beraberiliğini ve işbirliğini öneri de sağlandı. Turkiye’den (Şenol Bal, Hadiye Efe, Ayşe Sucu, Nalan Durmuş, Satı Kaya, Güneş Solak, Fatma Ahsen Turan), Bulgaristandan (Mecbure Efraimova, Ilvie Haliova, Leman Ahmet, Sebila Nasuf, Nesriye Emurla) şi Romanya’dan her şubelerimizden kadınlar katıldı. Açılış konuşması T.C. Köstence Başkonsolosu sayın Serap Ataay ve Romanya Demokrat Türk Birliği genel başkanı sayın Osman Fedbi tarafından yapıldı. Romanya Azınlıklar İlişkileri Departmanın tarafından gelen mesaj sayın Marius Jitea ve Monıca Presecan tarafından okundu. Davetli olarak sayın Rizea Gherghina ve Frangeti Mioara) Romanya Kadınlar Ligi, sayın Lesnic Maria İnsanlık Vakfı. Romanya Demokrat türk Birliği’nin sayın Osman Fedbi – genel başkanı, sayın Asan Murat – başkanyardımcısı, Şachir Sureia – genel sekretari açılış konuşmalarında birliğinin ve beraberliğinin önemini ortaya koydular.
İki gün süren çalışmalar içinde tüm bildiriler Geçmişten bu güne gelen Türk Kadınların tarihi , sosyal durumuö siyaset ve bilim alanında tutan rölü çizildi. Tüm bildiriler bir kitap haline getirilecektir.
Acestea urmează să fie publicate într-o carte a simpozionului.
Akşamları ve serbest saatler içinde kadınlar arasında fikir alışverişi yapıldı ve Türküler söylendi.
Sempozyum çalışmalarını önümüzdeki sayıda bol bol vereceğiz.

G.A.

▲ Cuprins ▲ İçindekiler ▲ Contents ▲

1 DECEMBRIE – ZIUA MONDIALA DE LUPTA ANTI-SIDA

Începand cu 1988, 1 Decembrie a devenit Ziua Mondiala de lupta Anti-Sida. Tema campaniei mondiale SIDA pentru anul 2004 este „FEMEILE, FETELE ŞI HIV-SIDA”. Aproximativ jumatate din numarul persoanelor infectate HIV sunt femei.

CE ESTE HIV?

HIV este un virus. Se numeste ’Virusul Imunodeficientei Umane’. Este un virus uman si se transmite doar la oameni. Virusul ataca si distruge sistemul de aparare al organismului. Virusul ataca si distruge sistemul de aparare al organismului care devine vulnerabil la numeroase boli.

CE ESTE SIDA?

SIDA este boala provocata de HIV. Se numeste ”Sindromul ImunoDeficientei Dobandite”. Este forma cea mai grava a infectiei cu HIV. In stadiul SIDA organismul nu se mai poate apara impotriva infectiilor.

NU UITATI!

Persoana infectata cu HIV nu inseamna ca are SIDA. Aceasta persoana poate arata si se poate simti bine o perioada lunga de timp, dar in acest interval ea poate sa transmita virusul.

CUM SE TRANSMITE HIV?

NU UITATI!

CUM NU SE TRANSMITE HIV?

NU UITATI!

HIV nu traieste timp indelungat in afara organismului uman si este distrus in contact cu alcoolul sau cloramina si la temperaturi mai mari de 60.

CUM PUTETI PREVENI INFECTIA CU HI?

NU UITATI!

Folosirea corecta a przervativului in timpul actului sexual va poate proteja si de contactarea altor infectii cu transmitere sexuala.

CUM PUTETI SPRIJINI LUPTA ANTI-SIDA?

CENTRUL DE CONSILIERE SI TESTERE HIV

ADRESA: STR. NICOLAIE IORGA, NR.89 CONSTANTA
ORAR: LUNI-VINERI, ORELE 8:00-16:00
TEL. 522211

ISMAIL ELMAS COLEGIUL ”KEMAL ATATÜRK” ANUL I

▲ Cuprins ▲ İçindekiler ▲ Contents ▲

The Economist: AB Türkiye’ye ‘evet’ diyecek

Londra

İngiltere’de yayımlanan haftalık The Economist dergisi, Avrupa Birliği liderlerinin kıtada süregelen bazı kaygı ve itirazlara rağmen gelecek hafta düzenlenecek zirvede Türkiye ile üyelik müzakerelerinin başlamasına evet diyeceklerini bildirdi.
Avrupa Komisyonu’nun raporunda, müzakerelerin gelecek yıl başlamasının tavsiye edildiğini, çoğu AB liderinin de bu görüşten yana olduğunu belirten Economist yazarı, “buna rağmen görüşmeler oldukça sert geçecek” diye yazdı.

MÜZAKERE TARİHİ TARTIŞMASI

İlk tartışma konusunun, müzakerelerin ne zaman başlayacağına dair olacağını da belirten The Economist yazarı, Türkiye’nin 2005’in hemen başlarında müzakerelere başlamak istediğini hatırlattı. Yazar, “ama büyük olasılıkla sadece 2005’in ikinci yarısında bir tarihte müzakerelere başlama sözü alabilecekler” görüşünü savundu.
Buna neden olarak da Fransız hükümetinin 2005 yılının Mayıs ayında Avrupa Anayasası için yapılacak referanduma Türkiye gölgesinin düşmesini istememesini gösteren Economist yazarı, ikinci sebebi de Türkiye’ye tam üyelik değil imtiyazlı ortaklık verilmesini isteyenlerin iknasına çalışılmasının oluşturacağını öne sürdü.
Yazar, zirvenin sonuç bildirgesinde böyle bir ifadenin yer almayacağı yönünde güçlü tahminler bulunduğuna dikkati çekti.
Türkiye’ye kuşkuyla bakan çevrelere Türkiye’de insan hakları reformlarının ters gitmesi halinde, müzakerelerin kesilebileceğine dair başka oyalanma vesileleri sağlanabileceğini de savunan Economist yazarı, AB yasalarının Türkiye’ye uygulanması sırasında insanın serbest dolaşımını engelleyen bazı “sürekli istisnalar” yaratılabileceğini de öne sürdü.
Yazar, yine de Zirve’nin sonuç bölümünde böyle ifadelerin yer almasının beklenmediğini vurguladı.

“KIBRIS RUM HÜKÜMETİNDE KÖTÜ KOKULAR VAR”

AB’nin yeni üyesi Kıbrıs Rum kesiminin bütün anlaşmayı sabote etme ihtimaline dair bazı korkular olduğunu da belirten Economist yazarı, Kıbrıslı Rumların “tanınmadıkları müddetçe müzakerelere başlanmasını veto edebileceklerini” söylediklerine dikkati çekti.
Dergi yazarı, “ancak Kıbrıs’ta yapılan referandumda halka hayır dedirten Rum hükümetinin üzerinde hala kötü kokular varken, üzerlerinde büyük baskılar oluşturulacağı kesin” diye yazdı.
Diğer üyelerin büyük ölçüde Türkiye ile müzakerelere başlanmasından yana olduğunu belirten The Economist dergisi yazarı, İngiltere başta olmak üzere İskandinav ülkelerinin ve İtalya’nın Türkiye’ye özel olarak destek verdiklerini bildirdi.
Fransa, Almanya, Avusturya ve Hollanda’nın konuyla ilgili bir huzursuzluk içinde olduğunu da savunan yazar, Fransa’nın itiraz noktalarına dikkati çekti.

▲ Cuprins ▲ İçindekiler ▲ Contents ▲

Mustafa Kemal ATATÜRK ve MEVLANA

Yıl 1922… Kasım ayının 1’i… Büyük önder, büyük devrimci, Türk milletinin başöğretmeni ve dünya ülkelerinin gelecekte kendisini örnek alacağı seçilmiş insan Gazi Mustafa Kemal Paşa Türkiye Büyük Millet Meclisi’ ndeki konuşmasını yapmak için kürsüdeki yerini alıyor. O şimşekler çakan gözleri ile arkadaşlarına bakıyor ve konuşmasına şu cümle ile başlıyor: “Efendiler! Tanrı birdir, büyüktür…”. Evet, o büyük insan gerçek bir dindardı. Belirli çevrelerin daha baştan itibaren Atatürk’ün sözde dinsiz ve dine karşı olduğunu yaymak istemelerine rağmen, o laik zihniyete sahip “dindar” bir kişiydi. O, kalıplara sığmayan, şekilcilikten uzak, gösteriş içermeyen ve Hz. Muhammed’in buyurduğu “yüksek ahlak” üzerine kurulmuş dinin aşığıydı. O İslamiyet’in kaynağındaki saf şekline bağlıydı.
29 Ekim 1923’de Fransız yazar Maurice Pernot’ya verdiği demeçte bu saflığı kendisi şöyle tanımlıyor: “Türk milleti daha dindar olmalıdır. Yani bütün sadeliği ile dindar olmalıdır demek istiyorum. Hakikate bizzat nasıl inanıyorsam dinime de öyle inanıyorum. Şuura muhalif, terakkiye mani hiçbir şey ihtiva etmiyor. Halbuki, Türkiye’ye istiklalini veren bu Asya milletinin içinde daha karışık, suni itikatlardan ibaret bir din daha vardır. Fakat bu cahiller, bu acizler sırası gelince aydınlanacaktır.”
Başöğretmen Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün Konya konuşmaları, Atamızın din hakkındaki görüşlerini ortaya koyması açısından çok önemli bir yer tutmaktadır. İşte 20-23 Mart 1923 tarihleri arasında Konya’yı ziyareti sırasında yaptığı konuşmadan bölümler: “İslamiyet’in ilk parlak devirlerinde geçmişin mahsulü olan sağlıksız adetler bir zaman için kendini göstermemiş ve yüze çıkmamışsa da, biraz sonra İslamiyet’in gerçeklerine sarılmaktan İslam esaslarına göre hareket etmekten çok, geçmişin mirasa olan adet ve inançları dine karıştırmaya başlamışlardır.
Bu yüzden İslamiyet’e dahil bir akım kavimler, İslam oldukları halde düşmeye, sefalete, geriliğe maruz kaldılar. Geçmişlerin kötü ve batıl alışkanlıkları ve bu suretle gerçek İslamiyetten uzaklaştıkları için kendilerini düşmanlarının esiri yaptılar.
Bu İslam kavimleri içinde Türkler, milli gelenek ve görenekleri itibariyle bir taraftan İran, diğer taraftan Arap ve Bizans milletleri ile temas halindeydiler. Şüphe yok ki temasların milletler üzerinde etkileri görülür. Türklerin temas ettiği milletlerin o zamanki medeniyetleri ise çökmeye başlamıştı. Türkler bu milletlerin kötü adetlerinden, fena yönlerinden etkilenmekten nefislerini men edememişlerdir. Bu hal, kendilerinde bozukluk, cehalet ve insanlıktan öte zihniyetler doğurmasından uzak kalmamıştır. İşte gerileyişimizin belli başlı sebeplerinden birini bu nokta teşkil ediyor.
Milletimizin gerçek din bilginleri, din bilginlerimiz arasında da milletimizin hakkıyla iftihar edebileceği bilginlerimiz vardır. Fakat bunlara mukabil ilim kisvesi altında hakikatten ilimden uzak, gereğince ilim tahsil edememiş, ilim yolunda layığı kadar ilerleyememiş hoca kıyafetli cahiller vardır. Bunların ikisini birbirine karıştırmamalıyız.
Efendiler, gerçek din bilginleri ile dine zararlı ulemanın birbirine karıştırılması Emeviler zamanında başlamıştır. Bilindiği üzere Sıffın vak’asında Hz. Ali’nin ordusuna karşı mızrak uçlarına Kur’an-ı Kerim sayfalarını takarak saldırdılar. İşte o zaman dine fesatlık, İslam arasına nefretlik girdi ve o zaman hak olan Kur’an, haksızlığa kabule vasıta yapıldı. Halifelik hile ile el değiştirdi. Ondan sonra bütün müstebit hükümdarlar dini hep alet edindiler. İhtiras ve istibdatlarını kabul ettirmek için hep ulema sınıfına başvurdular. Gerçek ulema, dini bütün bilginler, hiçbir zaman bu müstebit taç sahiplerine uymadılar. Onların emirlerini dinlemediler, tehditlerinden korkmadılar. Bu gibi ulema kamçılar altında dövüldü, memleketlerinden sürüldü, zindanlarda çürütüldü, darağaçlarında asıldı. Lakin onlar yine o hükümdarların keyfini dine alet etmediler. Fakat gerçek durumda bilgin olmamakla beraber, sırf o kisvede bulundukları için bilgin sanılan, menfaatine düşkün, haris ve imansız bir takım hocalar da vardı. Hükümdarlar işte bunları ele aldılar ve işte bunlar, dine uygundur diye fetva verdiler. İcap ettikçe yanlış hadisler bile uydurmaktan çekinmediler. İşte o tarihten beri saltanat tahtında oturan, sarayda yaşayan kendilerine halife namı veren baskıcı hükümdarlar bu gibi hoca kıyafetli cahillere iltifat edip, onları himaye ettiler. Hakiki ve imanlı ulema her vakit ve her devirde onların kinini çekti.
Böyle yapan halifelerinin ve din bilginlerinin arzularına muvaffak olmadıklarını tarih bize misallerle izah ve ispat etmektedir. Artık bu milletin ne böyle hükümdarlar, ne böyle alimler görmeye tahammülü ve imkanı yoktur. Artık kimse böyle hoca kıyafetli sahte alimlere önem verecek değildir. Eğer onlara karşı benim şahsımdan bir şey anlamak isterseniz; derim ki, ben şahsen onların düşmanıyım. Onların menfi yönde atacakları bir adım, yalnız benim şahsi imanıma değil, o adım benim milletimin kalbine havale edilmiş kanlı bir hançerdir. Benim ve benimle hemfikir arkadaşlarımın yapacağı şey mutlaka o adamı tepelemektir.”
Evet, yıllar önce ve olağanüstü şartlarda kullanılmış bu ifadeler Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK’ün ne kadar büyük bir kimliğe sahip olduğunun ispatıdır. Yüce Atatürk’ün Hz. Muhammed’e duyduğu büyük sevgi ile birlikte Hz. Mevlana’nın da fikirlerine duyduğu hayranlık onun tüm hayatını ve icraatlarını etkilemiş, din konusundaki ifadelerine temel teşkil etmiştir. Bir Konya ziyareti sırasında söylediği şu sözler Hz. Mevlana’ya gösterdiği sevgi ve saygının delili gibidir: “-Ne zaman bu şehre gelecek olsam, içimde bir heyecan duyarım. Hz. Mevlana düşünceleriyle benliğimi sarar. O çok büyük bir dahi, çağları aşan bir yenilikçi…”
Evet…Yüce Atatürk sahip olduğu hayat görüşünün kaynağını işte bu sözleriyle özetleyivermiştir.
Çankaya köşkündeki dil çalışmaları toplantısında Konya Mevlevi Dergahı eski postnişinlerinden Veled İzbudak Çelebi de davet edilmişti. Söz dönüp dolaşıp Hz. Mevlana’ya gelmiş, yüce Atatürk şunları söylemişti:
“- Mevlana, Müslümanlığı Türk ruhuna intibak ettiren büyük bir reformatör… Müslümanlık aslında geniş manasıyla hoşgörülü ve modern bir dindir. Araplar onu kendi bünyelerine göre anlamış ve tatbik etmişlerdir. Sıcak bir iklimde oturan, suyu nadiren kullanan, genel bir hareketsizlik içinde ömür süren Badiye Arapları için günde beş vakit abdest ve namaz, çok ileri seviyede bir yaşama hareketidir. Hz. Muhammed insanları uyuşukluktan harekete sevk etmiştir. Sarp dağlar, yüksek yaylalarda at koşturan, erimiş kar suları ile yıkanan Türkler için abdest ve namaz çok tabii olmuştur. Mevleviliğe gelince, o tamamen dönerek ayakta ve hareket ederek Allah’a yaklaşma fikri, Türk dehasının en tabii ifadesidir.”
İşte Yüce Atatürk’ün İslamiyet’e şekilcilik katarak onu asıl ruhundan uzaklaştıranlara verdiği en mükemmel mesajlardan birisi. O birçok kez dinin insanlık tarafından gerçek boyutlarıyla anlaşılmadığını belirtirken, Hz. Mevlana’nın da yanlış ve eksik yorumlandığına da temas etmiştir. Bir gün Konya milletvekili Naim Onat’ın sözde Mevlana’yı yermek istemesi üzerine Atatürk’ün söylediği şu sözleri bugün bile üzerinde ibretle düşünülmesi gereken ifadelerdir:
“-Eğer Mevlana’yı sizler gibi kavramak gerekirse, o büyük insanın ruhu dertlenir, biz de belki bir saygısızlık göstermek zorunda kalırdık. Mevlana’yı ululuğuyla kavrayabilmek için medresenin dar kapısından geçmemiş olmak gerek.”
Gazi Mustafa Kemal Paşa Konya’ya yaptığı toplam dokuz ziyareti sırasında her sefer önce Hz. Mevlana’nın makamının bulunduğu Türbe-i Saadeti ziyaret etmeyi ihmal etmemiş, tekke ve zaviyelerin işlevlerini tamamlaması ve dolayısıyla kapatılması yönünde çıkan yasa sırasında Hz. Mevlana’nın türbesini müze haline dönüştürerek tüm insanlık alemine açık halde kalmasını sağlamıştır.
Bununla ilgili bilgiler 22 Aralık 1987 yılında yayınlanan Hürriyet gazetesinde çıkan bir haberde şöyle dile getirilmiştir:
Atatürk, Konya’daki Mevlana Dergahı ve türbesini, Konya’ya ilk gelişi olan 3 Ağustos 1920 günü ziyaret etmiş ve bu ziyaretten pek etkilenmişti. Daha sonra ziyaretlerinde Mevlana Türbesini ziyaret etmeden Konya’dan ayrılmamıştır. 3 Nisan 1922 günü ziyaretlerinde, kendisi için açılan Sema meydanında hazır bulunmuş, 22 Mart 1923 günü yaptığı ziyarette postnişin Abdülhalim Çelebi’nin davetlisi olarak dergahta yemek yemiş, Hz. Mevlana’nın büyüklüğü üzerine takdir ve hayranlık dolu sözler söylemiştir.
Cumhuriyet’in ilanından sonra, tekke ve türbelerin kapatılması hazırlıkları yapılırken, Başbakan İsmet İnönü’ye “Mevlana Dergahı ve türbesinin kapatılmayarak kendi eşyası ile birlikte müze olarak düzenlenmesi ve ziyarete açılması”emrini vermiştir. Bir süre sonra, Bakanlar Kurulu kararı ile dergah, müze haline getirilmiştir.
Atatürk, 18 Şubat 1931 günü Konya’ya 9’uncu defa geldiği zaman, Konya’da 11 gün oturmuş, bu arada 21 Şubat 1931 gününü tamamen artık müze halinde ziyarete açık bulundurulan Mevlana Müzesi’nde geçirmiştir.
Bu ziyaret sırasında eski Konya Milletvekillerinden Fuat Gökbudak ve o günlerde Konya Azar-ı Atika Müzesi müdürü olan Yusuf Akyurt’un ayrı ayrı anlattıklarına göre, Atatürk müze müdürünün odasına girer girmez, niyaz penceresi üzerindeki rubaiyi görmüş, Farsça’yı çok iyi bilen Hasan Ali Yücel’e tercümesini yaptırmıştır. Atatürk tercümedeki: “Ey keremde, yücelikte ve nur saçıcılıkta güneşin, ayın, yıldızların kul olduğu sen. Garip aşıklar, senin kapından başka bir kapıya yol bulmasınlar diye öteki bütün kapıları kapanmış, yalnız senin kapın açık kalmıştır.” ibaresini işitir işitmez şöyle demiş:
“Hz. Mevlana’nın büyüklüğü burada bir kere daha kendini gösterdi… Doğrusu ben, 1923 yılındaki ziyaretim sırasında, bu dergahı kapatmayalım Müze olarak halkın ziyaretine açalım, diye düşünmüş; bir yıl sonra dergah ve tekkelerin kapatılması kanunu çıkar çıkmaz İsmet Paşa’ya Mevlana dergahı ve türbesini kendi eşyası ile Müze haline getir emrini vermiştim. Görüyorum ki, şu okuduğumuz rubainin hükmünü yerine getirmişim. Bakınız ne kadar mükemmel bir Müze olmuş…”
Değerli tarihçi Cemal Kutay’ın ifadelerine göre, Mustafa Kemal’e emrindeki yardımcılarının “Paşam Hz. Mevlana’nın makamını müze haline getirmeniz üzerine halk buraya akın etmeye başladı. Bu bir sakınca doğurmasın” demeleri üzerine Atatürk’ün verdiği cevap ilginçtir:
“-Eğer, Hz. Mevlana’yı hakkıyla tanımak ve benimsemek için ziyarete gitmekte olduklarına inansam öteki dergahların da açılmasını sağlardım. Çünkü, Hz. Mevlana’yı tanımak ve anlamak zaten diğer tüm tehlikeleri de ortadan kaldırmaktadır.”
Hz. Muhammedin “Din nedir?” sorusuna verdiği “Ahlak, ahlak, ahlak” cevabına her dönemde çok ihtiyaç duyduğumuzu düşünerek Hz. Muhammed’in, Hz. Ali’nin, Hz. Mevlana’nın ve Atatürk’ ün şu sözlerine dikkat çekmek istiyoruz:

“İlim Çin’de olsa gidip öğreniniz.”
Hz. Muhammed
“Hayatta en hakiki mürşit ilimdir.”
Mustafa Kemal Atatürk
“Dünyada sevgiye dair ne varsa ben orada varım, savaşa dair ne varsa ben orada yokum.”
Hz. Mevlana
“Yurtta Sulh, Cihanda Sulh.”
Mustafa Kemal Atatürk
“Evlatlarınızı zamana göre yetiştiriniz.”
Hz. Ali
“Milletimi muasır medeniyet seviyesinde görmek isterim.”
Mustafa Kemal Atatürk

HAZIRLAYAN GULTEN ABDULLA

▲ Cuprins ▲ İçindekiler ▲ Contents ▲

Anne Sütü

“Biz insana anne ve babasını (onlara iyilikle davranmayı) tavsiye ettik. Annesi onu, zorluk üstüne zorlukla (karnında) taşımıştır. Onun (sütten) ayrılması, iki yıl içindedir. “Hem bana, hem anne ve babana şükret, dönüş yalnız banadır.”(Lokman Suresi, 14).
Anne sütü, bebeğin besin ihtiyaçlarını eksiksiz olarak gidermek ve bebeği olası enfeksiyonlara karşı korumak üzere Allah tarafından yaratılmış eşsiz bir karışımdır. Günümüz teknolojisi ile hazırlanan bebek mamaları dahi bu mucizevî besinin yerini tutamamaktadır. Anne sütünün bebeğe olan faydaları her geçen gün daha fazla ortaya çıkmaktadır. Bilimin anne sütü ile ilgili yeni keşfettiği gerçeklerden biri ise bebeğin anne sütü ile 2 yıl boyunca beslenmesinin son derece faydalı olduğudur. Bilimin yeni keşfettiği bu önemli bilgiyi Allah bizlere “…Onun (sütten) ayrılması, iki yıl içindedir…” ayetiyle 14 asır önce bildirmiştir.

Hazırlayan: Firdevs Veli

▲ Cuprins ▲ İçindekiler ▲ Contents ▲

Kur’an Mucizeleri

Denizlerin Karışmaması

Denizlerin, araştırmacılar tarafından çok yakın bir geçmişte tespit edilen bir özelliği, Kuran’ ın değişik ayetlerinde şöyle bildirilir: Birinin suyu tatlı ve susuzluğu giderici, diğerininki tuzlu ve acı iki denizi salıveren ve aralarına bir engel, aşılmaz bir serhat koyan O’dur. (Furkan :53)
(Onlar mı hayırlı) yoksa, yeryüzünü oturmaya elverişli kılan, aralarında nehirler akıtan, onun için sabit dağlar yaratan, iki deniz arasına engel koyan mi? Allah’ ın yanında başka bir ilâh mı var? Hayır onların çoğu (hakikatları) bilmiyorlar. (Neml: 61)
(Acı ve tatlı) iki denizi salıverdi birbirine kavuşuyorlar. Fakat aralarında bir engel vardır, birbirlerine geçip karışmıyorlar. (Rahman :19 – 20)
Birbirine açılan fakat suları kesinlikle birbiriyle karışmayan denizlerin ayette bildirilen bu özelliği, okyanus bilimciler tarafından çok yakın bir zaman önce keşfedilmiştir. “Yüzey gerilimi” adı verilen fiziksel bir kuvvet nedeniyle, komşu denizlerin sularının karışmadığı ortaya çıkmıştır. Denizlerin farklı yoğunluklarından kaynaklanan yüzey gerilimi, adeta bir duvar gibi sularının birbirine karışmasını engeller.

Hazırlayan: Firdevs Veli

▲ Cuprins ▲ İçindekiler ▲ Contents ▲

NAMAZ

Arapcada “salat”kelimesinin kasiliginda olan namaz, sozlukte dua anlamindadir. Istilahta ise iftitah tekbiri ile baslayan ve selam ile sona eren bir takim ozel soz ve fiilerden ibaret olan bir ibadettir.
Cabir (r.a.) Hz.Peygamberimiz (s.a.v.)’in soyle buyurdugunu soyledi: “Bes vakit namaz, kapinin onunde akip giden ve insanin her gun icinde bes defa yikandigi bol sulu bir nehir gibidir, buyurmustur” (Riyaz’us Salihin)
Namaz mu’minlerin hata ve kusurlarini temizleyen, temizlenmesine vesile ve vasita olan bir ibadettir. Mu’min namaz kilmakla hem maddi hem manevi kirlerden temizlenmis olur. Bes vakit namaz billurlasmis nur nehridir. Temizlenmis hale gelen bir mu’min, ibadetlerine devam ettikce cismi bir pirlanta gibi olur. Ruhu ise ilahi ask buhurlarindan yukselen guzel koku ile mest olur. Namaz kilan kimsenin ayaklari arzda, ruhuda yukselen nurun ucu da Ars’tadir.
Hz.Peygamber efendimiz (s.a.v.) daha Mekke’de iken ve henuz bes vakit namaz muslumanlara farz kilinmamisken, Nubuvvet kendilerine geldikten sonra namazla emrolunmuslardi. Bu namaz Cebrail Aleyhisselam’’n ogretmesi ile yerine getirmeye baslamislardi. Once Cebrail Aleyhisselam abdest aldi, arkasindan peygamber Efendimiz (s.a.v.) abdest aldi. Sonra Cebrail kalkib namaz kildi. peygamber efendimiz de onun gibi namaz kildi. Bu ilk namaz Mi’rac hadisesinden evvel olmustur.
Resulullah (s.a.v.)ummetinden ilk olarak Hz.Hatice’ye abdest almayi ve namaz kilmayi, Cebrail Aleyhisselam’dan ogrendigi gibi ogretmis olup Hz.Hatice de Peygamber den sonra ilk namaz kilan olmustur. Daha sonra hicretten bir bucuk yil once Peygamberimiz (s.a.v.) Mirac’a ciktiklari gecenin sabahina dogru bes vakit namaz farz kilindi. ve bunu yine Cebrail ogretti. Ancak araya ogretme ve ogrenme isi girdigi icin bes vakit namazdan ilk kilinan ogle namazidir.
Yuce rabbimiz bir ayet-i kerimede soyle buyurmaktadir: ”Ey imam edenler! Ruku edin, secdeye varin. Rabbinize kulluk edin, iyilik yapin ki saadete erisesiniz.” (El-Hac Suresi Ayet:77) Namaz gunde bes defa belli vakitlerde kilinmasi, ruhlari ve gonullri tekrar tekrar huzura kavusturur, inasanlari dunya hayatinin goz kamastirici guzellikleri menfaatleri karsisinda onlara tamamen baglamaktan ve gafletten kurtarir. Namazi devamli kilan kimse kendisini daima hesaba ceker, yaptigi kotulukler varsa onlara pismanlik duyar ve onlari bir daha yapmamaya karar verir. Peygamberimiz (s.a.v.) buyuk bir teslimiyetle husu icinde okudugu ayetlerin ulvi manalarini dusunerek namaz kilardi. Ayaklarinin alti sisinceye kadar namaz kildiini gorenlerin kendisine, gecmis ve gelecek gunahlarini bagislandigi halde, neden bayle yaptigini sorduklarinda, O da ”Ben sukreder bir kul olmayayim mi” diyerek, Allah’a kullugun serefini ifade etmistir.
Bes vakit namaz, mekke-i Mukerreme’de ve nubuvvetin on birinci senesinde yani Hicretten bir bucuk yil evvel Mirac gecesinde farz kilindi. namaz butun farz olan islerin asli ve bu itibarla da dinin diregidir. Namazin farziyeti: Kitab, Sunnet, Icma ile sabittir. Namaz kilan dunyada borcunu oder, ahirette sevaba nail olur Namaz pek mukaddes bir ibadettir. Namazin fazileti sayilmakla bitmez ve bu onemli ibadeti sihhatli kilmak lazindir cunku ilk hesaba cekilecegimiz konu namazdir. sevgili peygamberimiz (s.a.v.) bir hadis-i seriflerinde soyle buyurmustur: “Bir kulun Kiyamet gununde hesaba ilk evvel sorulacak amel namazdir. Eger namazi durust cikarsa felah bulmus ve kazanmistir. Eger namazi duzgun cikmazsa kaybetmistir. Farz namazlari eksik ciktiginda Aziz ve celil olan Allah ”Bakiniz kulumun nafile namazi var midir?” der. Namazin eksikleri nafile namazla tamamlanir. Diger amelleri de bu tarzda muhasebe edilir” (Riyaz’us Salihin)

MUSLEDIN REVIN
EFORIE N. IMAMI

▲ Cuprins ▲ İçindekiler ▲ Contents ▲

24 Kasım Öğretmenler Günü

Bugün, Türkiye Cumhuriyetinin kurucusu ulu önder Mustafa Kemal Atatürk’ün 24 Kasım 1928’de Baş öğretmenliği kabul ettiği gündür.
Aradan geçen elli üç yıl sonra Türkiye Cumhuriyeti Devleti, bu özel günü „Öğretmenler Günü ” olarak ilan etmiştir.
Öğretmenler Günü Türkiye’nin ilime ve ilim öğretene saygısını gösterdiği bir gündür. Gerçek Türk milleti kurulduğundan bugüne ilime ve öğretmene son derece önem vermiş saygıda kusur etmemiştir çünkü onun inancı ve tarihi geleneği buna musaittir.
Türk milletinin inandığı Kitapta „ Kuran-ı kerim” şöyle der: „hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?”. Onun Peygamberi „ Ilim adamlarının kaleminden akan mürekkebin şehitlerinin kanıyla tartıldığında ilim adamlarının kaleminden akan mürekkebin daha ağır geldiğini ”söyler.
Türk milletinin önderi Kemal Atatürk „Dünyanın her tarafında, öğretmenler, insan topluluğunun en faydalısı ve en muhterem unsurlardır” der.
Fatih Sultan Mehmet Istanbul’u Fethettiğinde, Rum kızları padişah sanarak Akşemseddin hocaya çiçek sunarlar, hoca arkadaki genç adama dönerek ”çiçeği buna verin, çünkü padişah budur” der. Fatih, „Hayır, padişah benim ama, beni yatiştiren o hocamdır.Çiçeği hocama verin!” der.
Yavuz Sultan Selim Han bir savaş dönüşünde yanında hocası Kemal vardır. Hocanın atının ayaklarından sıçrayan çamurlar padişahın kftanını kirletir. Bunun üzerine hoca üzülür. Bunu gören padisah, hocasına „Hocam üzülme! Hocamın atının ayağından sıçrayan çamur bizim için bir şereftir. Vasiyet edeceğim: Bu kaftanımı ben ölünce tabutuma koysunlar.”
Ben öğretmenlerime ve tüm dünyadaki öğretmenlere şöyle sesleniyor ve diyorum ki:

Kalemi kılıçtan üstün tutan
Fikir parasında ilim satan
Mürekkebe oz kanını katan
Kalplerde taht kuran öğretmenim.

Eli öpülmeye en lâyık olan
Kum gibi eriyen gül gibi solan
Kainâta ilim mührünü vuran
Tarihe sığmayan öğretmenim,

Selam, eğitimin kaynağı olan öğretmenlere
Selam, aydınlık güzel günlere.
Selam, iliği, doğruyu, iyiyi, güzeli haklıyı ve haksızlığı ve daha nicelerini öğreten öğretmenlere
Selam, onun sıcacık sevgisine
Selam ulusların yüz akı olan öğretmenlere
Selam…Selam…Binlerce selam…

Bu duygu ve düşüncelerle Tüm öğretmenlerin Öğretmenler Günü kutlar, ölenlere rahmet, sağ olanlara sağlık ve ahiyet dilerim.

Tahsin Akşit, Mecidiye „Kemal Atatürk” Milli Kolejin Müdür yardımcısı

▲ Cuprins ▲ İçindekiler ▲ Contents ▲

24 KASIM ÖĞRETMENLER GÜNÜ – MECİDİYE

„Efendiler, okullarda öğretim ve eğitim görevinin güvenli ellere teslimini yurt evlatlarının o görevi kendisine hem bir meslek, hem bir ülkü sayacak, erdem sahibi ve saygıdeğer öğretmenler tarafından yetiştirilmesini sağlayacak öğretmenlik mesleği yücedir. Dünyanın her tarafında öğretmenler toplumun en özveri sahibi saygıdeğer unsurlarıdır.”
Mustafa Kemal Atatürk’ün böyle güzel sözlerine sahip olanlar, bu sözleri yürekten benimseyen kimseler vardı ki, geçen ay, m 26 kasım tarihinde Mecidiye”de büyük bir proje gerçekleşmiştir. Böylece, Askeri Evinde Öğretmenler Günü kutlanmıştır.
Öğrenci sevgisi, mesleklerine bağlılık göstern Vildan Bormambet hanım başta olmak üzere, „Mustafa Kemal Atatürk” Koleji”nin müdür yardımcısı sayın Tahsin Akşit bey ve saygıdeğer öğretmenleri, U.D.T.R. Köstence şubesi ve Mecidiye”deki diğer okullarının öğretmenleri elele verip, bu programın hazırlanmasına büyük bir heyecanla katılmışlar ve seyircilerimize bizler için büyük bir anlam taşıyan bu günün altını çizmişlerdir. Programı sunma şerefi ban ve „Mustafa Kemal Atatürk” Koleji”nin Türk Dili ve Edebiyat öğretmni Ali Saçıkara beye ait olmuştur. Anneler ve babalar yanısıra, öğretmeni arkadaşlarımızı Köstence Müffetişliği tarafından gelen Ene Ulcean hanım, Romanya Müslümanlar Müftülüğünün tarafından, Yusuf Murat beyi, U.D.T.R.”den gelen İbram Ervin beyi, Köstencedeki Uluslararası Bilgisayar Lisesindeki müdür beyi ve saygıdeğer öğretmenlerini böyle değer misafirlerimizi ağırlamaktan gurur duyduk.
Sahnede, Ali Saçıkara yönetiminde „Külden Eşek” masalı dinledik, Nasreddin Hocamız „ziyaretimize” geldi ve Vildan Bormambet yönetiminde küçük bir pies izledik şarkılar ve şiirler söylendi Elbette yıldızlarımız çoktu ve salondaki bütün soğuğa rağmen o akşam çok güzel parladılar.
Proğramın sonunda okul müdürleri ve öğretmenlerimiz tek tek, sahneye davet edilerek onlara Onur Belgeleri verilmiştir.
Teşekkürlere gelince ilk önce, Romanya Türk Demokrat Birliğin Başkanına, Eğitim Komisıyonuna, „M.K. Atatürk ” Kolejinin müdürlüğüne ve öğretmenlerine, yürekten kutluyoruz ve teşekkürler ediyoruz. Böyle aktivitelerinin devamını dileyerek, Allah’a ısmarladık esenle kalın, mutlu kalın, saygılar, efendim…

ILMİA SÜLEYMAN-Türk Dili ve Din Dersi öğretmeni

▲ Cuprins ▲ İçindekiler ▲ Contents ▲

RAMAZAN BAYRAMININ KUTLAMASI

Ramazan, halk arasında yaygın kullanımı ile Şeker Bayramı, Ramazan ayında oruç tutarak Allah’ın rızasını kazanmaktan doğan sevincin ifadesidir.
Ramazan Bayramına halkımız da büyük bir heycanla hazırlandı. Özellikle Mecidiye’deki 7 nolu İlköğretim Okulundan öğrenciler, heycanla Kadır gecesinden sonra, okulda sevgili annelerine ve babalarına küçük bir program hazırladılar. Şarkılarla, şiirlerle, tiyatro, tekerlemelerle ve oyunlarla, o nazik seslerle, ailelerine „Ramazan Bayramı kutlu olsun!” dediler.

Rukiye Şakir – Mecidiye 7 nolu Okulun’da Türkçe öğretmeni

▲ Cuprins ▲ İçindekiler ▲ Contents ▲

Activitatea didactica de la Grădiniţa O.N. nr. 1 bilingvă româno-turcă din Medgidia

În data de 26 noiembrie 2004, la Grădiniţa bilingvă româno-turcă, d-na dir. Muazis Mustafa a susţinut activitatea „Roata toamnei“-„Sonbaharýn Tekerliği”. Activitatea a fost sustinută atât în limba română cât şi în limba turcă şi a avut ca obiective educarea capacităţii de a opera cu noţiuni (din limba română şi limba turcă), integrând elementele anotimpului toamna în categoriile specifice şi formarea competenţelor de limbaj – analiză şi sinteză lexicală şi fonetică.
La activitate au participat atât cadre didactice debutante cât şi cu vechime în învăţamânt, care au rămas plăcut surprinse de răspunsurile copiilor şi de îndemânarea d-nei educatoare, care a folosit metode activ-paricipative activând copiii.
O felicităm şi pe această cale pe d-na dir. Muazes Mustafa pentru această frumoasă activitate.

▲ Cuprins ▲ İçindekiler ▲ Contents ▲

Lansare de Carte

În ziua de 25 noiembrie a.c. la Casa de Cultură avut loc lansarea a trei titluri din colecţia Taiba: Miracolul Coranului în Medicină, Miracolul Coranului în Geologie, Miracolul Coranului în Astronomie.
La aceasta acţiune au fost invitaţi şi membrii ai U.D.T.R. Uniunea noastră a fost prezentă prin persoana D-nului Remzi Islam, Preşedintele comisiei de religie precum şi de alţi numeroşi membrii. Moderatorul acestei lansări de carte a fost D-ul Enghin Cherim, reprezentant al Fundaţiei Taiba din Constanţa. A luat cuvatul Preşedintele Fundaţiei Taiba din Romania, Dr. Naji Abu Al- Ula, Directoarea Bibliotecii ‘Petre Tutea’ , D-na Aiserin Nebi; Directorul Colegiului Kemal Ataturk, D-nul Prof. Dr. Ibram Nuredin; D-na Profesor Akmola Ghiuner. Fundaţia ‘Taiba’ s-a înfiinţat la data de 13.05.1999 şi are ca scop sprijinirea Cultului Musulman din Romania pe care le întreprinde pentru satisfacerea nevoilor religioase şi spirituale ale populaţiei de rit musulman din Romania. Cea mai importantă activitate pe care o desfăşoară Fundaţia, este editarea de cărţi în vederea documentării comunităţii musulmane în ceea ce priveşte elementele religiei şi a civilizaţiei Islamice ca un mod de viaţă complet. În acest sens Fundaţia a tradus şi a publicat pană la ora actuală peste 25 de cărţi prin care a urmărit să acopere principalele subiecte începand de la Unicitatea lui Allah, ritualurile de adorare pană la miracolele Coranului în Medicină, Astronomie şi Geologie. Datorită activităţilor doresc să le mulţumesc organizatorilor pentru invitaţiile adresate U.D.T.R şi le dorim succes în continuare.

Firdevs Veli

▲ Cuprins ▲ İçindekiler ▲ Contents ▲

Cumpăna, Comuna mea

Mă numesc Ali Aisun, învăţ la Şcoala Generală Cumpana şi sunt în clasa a-IV-a C. Datorită Dnei Primar Mariana Gaju comuna mea este foarte frumosă. Dansa nea înfrumuseţat comuna cu anumite investiţii de care putem beneficia. Pentru noi copiii şcoala este locul unde acumulăm cunoştinţe şi ne pregătim pentru viaţă. În şcoală beneficiem de un mobilier nou şi de laboratoare de informatică cu calculatoare performante. Dna Director, Dna Aurelia Filip este un conducator care ne iubeste şi ne pune la dispoziţie tot ce ne este necesar pentru ca noi să învăţăm şi să ne pregătim pentru viaţă. Şcoala este dotată cu o sală pentru orele de Limba Turcă. Geamia a fost recondiţionată datorită lucrarilor sponsorizate de către Consiliul Local.

▲ Cuprins ▲ İçindekiler ▲ Contents ▲

TÜRK-İSLÂM KÜLTÜRÜNDE KADIN

Ayşe Sucu
TDV Kadın Kolları Başkanı

Giriş

Kadının toplumdaki yeri üzerine yapılan bilimsel araştırmaların ortaya koyduğu bir gerçek var: Hemen hemen bütün toplumlarda kadın-erkek yasal olarak eşit olmasına rağmen, gerçek hayatta az veya çok kemikleşmiş eşitsizlikler bulunmaktadır. Eşitsizliklerin türü ve derinliği, toplumdan topluma ve toplum içerisindeki katmanlara ya da sınıflara göre değişmektedir. Araştırmalar, bu eşitsizliklerin hayatın çok çeşitli yönlerinde ortaya çıktığını göstermektedir. Cinsiyete dayanan bir toplumsal iş bölümü, kadınların toplum içindeki asıl yükümlülüklerini ev işleriyle sınırlı kılıyor. Bu yüzden kadınlar, üretim faaliyetlerine daha az katılmakta, çalışma hayatında ise erkeklerden daha geri bir yer tutmaktadırlar.
Kadınların eğitilme düzeyleri genellikle erkeklerden geridir. Toplumsal hayata, kamusal faaliyetlere, özellikle siyasal karar sürecinde çok az kadın katılmaktadır. İnsanî yeteneklerini sonuna kadar geliştiremedikleri için bağımlı ve edilgen bir kişilik kazanmaktadırlar. Erkekler için geçerli olandan farklı, hem daha katı ve baskıcı, hem de kadını aşağılayıcı, küçük görücü normlara yer veren kültür kalıplarına uymaları beklendiği gibi, ahlâk kodları kadın ve erkek için farklılaşmaktadır. Böylece toplumsal hayatın tüm yönlerinde; iktisadî, siyasî ve kültürel alanlarda kadınlar erkeklerden farklı ve daha aşağı bir statüde yer almakta, psikolojik yapıları da bu eşitsiz konuma ayak uydurmalarını sağlayacak bir biçime bürünmektedir.

Tarihte Kadın

Tarih boyunca çeşitli toplumlarda kadının farklı bir statüye sahip olduğunu, eski toplum ve medeniyetlerden günümüze intikal eden sınırlı ölçüde bilgi ve belgeler ortaya koymaktadır. Hemen hemen bütün eski toplumlarda kadın, erkeğe göre ikinci derece bir değer ve konuma sahiptir. Bazı toplumlar anaerkildir; burada kadın, bereket ve verimlilik sembolü olarak görülür. Meselâ eski Anadolu’da “ana tanrıça” kültü vardır. Hristiyanlık, Hz. Meryem’in statüsünü tartışırken onu, tanrıyı doğuran kabul etmiş. Böylece Hristiyanlık, Batı Anadolu’da yaygın olan bu Tanrıça Artemis inancını yeni bir şekle sokmuştur.
Sümer ve Babil efsanelerinde kadına ait çeşitli bilgilere rastlanır. Hammurabi kanunlarında monogami esastır ve kadının mülkiyet ve miras hakkı vardır. Hitit döneminde ticarî hayatta aktif bir rolü olan kadın, hukukî açıdan erkeğe eşittir. Ünlü Kadeş Antlaşmasında, Hitit kralının yanında kraliçenin de mührü bulunuyordu. Anaerkilliğin ilk aile şekli olduğunu savunanlara göre, ataerkil aileye geçişle kadın statüsünü kaybetmeye başlamıştır.
Eski Yunan’da kadının hiçbir hak ve yetkisi yoktu. Roma’da kadınların özel hukukları oldukça sınırlıydı ve kamusal alanda söz sahibi değillerdi. Hinduizm’de erkek egemendir; bilgi ve kurtuluş yolu erkeklerin tekelindedir.
Eski Türk toplumlarında ise ataerkil aile tipi egemen olmasına rağmen çağın diğer toplumlarına göre kadın daha iyi bir statüye sahipti.

Yahudilik’te Kadın

Tevrat’ta kadının yaratılışıyla ilgili iki kıssa vardır. Birinde kadın erkeğe eşittir ve erkek gibi tanrının suretinde yaratılmıştır. Diğer kıssaya göre, erkeğin yalnızlığını gidermek ve ona yardımcı olmak üzere onun kaburga kemiğinden yaratılmıştır. Bu durumda kadın erkeği tamamlayan bir konumdadır ve Kitab-ı Mukaddes geleneğinde baştan beri erkek kadının efendisidir.
İbadette kadının rolü ikinci derecededir. Din görevlisi olamaz ve cemaatle ibadete katılamaz. Tevrat kadınların, erkeklere benzer şekilde giyinmelerini yasaklar ve başlarını örtmelerini ister.
Günümüz Yahudi çevrelerinde kadınla ilgili farklı yeni yorumlar söz konusudur. Ortadoks Yahudiliği dışındaki kadınlar giderek erkeklerle eşit rol oynamayı ve eski görüşlerin gözden geçirilmesini istemektedirler. Bu çevreler feminizme ve yeniliklere açık dururlar.

Hristiyanlık’ta Kadın

İncillerde başta Hz. Meryem olmak üzere çeşitli kadınlardan söz edilir. Hz. İsa, öğretisini yayma işinde kadınlara da görev vermiştir. Bununla birlikte Yeni Ahid’de kadınların evlenmesi hoş karşılanmaz ve bekâretin fazileti anlatılır.
Pavlus’a göre kadın erkek için yaratılmıştır. Bu yüzden kadınlar rabbe bağlı oldukları gibi kocalarına bağlı da olmalıdırlar. Yine Pavlus, zinadan korunmak ve çocuk yapmak için kadınların evlenebileceğini söyler. Ona göre kadınlar, başlarını örtmek şartıyla kilise toplantılarına katılabilirler. Bunu sadece dua için yapabilirler. Sorup öğrenmek istedikleri bir şey varsa bunu, evde kocalarından sorup öğrenmelidirler.
Hz. Havva dolayısıyla Hristiyanlık kültüründe kadın, yasak meyveyi Hz. Adem’e yedirdiği ve onun cennetten kovulmasına, böylece insan neslinin günahkâr olmasına sebebiyet verdiği için genellikle olumsuzca yer alır. Çünkü kadın günahın sembolüdür. Yeryüzüne günahı getirmiş, erkeği baştan çıkarmıştır.
Orta Çağ Hristiyan dünyasında kadın ve evlilik öylesine kötülenmiştir ki bazı konsillerde kadının ruhunun olup olmadığı tartışılmıştır. XII. asırdan itibaren Batıda büyücü ve cadı avı başlamış, pek çok kadın cinlerle ilişkisi olduğu gerekçesiyle yakılmış veya suda boğulmuştur. Bir taraftan Hz. Havva diğer taraftan Hz. Meryem sembolleri arasında sıkışıp kalan Batılı kadın, Sanayi İnkılâbıyla birlikte geleneksel anlayışlara tepki olarak feminizm ve kadın hakları tezini ön plâna çıkarmaya başlamıştır.

İslâm’da Kadın

Dünyadaki diğer bütün canlılar gibi insan da çift yaratılmıştır. Kur’an’da insanın “en güzel şekilde” (Tin, 95/4) kadın ve erkek olarak “bir tek can”dan (A’raf, 7/189) yaratıldığı belirtilmektedir. Kadın ve erkek olarak ayrı ayrı yaratılmanın esprisi, cinslerin birbirini “tanıyabilme” (Hucurat, 49/13) olgusuna delâlet eder. Çünkü kadın ve erkek, yaradılış özellikleri sebebiyle birbirini tamamlayan iki unsurdur. Böylece bir taraftan yaradılışın amacı olan Allah’ı “tanıma” ve ona “kulluk etmek” (Zariat, 51/56) diğer taraftan da toplum hayatını ve insan neslinin devamını sağlamak gerçekleşmiş olacaktır.
İslâm toplumlarında kadının aile ve toplum hayatındaki yerini sadece din belirlemez. Bunun yanında toplumların yapısı ve kültürleri kadına bakışta ve onun konumu üzerinde dinden daha etkili olur.
İslâm öncesi Arap toplumunda kadın tamamen aile reisi olan erkeğe bağlıdır. Evlilikte yetki velinindir. Kadın kocasını seçme hakimiyetine sahip değildir. Kadın-erkek ilişkileri toplumun göçebe veya yerleşik olmasına göre değişir. Göçebe toplumun kadını yerleşik olana nispetle daha özgürdür. Çünkü daha çok çalışması, daha çok verimli olması gerekmektedir.
İslâm, kadının sosyal, ekonomik ve hukukî konumunda önemli değişiklikler yapmıştır. Kur’an yaradılış ve sorumluluk yönünden kadın ve erkeği eşit kabul eder. Ne var ki İslâm toplumlarındaki görüntü her zaman teoriye uygun düşmez. Geleneksel ve kökleşmiş anlayışlar etkisini sürdürür. Hz. Peygamber’in vefatından hemen sonra kadınların namazlarını camide kılma uygulamasından rahatsızlık duyulur. Kadınların camiye gitmelerinin fitneye sebebiyet vereceği düşüncesi onları evlerine hapsettirir.
İslâm tarihi boyunca kadın, hemen her fıkıh kitabında evlenme özgürlüğü, boşanma imkânı, aile reisliği, miras paylaşımı, yargılama hukukundaki durumu, şahitliği, kanun alanındaki yeri ve devlet başkanlığı konuları açısından tartışılmıştır. Kadınlar, hukukî ehliyet ve malî imkânlarını hayata geçirmede her zaman başarılı olamamışlar, zamana ve topluma göre durumları değişiklik göstermiştir.
İslâm’ın Arap kadınının sosyal statüsünü büyük ölçüde değiştirdiği doğrudur. Çünkü İslâm, bir taraftan toplumu ayakta tutan ailenin korunmasına önem verirken diğer taraftan kadını toplum içine çekmiştir. Kadınlar İslâm’ı, Hz. Peygamber’in zamanında toplum içinde öğrenmekteydiler. Yine kadınların savaşlarda aktif rol üstlendikleri, yaralıların tedavisinde bulundukları bilinmektedir.
Emeviler döneminden itibaren şehir hayatının ortaya çıkması onların eğitim, kültür ve sanat hayatında kendilerine özgü bir hayat tarzı elde etmelerini sağlar. Ayrıca bu dönemden sonra kendi aralarında birtakım sosyal etkinlikleri de yürütmeye başlarlar.
Öte taraftan kadının siyasî hayatta da etkin bir rol aldığını görürüz. Özellikle Türk hanedanlar arasında hükümdar eş ve annelerinin devlet işlerine karıştığı kaydedilmektedir.
Ne var ki ta modernleşme dönemine kadar İslâm toplumlarında kadının hak ve özgürlüğü, toplum içindeki konumu ataerkil aile anlayışına bağlı bir şekilde gelişir. Bazı toplumlarda belli bir statü kazanır, ama bazı toplumlarda da geleneksel anlayışlara göre evine hapsedilir. İslâm’ın kadına kazandırdığı asıl haklar aile içinde ve çocuk eğitiminde kendini gösterir. Bunların dışında erkeğin gerisinde ve onun müsamahası çerçevesinde toplum hayatında kısmî yer alır.
Kadın haklarının gelişmesini veya geriliğini doğrudan dinlerin öğretilerine, toplumların inanç sistemlerine tamamen bağlamak yanlış olur. Dinler, toplumlarda mevcut olan durumu iyileştirmek, aksayan yönleri gidermek amacıyla oluşmuş müesseselerdir. Toplumsal hayat bir süreçtir ve kendi doğal seyrinde gelişir. Bu seyir içinde dinlerin rolü, akışın istikametini değiştirmek değil, düzenlemektir. Yani toplumlarda inanç inkılâpları pek yaşanmaz. Daha çok mevcut inanç dünyasında birtakım yenilenme ve ihya hareketleri söz konusudur.
Toplumların sosyal yapısını belirleyen unsurlardan biri dindir. Ama dinin yanında örf ve adetler, sosyal ve kültürel şartlar, ekonomik yapı, göçler ve şehirleşme, diğer toplumlarla etkileşim gibi hususlar da toplumsal değişimi belirleyen faktörlerdendir. Dolayısıyla kadının toplumsal hayattaki yerini ve tarihsel gelişim seyrini anlamaya çalışırken toplumlara bütün olarak bakmak gerekecektir. Çünkü kadının sosyal hayat içindeki rolü toplumsal yapıyı belirleyen bütün unsurlarla bir şekilde ilintilidir.
Meselâ bir toplumda ekonomik şartlar kötüye gidiyorsa o toplumun eğitim düzeyi bundan etkilenir. Eğitimi bozulan bir toplumun hukuk düzeni kendini yenileyemez. Hukuktaki tıkanma, gelir dağılımında çeşitli adaletsizliklere sebebiyet verir. Adalet anlayışı bozulunca haksızlıklar ve istismarlar yaygınlaşır. Buna bağlı olarak ahlâkî değerler zayıflar. Ahlâkî değerlerin zayıfladığı bir toplumda gerilimler artar. Gerilim ve çatışma, fanatizmi doğurur. İşte o zaman din, fanatizmin istismar edeceği olgulardan biri hâline gelir. Koruma veya saldırı psikolojisine giren insanlar dinî referanslara bir sığınma aracı ve kalkan olarak sarılırlar. Böyle bir mantığı kadın konusunda işlettiğimizde dinin son kertede bir fonksiyona sahip olduğu açıkça görülecektir. Öyleyse din ve inanç sistemlerinin öğretileri ile toplumsal bir olguyu bütünüyle tanımlayamayacağımız açıktır.
Kaldı ki İslâm, bilgi, ahlâk ve adalet temeli üzerine bir inanç sistemi kurar. Bireysel hayattan en geniş toplumsal organizasyonlara kadar doğrudan bir yapılanma modeli sunmaz. Şekil ne olursa olsun, onun içinde bir anlayış ve espri sunar. Bu da insanları bilgiye, ahlâka ve adalete dayalı bir anlayışa davettir. İslâm’da yönetim biçiminin fazla bir önemi yoktur. Yönetim şekli ister cumhuriyet isterse monarşi olsun İslâm toplumunda mutlaka kabul görür. Yeter ki yönetim, insanların dünya ve ahiret mutluluğunu kendisine gaye edinsin ve Allah’ın kanunlarını tatbik etsin. Bu İslâm için yeterlidir.

Eski Türklerde Kadın

Türk kültür tarihi üzerine yapılan bilimsel araştırmalara bakıldığında, eski Türk toplumlarında kadının toplum içindeki statüsünün ve erkeğe karşı konumunun, dönemin diğer dünya toplumlarına göre daha iyi bir yerde durduğu görülmektedir. Bunu Türk toplumunun yapısıyla ve ürettiği değerlerle izah etmek mümkündür.
Meselâ eski Türk destanlarında, kadın-erkek ilişkileri ve kadının toplum içindeki yeri, hemen erkeğin yanıbaşıdır. Hatta bazen kadın erkeğin önündedir. Altay destanlarında kocalar, gerektiğinde kadınlara akıl danışırlar. Türk destan kahramanları yetenekleri gelişmiş kadınlarla evlenmeyi tercih ederler. İyi ata binen, iyi kılıç kullanan ve iyi savaşan kadınlarla evlenmek tercih sebebiydi.
Dede Korkut destanlarında Türk kızlarının kahramanlıkları; erkeklerle birlikte ava çıktıkları, at koşturdukları, güreştikleri ve savaştıkları anlatılır.
Hemen hemen bütün Türk destanlarında, karı-koca arasında sarsılmaz bir saygı, sevgi ve sadakatten söz edilir.
Eski Türklerde evin sahibi kadındır. Kadına saygı göstermek bir zorunluluktur. Çünkü, iyi bir kadın evin temelidir. Kadın yalnız evde değil dışarıda da kocanın yardımcısıdır. Bu sebeple Türk toplumunda aile, devletin temeli olarak kabul edilegelmiştir.
Eski Türk destanlarının genel atmosferi içerisinde kadın ve erkek seçkin bir hayata, ahlâkî ilkelere davet edilir. Buna bağlı olarak destanlarda gerçek hayatta olduğu gibi ahlâken zayıf kadınlar görülmez. Oğuz destanında ırza tecavüz edenlerin öldürüldüğü veya gözlerine mil çekildiği anlatılır. Türk efsanelerinde kız çocuğuna sahip olmak asla bir olumsuzluk ve felaket olarak görülmez.
Yine eski Türk toplumlarında sosyal hayat içinde kadın-erkek ayırımı yapılmadığı ve kadının erkeğin tamamlayıcısı olarak kabul edildiği bilinmektedir. Kadınlar siyasî-idarî faaliyetlere katılırlar. Yabancı heyetlerin kabulünde, heyetler arası görüşmelerde, ziyafetlerde kadın erkeğin yanındadır. Büyük Hun İmparatorluğu adına Çin ile ilk barış antlaşmasını Mete Han’ın hanımı imzalamıştır.
Aile hayatında da kadının etkin bir yeri vardır. Annenin ailedeki yeri, babanın diğer akrabalarından daha öndedir ve babanın mirası annenindir. Dolayısıyla anne, aile içerisinde güçlü bir konuma sahip olduğu gibi devlet işlerinde de etkin bir role sahiptir. Ayrıca Türk kadını iktisadî hayatta erkeğin yanında yer almakla diğer toplumlardaki kadınlardan farklılığını açık bir şekilde ortaya koymaktadır.
Türk aile yapısı anne ve babanın eşit haklara sahip olduğu iki yönlü bir kimliği sergiler. Zaman içinde ailenin diğer üyeleri (çocuklar) bu kimliğin bir parçası olmayı başarırlar. Çünkü Türk ailesinde bireyler arası ilişkiler karşılıklı sevgi, saygı ve sadakat gibi duygusal bir temele dayanır.
Türk kadınının konumu, gerek bireysel gerek aile ve gerekse toplum içindeki statüsü açısından Türklerin Müslümanlığı seçmeleriyle çok farklı bir mecraya dönüşmüş değildir. Türk kadını, yetenekleri ve ahlâkî değerleri sayesinde İslâm kültürü içinde kendine bir derinlik bulmuştur. Kısaca söylenmesi gereken şudur: İslâm öncesi Türk kadını için bir ‘cahiliye çağı’ yoktur. Eski Türklerin kadına verdiği değeri hiçbir toplum vermediği gibi eski Türklerin ahlâk anlayışı da İslâm ahlâkı esas olmak üzere hiçbir toplumda yoktur. Bunun temelindeki espri ‘namus’ ve ‘iffet’ kavramlarına dayanmaktadır. Çünkü Türklerin İslâm’dan önceki hayat tarzları ve ahlâk anlayışları İslâm’a yakın bir kültür düzeyindedir.
Sonuç olarak eski Türk toplumunda kadının diğer toplumlarla farkını anlamak için iki hususun göz önünde bulundurulması yeterlidir:

  1. Eski Türk toplumu genel olarak tek eşli bir evliliğe sahiptir ve Türkler’de harem yoktur.
  2. Eski Türk toplumunda cariye ve köle müessesesi hiçbir zaman olmamıştır.
Türkler Anadolu’yu vatan edinince burada var olan birtakım kültürlerden ister istemez etkilenmeye başladılar. İki büyük çevre kültürün, Bizans’ın ve Acem’in arasında yeni bir dünya kurmak o kadar kolay olmasa gerektir. Zaman içinde çevre kültürlerinin Türk kültürü üzerinde etkileri görülmeye başlar. Tarihçiler, Bizans müesseselerinin Osmanlı müesseseleri üzerinde bir tesiri olup olmadığını tartışır. Arap-İslâm kültürünün üzerimizde fazla tesiri olmaz. Din ilimlerinin çoğunu ve devlet anlayışını Acem’den almışız. Ama Acem’e karşı kendimizi Sünnîlik’le korumuşuz. Türklere göre Sünnîlik, Şii olmamak demektir.
Bu iki çevre kültür, düşünce dünyamıza, hayat tarzımıza ve estetik anlayışımıza tesir etmiştir. Elbette bu tesir kadın konusunda da kendini gösterecektir.
Osmanlı toplumunda hakim kültür unsuru İslâm dinidir. Devlet düzeni ve hukuk dinî esaslara dayanmaktadır. Ne var ki İslâm dininin ortaya koyduğu insan modeli, teoride benimsenmiş, ama toplumsal yapı kadını erkekle eşit görmemiş, ona gerek hukuksal gerekse toplumsal açıdan daha düşük bir statü atfetmiştir. Hatta 16. ve 17. yüzyıllardan itibaren Osmanlı yönetici sınıfları, kadınları toplum hayatının dışında tutan birtakım kararlar almışlardır. Kadınların ticarî faaliyetlerden men edilmesi, kılık kıyafetlerinin düzenlenmesi, hatta belli günler sokağa çıkmalarının yasaklanması amacıyla padişah fermanları çıkarılmıştır.
19. yüzyılda, Tanzimat hareketinden itibaren durum değişmeye başlamıştır. 1847 yılında kölelik ve cariyelik kaldırılmıştır. 1857’de veraset haklarında kız ve erkek çocuklar eşit statüye getirilmiştir. Ardından kadınların eğitilmesi için çeşitli okullar açılmıştır. 19. yüzyılın sonunda kadınlar için yazarları kadın olan gazete ve dergiler yayımlanmaya başlanmış ve II. Meşrutiyet döneminde kadınların statüsünün değiştirilmesi amacıyla kadın dernekleri kurulmuştur. 1917 kararnamesi, evliliği yasal bir çerçeveye bağlarken, kadınlara ilk defa boşanma hakkını vermiş ve çok eşli evliliği kadının rızasına bağlayarak sınırlandırmıştır.
Cumhuriyet döneminde kadınları ilgilendiren bir dizi kanunlar manzumesi dikkat çekmektedir. 1924’te Tevhid-i Tedrisat Kanunu, 1925’te Kılık Kıyafet Kanunu çıkarılmış ve 1926’da Medenî Kanun kabul edilmiştir. Ardından 1934’te kadınlara seçme ve seçilme hakkı verilmiştir. Artık kadını yasalar önünde kısıtlı tutan geleneksel anlayış ortadan kaldırılmış bulunmaktadır.
Bunlar yine işin yasal yönü. Gerçek hayatta kadının durumu nedir, ne tür gelişmeler yaşanmıştır? bunlara bakmak lâzım.
Çalışma hayatı açısından kadının durumunda köklü bir değişim görülmez. Osmanlı toplumunun şehir kesiminde kadının çalışmasına izin verilmezdi. Kırsal kesimde tarım ekonomisinde kadının gücüne her zaman başvurulurdu. Cumhuriyet döneminde durum değişmemiş, kadın açısından çalışmanın özgürleştirici bir etkisi olmamıştır.
Eğitim konusunda da Tevhid-i Tedrisat Kanununun eşit imkânlar sağlayacağı düşünülmüştü. Durum böyle olmamış; bölgeler arası farklılıklar, kırsal kesimle kentli farklılığı, hatta şimdi kentle varoş farklılığı eğitim imkânlarından kadınla erkeğin eşitçe yararlanmasına imkân sağlamamıştır.
Siyasal hayata gelince… Aile içi ilişkilerde otoriteye tâbi kararları alan değil, alınmış kararlara uyan taraf olan kadınların, toplumsal kararların alınması süreci olan siyasete büyük ölçüde yabancı kaldıkları inkar edilemez bir gerçektir.
Burada meseleyi geniş bir perspektiften ele alma ihtiyacı vardır. Türk toplumu çeşitli yenileşme evreleri geçirmiştir. Bunlar içinde en etkili olan 10. yüzyılın başından itibaren başlayan İslâmlaşma ile 19. yüzyılın ikinci yarısından sonra varlığını somutlaştıran Batılılaşmadır. Her iki olgunun Türklerin sosyal hayat ve kültürlerinde tam bir karşılığı vardır. Batıya doğru verimli topraklara ulaşmak düşüncesiyle göç eden bir millet, göç sürecinde daha ulvî bir gayeyle karşılaşır. Sadece kendi adına değil, insanlık adına bir gayedir bu. Kendi inanç normlarıyla benzerlikler içeren İslâm’la böyle karşılaşılır ve onu benimsemek o kadar zor olmaz. İslâm, Türklerde olan inanç duygusunu geliştirir ve ona yeni bir şekil kazandırır.
İkinci yenileşme evresi Batılılaşmadır. Osmanlı Devletinin Batı karşısında askerî yönden uğramış olduğu başarısızlıklar Batıyı ve onun yapısını görmeyi, anlamayı, mümkün ölçüde kendine aktarmayı gerekli kılar. Batılılaşma, çağdaş uygarlık düzeyini yakalamak gibi somut ve reel bir amaca dayanır. Türkler, nasıl İslâmlaşarak insanlık adına ulvî bir gayeye yönelmişlerse, bu defa Batılılaşarak insanlıkla aynı düzeyde olmayı kendilerine bir amaç edinirler.
Tanzimat’la başlayan Batılılaşma hareketi kadın konusunda etkisini Meşrutiyet yıllarında gösterir. Kadınla ilgili tartışmalar bu yıllarda başlar. Kadının eğitim, aile hukuku ve kamu hayatındaki konumu bu yıllardan sonra zaman içinde iyileşerek gelişir. Cumhuriyet’le birlikte modernleşme hareketlerinin hızına paralel olarak kadınların hukukî ve sosyal statüsü birtakım yasal reformlarla yeni bir gelişme sürecine girer ve kadınla erkeğin sosyal ilişkilerinde eğitimle ve toplumun dünyaya açılmasıyla giderek kadından yana bir denge oluşur. Böylece kadın-erkek hayatın bütün alanlarında eşit imkânlara kavuşur.
Burada aksayan ve tam rayına oturmayan olay, yasal imkânların pratikte gerçekleştirilip gerçekleştirilememesi meselesidir. Bunun bir süreç olduğunu ve toplumsal gelişmelerin zaman içinde bir şekle kavuştuğunu kabul etmek gerekir. Çünkü geleneksel yapının ve alışkanlıkların ancak nesiller arası geçişlerle sağlanabileceği sosyolojik bir vakıadır. Bir neslin kendinden önceki nesilden devralacağı yaşama biçimi ve hayata bakış ile kendinden sonraki nesle devredeceği dünya görüşü ve tecrübeler, bir yönüyle kırılma başka bir yönüyle de yenilenme ile gerçekleşecektir. Bu devam eden bir değişim süreci demektir ve burada önemli olan değişimin yönüdür. Kadın konusunda yaşadığımız gelişme ve değişim bu türden bir olaydır. Gidiş, kadın ve erkeğin birlikte üretip birlikte paylaştıkları çağdaş bir toplum düzeyine doğru bir ilerlemedir.

Günümüzde Kadın

Bugünkü kadın meselelerinin tarihi Batı’daki Sanayi İnkılabıyla, yani kadının üretim sektöründe yerini almasıyla başlar. Bu tarihten önceki toplumlarda gerek Batı, gerek İslâm, gerekse de eski Türk toplumlarında kadın meselelerine bir yaklaşım ve zemin aramak zorlama bir çaba olur. Çünkü kadın meselesi, modern dünyanın yarattığı bir meseledir ve olaylara buradan bakmak gerekir. Modern toplumların birbirlerini etkilemesiyle de etkileşime giren her toplumda farklı boyutlarda kendini gösterir. Daha önceki toplumların yapısı bugünkü kadın meselelerine kısmî bir örneklik teşkil etse bile bunları güncelleştirmek gerçekçi ve mümkün değildir. Çünkü mesele, modernleşme süreci içinde gelişmiş ve bir şekil almıştır.
İslâm’ın kadına bakışıyla veya eski Türk geleneğinde kadının üstlendiği rolle bugünkü kadın meseleleri zaman zaman benzerlikler gösterse de durum nitelik olarak farklıdır. İslâm bir dindir ve kadına sorumluluk sahibi bir insan gözüyle bakar. Ama, İslâm’ı din olarak kabul eden toplumların yapısına göre sorumluluk alanları değişir. İslâm’a göre kadın ve erkek hangi sorumluluğu üstlenirse üstlensin önemli olan, ilişkilerde ahlâkî ilkelerin gözetilmesidir. Çünkü ahlâkî ilkeler, toplumları ayakta tutan ve geleceğe taşıyan vazgeçilmez değer yargılarıdır.
Türkler, tarih içinde yaşadıkları coğrafyalarda çeşitli kültürlerle karşılaşmışlar, belli ölçüde onlarla etkileşime girmişlerdir. Modernleşme dahil bütün etkileşimler, Türk toplumunda aile müessesesini ve aile değerlerini büyük ölçüde sarsmamıştır. Çünkü aile ve devlet, Türk toplumunun en sağlam müesseselerindendir. Bu sebeple İslâm ve Batılılaşma, bu müesseseleri değiştirmemiş, aksine zenginleştirmiştir. Çünkü Türklerin kendine özgü sağlam bir aile müessesesi ve devlet anlayıları vardır.
Buna karşın, Orta Çağ Avrupasında bir kadın, toplum içinde hangi rolü üstlenirse üstlensin üretimde ve ticarette bir sorumluluk sahibi değildi. İslâm’ın en parlak dönemlerinde bile Arap toplumunda bir kadının toplum içinde ciddî bir rolü yoktu. Eski Türklerde kadın, toplumun hemen hemen her katmanında görülmüş olmakla beraber yine erkeğine tâbi idi. Lokal örnekler bunun böyle olmadığını göstermez.
Bugünün meseleleriyle tarihe bakınca toplum hayatını ve işleyişini çoğu zaman doğru görmek zorlaşır. Çünkü olayları kendi zamanı ve şartları içinde değerlendirmek gerekir. Eski toplumlarda kadının durumu üç aşağı beş yukarı böyleydi. O günkü toplumlarda bugünkü anlamda bir kadın meselesi yaşanmıyordu ve bu tabiidir. Çünkü o toplumların yapısıyla modernleşme sürecine girmiş toplumların yapısı yöneten-yönetilen ve üreten-tüketen ilişkileri açısından çok farklıdır. Birinde bedensel güç diğerinde eğitim gücü ilişkilerin şeklini belirlemektedir.
Modern toplumlarda kadın, üretim ilişkilerinde erkeğe eşit bir statüde rol almaktadır. Eğitim, ticaret, siyaset vb. alanlarda kadın ve erkeğin birbirine karşı hiçbir ayrıcalığı ve üstünlüğü yoktur. Sorun, modern durumlarla alışılagelen geleneklerin çatışmasından kaynaklanmaktadır. Zaman içinde çatışma, kadın-erkek farklılığı alanından çıkıp kendi doğal zeminine, insanlık zeminine kavuşacaktır. Bugünkü modern toplumlarda olay bundan ibarettir. Önemli olan, bizim gibi etkileşim süreci devam eden bir toplumda bu sürecin nasıl hızlandırılabileceği meselesidir.
Bugün, kadın konusunda söylenebilecek ve yapılabilecek şeyleri doğru bir perspektif üzerine inşa etmek durumundayız. Tarihsel birikimlerimiz, toplumsal yapımız ve önümüzdeki hedefler bunu zorunlu kılmaktadır.
Türkler tarih boyunca harem hayatı kurmamış ve temelde tek eşliliğe dayanan bir evlilik anlayışını benimsemişlerdir. Ayrıca eski Türk toplumlarında cariyelik ve kölelik müessesesi de yoktur. Bu tarihsel yapı, meselelerimizin birçoğunu giderebilecek bir imkândır. Çağdaş bir dünyada yaşamanın gereği olan üretim ve tüketim ilişkilerindeki ortak sorumluluk anlayışı ile tarihsel yapımızın imkanları bir araya getirildiğinde güçlü bir aile müessesesi ortaya çıkacaktır. Böylece büyük kırılmalar ve çatışmalar yaşamaksızın, geçmişten geleceğe uzanan bir yol üzerinde, kadın ve erkek müşterek bir dünyayı tesis ve temsil etme imkânına kavuşacaklardır.
Çatışma psikolojisine girmeden, gelişme ve ilerlemeyi yakalamak! Bugünkü sosyal meselelerimizin çözümü işte buna bağlıdır. Bunun için de eğitimi ve eğitim imkânlarının önemini her zaman ciddî bir mesele olarak göz önünde tutmalıyız.

Kaynakça

▲ Cuprins ▲ İçindekiler ▲ Contents ▲

ATATÜRKSÜN SEN, ULUSUN!

Yazan :Memiş Hayat Clasa a VIII a Scoala nr. 24 „Ion Jalea” Constanta

Bir adam vardı ki, bakıslarıyla dagları yerinden oynatır. Bir adam vardı ki Türkiye’nin uğuna canını hiçe sayarak, gururu ve haysiyetiyle düşmanalara karsı kahramanca ulkesini korudu. Adını altın harflerle yazdırdıgı o basarılar, günümüzde elmastan harflerle yazılıdır, bu ad Mustafa Kemal Atatürk’tür.
Mütevazi bir ailenin çocuğu olan Atatürk, küçük yaşlardan beri ülkesine gösterdiği sevgi büyük idi. Bu sevgi ilerde çoğalacak ve hayatı boyunca Türkiye’nin demokrat bir ülke olmasına ona destek olacaktı.
Ülkesine karsı hissettiği bu sevgi canına ya da kendine hissettiği sevgiden daha büyüktü. Bu sevgi Türkiye’ nin geleceğiydi . Mustafa Kemal Atatürk Tanrının gönderdiği bir melekti. Evet, bunu söylüyorum çünkü Türkiye’nin sınırları, ekonomik durumu ve gelecegi soru işareti altındayken, aniden geldi ve bu ülkeyi elinden tutup uçuruma düşmesini engelledi.
Birinci Dünya Savaşından sonra, Avrupa’nın büyük ülkeleri Türkiye’yi kendi aralarında paylaşma planları yapmıştılar, amma Muhammed Paşa bunun farkında değildi ve sadece Mustafa Kemal Atatürk ve onun sadık dostları bütün çabalarıyla Türkiye’yi bu tuzaktan kurtarmayı başardılar.
Ülkesine karsı hissettiği aşk, 1923’ de bütün dünyaya yansıdı. Bu yılda Türkiye, artık demokrasi denilen kırmızı halıya, ilk adımlarını atmıştı, ve Atatürk hedeflerinden birine ulaşmış bulunuyordu. Bu yeni vatanda artık hemen, hemen hersey değişmişti. Amma, gerçek uğras bundan sonrasıydı, çünkü gerçek Türkiye’yi yaratmak, ekonomik, sosyal ve diplomatik anlanda yenileştirmek çok zordu.Ülkemiz hayatı sıfırdan başlamalıydı, tıpkı yürümeyi öğrenen bir bebek gibi.
Atatürk ilk olarak, arap alfabesine karsı latin alfabesini tercih etti, hatta latin alfabesi dersleri verdi. Kadına peçesini indirmesini söyledi. Kadınlar çalışmaya baslamış, evin ihtiyaçlarına katkilari dokunmuştu. Erkekler, tek bir eşe sahip olabilirlerdi. Artık vatandaşlar oylama hakkına sahiptiler, ve tercih ettkileri adayları bir dereceye yukseltebiliyorlardı. Bu demektir ki, güç halkın elindeydi, ve ulkenin ekonomik durumu programlarına göre ilerletmiştir. Bu yeni ülkede kadınlar ve erkekler eşitti.
Tabi ki onun ülkeye ve bize yaptığı iyilikler, kelimelerde anlatılamaz. Türkiye’nin her bir tası, her bır suyu , ve havası Atatürk’ün damgasını taşıyor.
Uluslararası açısından bakarak, arap dünyasını Türk dünyasından ayırdı, bu ikisi arasında bir denge kurdu, ve bu denge günümüzde gözle görülebiliyor. Baska ülkelerle iletisimi geliştirdi, ve başka ülkelerin iç politikasına karışmadı.
Atatürk, Türkiye’yi başka halklara sevdirmeyi, ve ona saygı göstrmeyi öğretti.
Amaçları ve hedefleri için tum hayatı boyunca, kendi istekleri ve ihtiyaçlarına düşünmeden, onlara doğru koştu. Bunun için son zamanlarda, enerjisi ve hızı sönmeye başladı.Ölümüne zaten yorgunluğu sebep olmuştu.10 Kasım 1938, Türkiye için yaşadığı belki en zor gündü, çünkü o gün Türkiye’nin yıldızı hayattan sönmuştü, amma bu gün o yıldız, kalbimizde güneş halinde parlıyor, ve bizi iısıtıyor.
Bıraktığı vasiyetnameye göre bütün servetini vatana bırakan Mustafa Kemal Atatürk, böylece vatana asık olduğunu tüm dünyaya bir kere daha ispat etti, ve bunu yapan, dünyada hiçbir başkan yoktur.
Ben Türk olduğumdan çok gururluyum ve Atatürk’ ün adını her duyduğumda gözlerim parliyor, yüreğim titriyor.
Atatürk’ün stratejisini izleyerek, Romanya ve Türkiye devletlerinin arasında mükemmel bir iletişim sağlanmışıtr. Romanya devletine karsı büyük bir saygımız var, çünkü bize anadili dersleri almamıza izin veriyor ve destekliyor. Bunların sonucu benim anadilimde siirler yazabildiğimdir.

▲ Cuprins ▲ İçindekiler ▲ Contents ▲

„ATATÜRK”

Yazan : Memiş Hayat
Atatürksün sen , ulusun
Gözlerimizin nurusun,
Ekmeğimizin tuzusun,
Genç nesillere örneksin!

“Atatürk” derken
Kalbimiz hızla çarpıyor,
“Türkiye” derken
Gözlerimiz yaşla doluyor!

Sen bize hürlüğü verdin,
Sevgini, benliğini verdin
Sen bize mutluluğu
Gerçek Türkiye ‘ yi verdin!

Bu yüzden, bizim saygımız
Sana sevgimiz sonsuz, sınırsızdır
Gözyaşlari eşliğinde dudağımızdan
Tek kelimeye veriyoruz anlam :
“Teşekküler, sert, dürüst bakıslı adam!”
“NE MUTLU TÜRKÜM DİYENE!”
(Mustafa Kemal Atatürk)

„Annem”

Yazan: Memiş Hayat

Evimin önunde,
Bahçemin içinde,
En güzel yıllarımı yaşadım
Seninle, anne !

Bu dünyada,
En merhametli,
Bu rüyada
En sevimli,
Kimdir baska
Sensin, anne, belli !

Dünyada senden başka
Kutsal varlık yaşar mı?
Her zaman varsın yanımda,
Bunu inkar eden var mı?

„Bir mum”

Yazan: Memiş Hayat

Sicak bir yaz gününde,
Çiçekler açmıs penceremde,
Geliyor gözümün önune,
Eski, güzel günlerim.

Çayirlarda, bayirlarda dolaşırken,
En güzel günlerimi yasadim çocukluğumun.
Dünyanın geleceği için yakmıştım bir mum,
Bu mum söndü senelere kendimi daldırırken.

“O diyar”

Yazan: Memiş Hayat

O diyar var ki,
Uğruna siirler yazılır!

O diyar var ki,
Masallar söylenir!

O diyar var ki,
Herkeze şifalıdır

Işte o diyar var ki,
Benim vatanımdır!

“Deniz”

Yazan: Memiş Hayat

Bir ilkbahar gününde,
Deniz göründü gözüme.

Sevilince güler,
Aldatılınca ağlar.
Sevinince mutlu olur,
Darılınca hüzünlü olur.
Işte budur deniz!

Sevgisi Cennet,
Öfkesi Cehennem,
Şefkati çiçek,
Nefreti diken ,
Iste budur deniz!

Deniz olmadan,
Kara olmaz.
Su olmadan,
Yaşam olmaz,
Güzel hayat yaşanmaz!

▲ Cuprins ▲ İçindekiler ▲ Contents ▲

Avrupa’nın en soğukları onlar

Türkiye ile müzakerelerin başlaması konusunda tereddütlü ya da isteksiz davranan ülkelerin başını Fransa çekiyor gibi görünse de bu tutuma en büyük destek, Avusturya’dan geliyor. Danimarka ve Hollanda da ‘tereddütlü’ ülkeler olarak dikkati çekiyor.
AVUSTURYA’daki Türkiye tartışmalarında ilginç bir unsur var. Aşırı sağcı olan ve ‘ırkçı’ görüşleri nedeniyle tüm dünyada tepki çeken Jörg Haider, Türkiye’nin AB üyeliğini açıkça destekleyen tek politikacı konumunda bulunuyor. Avusturyalı Yeşiller de parti olarak, bu desteği paylaşan tek siyasi örgüt.
Haider’in Yahudi düşmanlığına yönelik duyguları nedeniyle, Müslümanlara sempati ile bakabileceği yorumu en çok konuşulan konu. Bir diğeri ise, Haider’in bir zamanlar liderliğini yaptığı ‘Özgürlükçüler Partisi’nin, son seçimlerde oy oranını düşürmesi ve ‘Sayıları 50 bine ulaşan Avusturya vatandaşı Türkleri kazanmalıyız’ duygusuna kapılması.
Avusturya’da ‘Türkiye karşıtı’ tutuma yol açan unsurların başını, bu ülkede ‘İslam karşıtı’ duyguların giderek artması çekiyor. Bu ülke, 1912’de İslamiyeti ‘resmi din’ olarak kabul etmiş. Ancak uygulamasını 1970’lerde başlatmış. Bu nedenle Avusturya’da İslamcılar oldukça güçlü ve örgütlü. Türkiye’de ‘türban’ ile okula gidemeyenlerin Avusturya’nın çeşitli kentlerindeki okullara kayıt yaptırabildikleri biliniyor ve bu ülkeyi ‘Türbanlı öğrencilerin cenneti’ olarak adlandırmak mümkün.

CİNAYETLERİN SONUCU

AB’nin Avusturya’ya benzer duyguları yaşayan bir diğer ülkesi ise Hollanda.
Önce aşırı sağcı siyasetçi Pin Fortuyn’un öldürülmesi ve ardından, yönetmen Theo van Gog’un, bir Faslının suikastine uğraması, Hollanda’da ‘yabancı düşmanlığı’ duygularını artırmış. Hollanda halkı, ülkedeki yabancıların topluma ‘uyum’ sağlayamadığını düşünüyor. Türkiye’nin AB üyeliği tartışmalarıyla, AB ülkelerinde yaşayan yabancılar sorunu tamamen birbirine karıştırılmış durumda.
Hollanda’da koalisyon ortağı olan ‘Liberal Parti’, ‘aşırı sağ’ bir politika benimsedi. Liberal Parti, öldürülen aşırı sağcı lider Pin Fortuyn’un, ölümünden sonra giderek artan popülaritesini kullanmak ve aslında farklı bir partinin mensubu olduğu bu kişinin fikirlerini benimseyerek, Fortuyn’un seçmenlerine göz kırpmak istiyor. Hollanda’da Liberal Parti içinde bulunan, ancak bir başka parti kuracağına kesin gözle bakılan Gert Vilders’in yıldızı giderek parlıyor. Vilders’in siyasi söylemi, ‘ırkçı’ duygular yüklü. Bugün tek başına seçime girse, yüzde 15 oydan az almayacağı konuşuluyor. Hollanda’da ‘camilerin kundaklandığı’, yabancılara saldırıların yaşandığı bir ortam bulunuyor. Bu ortam içinde Türkiye ile AB ilişkileri tartışılıyor.
Hollanda’nın AB Dönem Başkanı olması, bir nebze bu ülkeyi Türkiye siyasetini daha ‘objektif’ yapmak zorunda bırakıyor. Buna rağmen, Türkiye’nin ‘serbest dolaşım’ hakkından kalıcı şekilde muaf tutulabileceği fikrini en çok savunan ve belki de bu görüşünde AB içerisinde giderek yalnızlaşan ülke Hollanda…

POZİSYON ÖZETİ

Türkiye henüz hazır değil
AVUSTURYA: Başbakan Wolfgang Schüssel, Almanya’da muhalefette bulunan Hıristiyan Demokrat Birliği’nin (CDU) imtiyazlı ortaklık fikrini sonuna kadar destekliyor. Türkiye ile yapılacak müzakerelerin kesinlikle bu şekilde sonuçlanmasını istiyor.
HOLLANDA: AB Dönem Başkanı Hollanda’nın Dışişleri Bakanı Ben Bot, Türkiye’nin bazı konularda üyelik için hazır olmadığını savundu. Başbakan Tayyip Erdoğan ile Brüksel’de yapılacak görüşmeden önce yaptığı açıklamada Bakan Bot, ‘Sorun, Türkiye’nin bazı konularda hala hazır olmaması’ dedi. Bot, şöyle devam etti: ‘Ancak umut var. Gelecek hafta, tüm sorunları çözmek için bol bol vaktimiz olacak. Türkiye ve üye ülkeler için tatmin edici bir çözüm bulunacak. Ben iyimserim.’

▲ Cuprins ▲ İçindekiler ▲ Contents ▲

İlkokul mezunları da ehliyet alabilecek

Ankara

İlkokul mezunları 31 Aralık’tan sonra da sürücü belgesi almaya devam edecekler. Karayolları Trafik Yasası’nda daha önce, “ilkokul” mezunlarına 31 Aralık 2004’ten sonra sürücü belgesi verilmeyeceğine ilişkin bir düzenleme yapılmıştı.
Bu tarihten önce ehliyet almak isteyen, 5 yıllık ilkokul mezunları da sürücü kurslarına akın etmişti. TBMM İçişleri Komisyonu’nda, Karayolları Trafik Yasa Tasarısı için kurulan alt komisyon, ehliyet alabilmek için en az “ilköğretim” mezunu olma koşulu getiren düzenlemeyi değiştirdi.
Altkomisyonda tasarı görüşülürken, AB üyesi ülkelerde sürücü belgesi için sadece okur-yazar olma şartı ve sağlık raporu istendiği belirtildi. Yurt dışında bulunan vatandaşların aldıkları ehliyetlerin Türkiye’ye geldiklerinde sadece değiştirildiği ve bu durumda yurt dışına gidenlerle gidemeyen vatandaşlar arasında eşitsizlik olacağı ifade edildi. Komisyonda, zorunlu ilköğretimin şimdilik 8 yıl olduğu ancak 11 yıla çıkarılmasının planlandığı ifade edildi.
Altkomisyonda, bu nedenlerle 31 Aralık 2004’ten sonra sürücü belgesi almak için en az “ilköğretim” mezunu olma koşulu getiren hüküm değiştirildi. Bu tasarı yasallaştığında, İlkokul mezunları bugüne kadar olduğu gibi bundan sonra da sürücü belgesi almaya devam edebilecekler.

▲ Cuprins ▲ İçindekiler ▲ Contents ▲

HOTARARE nr. 881 din 9 decembrie 1998 pentru declararea zilei de 18 decembrie Ziua Minoritatilor Nationale din Romania

EMITENT: GUVERNUL

PUBLICAT IN: MONITORUL OFICIAL nr. 478 din 14 decembrie 1998

Guvernul Romaniei hotaraste:

ART. 1 Ziua de 18 decembrie se declara Ziua Minoritatilor Nationale din Romania.

ART. 2 (1) Cu prilejul Zilei Minoritatilor Nationale din Romania vor fi organizate actiuni culturale, simpozioane, mese rotunde si alte actiuni cu tematica specifica. (2) Departamentul pentru Protectia Minoritatilor Nationale si Ministerul Culturii, impreuna cu autoritatile administratiei publice vor acorda sprijin de specialitate pentru organizarea si desfasurarea manifestarilor ocazionate de acest eveniment.

PRIM-MINISTRU RADU VASILE
Contrasemneaza: Ministrul delegat pe langa primul-ministru pentru minoritati nationale, Gyorgy Tokay Vlad Rosca p. Ministrul culturii, Maria Berza, secretar de stat Secretar de stat, seful Departamentului pentru Administratie Publica Locala, Vlad Rosca

▲ Cuprins ▲ İçindekiler ▲ Contents ▲

română / türkçe: · română ·
türkçe
ediţia / autorul: · ediţia ·
autorul
alegeţi:
revista tipărită:
Decembrie 2004
legături: