♦ Cuprins ♦ İçindekiler ♦ Contents ♦


29 iulie – Ziua Imnului

Versurile imnului naţional aparţin lui Andrei Mureşanu (1816-1863), poet de factură romantică, ziarist, traducător, un adevărat tribun al epocii marcate de Revoluţia de la 1848.
Muzica a fost compusă de Anton Pann (1796-1854), poet şi etnograf, om de mare cultură, cântăreţ şi autor de manuale de muzică.
Poemul “Un răsunet” al lui Andrei Mureşanu, redactat şi publicat în timpul Revoluţiei de la 1848, a fost pus pe note în câteva zile, deoarece îl aflăm cântat pentru prima oară pe data de 29 iunie 1848 la Râmnicu Vâlcea (în Ţara Românească Revoluţia a izbucnit pe 11 iunie). Poemul va deveni imn sub titlul “Deşteaptă-te, române!”, câştigându-şi instantaneu gloria recunoscută datorită mesajului energic şi mobilizator pe care-l conţine. Începând din 1848, “Deşteaptă-te, române!” a fost un cântec foarte drag românilor, insuflându-le curajul în timpul momentelor cruciale, în timpul Războiului de Independenţă (1877-1878), cât şi în cel al primului şi celui de-al doilea război mondial.
Imediat după instaurarea deplinei dictaturi comuniste la 30 decembrie 1947, când regele Mihai I a fost forţat să abdice, “Deşteaptă-te, române!”, ca şi alte marşuri şi cântece patriotice, au fost interzise, intonarea sau fredonarea lor fiind pedepsite cu ani grei de închisoare. Din anii ’70, melodia a putut fi din nou cântată dar fără versurile originale.
Pe 22 Decembrie 1989, în timpul revoluţiei anticomuniste, imnul s-a înălţat pe străzi, însoţind uriaşele mase de oameni, risipind frica de moarte şi unind întregul popor în sentimentele nobile ale momentului. Astfel, instituirea sa ca imn naţional a venit de la sine, sub formidabila presiune a manifestanţilor.
Mesajul imnului “Deşteaptă-te, române!” este în acelaşi timp social şi naţional; social, deoarece impune o permanentă stare de vigilenţă pentru a asigura tranziţia către o lume nouă; naţional, deoarece alătură această deşteptare tradiţiei istorice. Imnul conţine acest sublim “acum ori niciodată”, prezent în toate imnurile naţionale, de la “paion”-ul cu care grecii au luptat la Marathon şi Salamina până la “Marseilleza” Revoluţiei franceze.
Invocaţia destinului naţional este culmea cea mai înaltă pe care un popor o poate atinge în zborul său către divinitate. Acest “acum ori niciodată” concentrează toate energiile vitale, mobilizând la maximum. Imnul de stat al României este alcătuit din unsprezece strofe, primele patru dintre ele fiind cântate la ocazii festive.

„DEŞTEAPTĂ-TE ROMÂNE!“

Deşteaptă-te, române, din somnul cel de moarte,
În care te-adânciră barbarii de tirani
Acum ori niciodată croieşte-ţi altă soarte,
La care să se-nchine şi cruzii tăi duşmani.
Acum ori niciodată să dăm dovezi în lume
Că-n aste mâni mai curge un sânge de roman,
Şi că-n a noastre piepturi păstrăm cu fală-un nume
Triumfător în lupte, un nume de Traian.

Înalţă-ţi lata frunte şi caută-n giur de tine,
Cum stau ca brazi în munte voinici sute de mii;
Un glas el mai aşteaptă şi sar ca lupi în stâne,
Bătrâni, bărbaţi, juni, tineri, din munţi şi din câmpii.
Priviţi, măreţe umbre, Mihai, Ştefan, Corvine,
Româna naţiune, ai voştri strănepoţi,
Cu braţele armate, cu focul vostru-n vine,
“Viaţa-n libertate ori moarte” strigă toţi.
Pre voi vă nimiciră a pizmei răutate
Şi oarba neunire la Milcov şi Carpaţi
Dar noi, pătrunşi la suflet de sfânta libertate,
Jurăm că vom da mâna, să fim pururea fraţi.

O mamă văduvită de la Mihai cel Mare
Pretinde de la fii-şi azi mână d-ajutori,
Şi blastămă cu lacrămi în ochi pe orişicare,
În astfel de pericul s-ar face vânzători.

De fulgere să piară, de trăsnet şi pucioasă,
Oricare s-ar retrage din gloriosul loc,
Când patria sau mama, cu inima duioasă,
Va cere ca să trecem prin sabie şi foc.
N-ajunge iataganul barbarei semilune,
A cărui plăgi fatale şi azi le mai simţim;
Acum se vâră cnuta în vetrele străbune,
Dar martor ne de Domnul că vii nu oprimim.
N-ajunge despotismul cu-ntreaga lui orbie,
Al cărui jug de seculi ca vitele-l purtăm;
Acum se-ncearcă cruzii, cu oarba lor trufie,
Să ne răpească limba, dar morţi numai o dăm.
Români din patru unghiuri, acum ori niciodată
Uniţi-vă în cuget, uniţi-vă-n simţiri.
Strigaţi în lumea largă că Dunărea-i furată
Prin intrigă şi silă, viclene uneltiri.
Preoţi, cu crucea-n frunte căci oastea e creştină,
Deviza-i libertate şi scopul ei preasfânt.
Murim mai bine-n luptă, cu glorie deplină,
Decât să fim sclavi iarăşi în vechiul nost’ pământ.

▲ Cuprins ▲ İçindekiler ▲ Contents ▲

30 Ağustos ZAFER BAYRAMI

Her milletin tarihinde önemli günler, haftalar ve ayler vardır. Tarihi şeref ve şanla, kahramanlık ve zaferlerle dolu olan necip milletimizin anılmaya ve kutlanmaya değer sayısız gün ve ayları vardır. İşte o aylardan biri olan bu ay; kahramanlıkların destanlaştığı, türk milletini tarih yapan zaferler ayı Ağustos ayıdır. birinci dünya Savaşı’nda Türkiye emperyalist ve işgalci güçler tarafından işgal edilmesini kabullenmeyen Mehmetçik, Ağustos 1922’de Mustafa Kemal atatürk komutasında bir kez daha milletiyle bütünleşerek, ayyıldızlı bayrağını, canından aziz saydığı vatanını müdafa etmiş ve düşmanını Türk toprağından kovmuştur..
Türk ordusu, Başkumutanlık Meydan Muharebesi ile dünya harp tarihinde benzeri olmayan zaferlerin en başarılı örneklerinden birini kazanmıştır. 30 Ağustos Zaferi, Türk Milleti’nin taaruz gücünün sönmediğini ortaya koymuştur. Bu zafer, Avrupa’nın “hasta adam“ dediği bir Türk devletini bile, hiç kimsenin yıkmaya gücünün yetmeyeceğini, onu yine kendi içerisinden yetişen taze bir filizin yeşerek onaracağını ispatlamıştır. Bu zafer bütün Dünyaya karşı kazanılmıştır.
Türk Zafer Bayramı kutlu olsun ve Türk yurdu için vefat eden tüm Mehmetçilerin ruhu şad olsun!

Gülten Abdulla

BAYRAK

Devletleri temsil eden renk ve sekli özelleştirilmiş millî alamet. Arapça raye ve liva kelimelerinin karşılığı olan bayrak ve sancak, umumiyetle dikdörtgen biçiminde ve kumaştan yapılır. Bayrak bir milletin varlığının ve bağımsızlığının sembolü, tarihinin hatırasıdır. Değeri; pamuk, atlas ve ipekten yapılmasına bağlı olmayıp, temsil ettiği milletin kıymeti ile ölçülür. Devletin hakimiyetini, bağımsızlığını ve şerefini temsil ettiği için bayrağa saygı gösterilir. Çok eski zamanlarda kurulan devletler ve kavimler, bayrak veya bayrağa benzeyen semboller kullandılar. Islam tarihinde ise hicretin birinci yılından itibaren bayrak kullanılmaya başlandı. Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem hicretin birinci senesinde Şam’dan dönmekte olan Kureyş kervanına karşı gönderdiği hazret-i Hamza komutasındaki otuz kişilik kuvvete bayrak şeklindeki sembolü ilk defa kendi elleriyle bir mizragin ucuna beyaz bir bez bağlayarak askerlerden Ebü Mersed’in eline verdi. Liva-ül-Beyda ismiyle anılan bu bayrak, Hayber gazasına kadar kullanıldı. Hayber’den sonra Raye denilen siyah bir bayrak kullanıldı. Dört halîfe devri, Emevîler, Abbasîler, Endülüs Emevîleri zamanlarında da çeşitli renk ve şekilde bayraklar kullanıldı.
Türklerin ilk kullandıkları bayrağın rengi ve şekli hakkında kesin bir malumat yoktur. Ancak Orta Asya tarihi hakkındaki bilgilere dayanarak Islamiyet’ten önceki Türklerde Tuğ adı verilen bayrak veya sembollerin kullanıldığı bir gerçektir. Siyahtan kırmızıya kadar; mavi, sarı, yeşil, beyaz gibi çeşitli renklerde semboller kullanmış olan eski Türkler, bir mizrağın ucuna bağladıkları, umumiyetle ipekten yapılmış bu alametlere batrak, badruk, bayrak gibi isimler verdiler. Dokuzuncu asırdan itibaren kitleler halinde müslümanlığı kabul eden Türkler de çeşitli bayraklar kullandılar. Bu bayraktaki en büyük özellik, Islamî motif ve unsurların ön plana geçmesiyle birlikte, millî motif ve sembollere de yer verilmeşi idi. Ilk müslüman Türk devletlerinden olan Gaznelilerin bayraklarında, yeşil zemin üzerinde beyaz hilal ve kuş resimleri vardı. Karahanlıların bayraklarında al renk üzerinde dokuz tuğ resmi bulunuyordu. Diğer müslüman Türk devletleri de çesitli renk ve şekilde bayraklar kullandılar. Büyük Selçuklu Devleti’nin ilk yillarında mavi zemin üstüne beyaz çift kartal sembolü ve siyah çizgili gerilmiş yay ve ok resimleri varken, daha sonra siyah renkli bayrak kullandılar. Bu bayrak Anadolu Selçukluları tarafından da benimsenmişti. Selçuklularda hanedan rengi olarak kabul edilen al renkli bayraklar da vardı. Haçli seferlerine kahramanca göğüs geren Selahaddîn-I Eyyübî’nin bayrağı şan renkli olup, üzerinde hilal bulunuyordu. Bu şekil hem bu devletin bayrağı, hem de Avrupalılar tarafından Islamiyetin sembolü olarak kabul edilmiştir.
Osmanlılar zamanında da çeşitli renk ve şekillerde bayraklar kullanıldı. Osmanlılarda bayrak; padişahı, dolayısıyle devleti temsil ederdi. Zira padişah, devleti temsil etmekteydi Padişah bayrak ve sancakların, Emîr-i Alem denilen paşa ile bunun maiyyetindeki saltanat sancaklanyla mehterhane takimim ihtiva eden bölükler taşırdı. Ayrıca her ocağın, her birliğin hatta her ortanın (taburun) ayrı sancağı vardı. Sancaklar da çeşitli renklerde kullanılmıştır. Yeşil ve kırmızı renklerin hakim olduğu bayrak ve sancaklarda, Osmanoğullarının hanedan rengi kırmızı daha doğrusu al idi. Al renk, doğrudan doğruya Osmanoğullarını işaret ederdi. Sultanlar yani padişah kızları bile beyaz renkte değil al renkte gelinlik giyerlerdi. Padişahın yorganı, çarşafı, yastigi al renkteydi. Al renk esasında Selçuklularda da hanedan rengi olarak kabul ediliyordu. Osmanogullari, Selçukoğullarının mesru varisleri olarak bu rengi devralmışlardır. Bu husus al renge tamamen bir millî karakter vermiştir ki, bugün de devam etmektedir. Selçuklular da bu rengi şelefleri olan Karahanlılardan almışlardı. Kırmızıyı süsleyen ayın menşei ise destanlar dönemine kadar dayanır. Yıldız ise daha sonraki devirlerde konulmuştur.
Osmanlıların ilk bayrağı, Anadolu Selçuklu hükümdari Giyaseddîn Mes’üd tarafından Osman Bey’e gönderilen hediyeler arasındaki beyaz renkli bayrak idi. On dördüncü asırdan itibaren çeşitli renk ve şekilde bayraklar kullanıldı. Kamüs-ül-a’lam’da bildirildiğine göre, Osmanlı sancağının rengini ve (bugünkü ayyıldızlı Türk bayrağının) şeklini tayin eden, sultan birinci Murad ve Yıldırım Bayezîd Handevirlerinde yaşayan Tîmürtaş Paşa’dır. Bu asırda Osmanlı donanmasında ve azap Kıt’alarında kırmızı; yeniçeri kıt’alarında beyaz bayraklar kullanıldığı, Fatih Sultan Mehmed Han’ ın muasırı olan tarihçi Türsün Bey’in ifadelerinden anlaşılmaktadır. On beşinci asırda Osmanlıların kırmızı bayraklar kullandıkları, Aşıkpaşazade’nin Alaşehir’de dokunan bir nevî al kumaştan bayrak ve hil’at yapıldığı hakkındaki kaydında yer almaktadır. Muhtelif kaynakların incelenmesinden anlaşıldığına göre, Osmanlılar kuruluştan itibaren diğer islam ve Türk devletlerinde olduğu gibi, çeşitli bayraklar kullandılar. On beşinci asırda padişaha aid sancaklardan başka çeşitli askerî birliklere ve büyük devlet adamlarına, beylerbeyi, sancakbeyi, donanma kumandanı ve reisleriyle azap ocaklarına ve ticaret gemilerine mahsus türlü renklerde bayrak ve sancaklar vardı. Bu bayrakların ve sancakların üzerinde muhtelif şekil ve yazılar bulunurdu. Yeniçeri ocağının muhtelif ortalarının (tabur) kendileri ne mahsus nişanlari vardı. Kışlaların kapılarına asılan ortaların bayraklarına bu alametler nakşedilirdi. Bu asırda yeniçerilere ak, sipahîlere kırmızı, silahdar bölüğüne şan, orta ve aşağı bölüklere alaca renkli olarak verilen bayraklar bu birliklere verilen sancak mahiyetinde idi. Çünkü Osman Gazi’den itibaren Kanunî devri de dahil olmak üzere padişahlara mahsus olan bayrak beyaz renkli idi. Yavuz Sultan Selîm Han’in Çaldıran ve Mısır seferlerinde, otağının önüne hakimiyet alameti olan beyaz ve kırmızı renkli bayraklar dikilmişdi. Ayrıca Yavuz Sultan Selim Han zamanında, bugün Topkapı Sarayı mukaddes emanetler dairesinde bulunan, Peygamber efendimize satlallahü aleyhi ve sellem aid olan Sancak-i şerîf Osmanlılara geçti. Çok büyük hürmet ve ihtimam gösterilerek asırlardır muhafaza edilen Sancak-i şerif kılıf içinde bulundurulur, asla açılmazdı. Sefer-i hümayunlarda padişahlar beraberlerinde götürürlerdi. Halifelik alametlerinden biri olan Sancak-i şerif, devleti son derece tehdîd eden hallerde ve isyanlarda padişahın emriyle çıkarılır, millet, asilere karşı Sancak-i şerifin altında toplanmaya çağrılırdı. Bu suretle millet birlik içinde hareket ederek isyani bastırırdı.
Yavuz Sultan Selim zamanında Çaldıran seferinde ilk defa olarak kullanılan yeşil renkli bayrak, bu devirden sonra da hemen her zaman sık sık kutlanılmıştır. Osmanlılarin, hilafeti de haiz olduklarını göstermek ve Peygamber efendimizin mesru halefleri olduklarını belli etmek için kullandıkları yeşil renkli sancak, Barbaros Hayreddîn Paşa ve Utuç Ali Reis’in donanmalarında da kullanıldı. Peygamber efendimizin sallallahü aleyhi ve sellem mensüb olduğu Hasimîlere aid olan yeşil renkli sancak, sultan birinci Mahmüd Han devrinde donanmanın bayrağı kabul edildi.
Kanunî Sultan Süleyman Han devrinde de beyaz, alaca, kırmızı ve şan bayraklara siyah ve yeşil renkliler de ilave edildi. Doğrudan doğruya padişahın hassa kuvvetini teşkil eden kapıkulu ocaklarının taşıdıkları bayraklar, umumiyetle saltanat sancakları sayılırdı. Macaristan seferine çıkan ve orduya kumandan tayin edilen sadrazam Ibrahim Paşa’ ya; beyaz, yeşil ve sarı renkte üç sancakla iki kırmızı, iki de alaca bayrak verilmesi bu hususu isbat etmektedir. Topraklı süvarinin yukarısi yeşil, asağısı kırmızı renkte olmak üzere iki renkli bayrağı vardı.
Osmanlı ordusunda olduğu gibi, donanmasında da türlü renk ve şekillerde bayraklar kullanıldı. On beşinci asırda genellikle kırmızı renkli bayraklar kullanıldığı halde on altıncı asırda kumandana mahsus bayrağın yeşil, derya beylerinin ise beyaz, kırmızı, sarı, sarıkırmızı, ufkî çizgili alaca bayraklar kullandıkları görülmektedir. Bu asırda ticaret gemilerinin beyaz bayraklar taşıdıkları da bazı kaynaklardan anlaşılmaktadır. Daha sonraki asırlarda da kapdan paşalara mahsus olan bayrak yeşil idi. Gemi sancaklarında en ziyade kırmızı (al) renk kullanılmakla beraber, yeşil bayraklar da çöktü. Bunların kimlere aid olduğu üzerlerindeki şekillerden anlaşılırdı. Sultan birinci Mahmüd Han devrinden sonra donanmada daha çok yeşil sancaklar kullanılmaya başlandı.
Kalyonların sancakları yeşil olduğu gibi, amirallere mahsus forslar da yeşil zemin üzerinde zülfikar ve hilal şekillerini ihtiva ederdi. Sultan üçüncü Selîm Han zamanında ordu ve donanmada yapilan yeni düzenlemeler esnasinda bayraklar üzerindeki hilal şekline, sekiz köşeli yıldız ilave edildi. Bayrak mes’elesinin muayyen esaslara bağlandığı bu devirde, büyük gemilerin muhtelif direklerine çekilecek bayraklar tesbit edildi. Padişaha mahsus gemiye (taht gemisi) çekilecek kırmızı sancağın üstünde sultan üçüncü Selim Han’in tuğrası vardı. Ticaret gemilerinin taşıdığı bayrakların renk ve şekillerinin tesbit edildiği bu dönemde, Cezayir beylerbeyinin, üst köşesinde beyaz renkte sarıklı bir insan başı bulunan kırmızı bayrağı vardı. Bu dönemde kumandan forsları yesil olup, beylerbeyliğe aid ticaret gemilerinin bayrağı; yeşil, beyaz, kırmızı üç ufkî parçadan meydana gelmişdi. Tunus ve Cezayir ticaret gemileri ortası yeşil olmak üzere iki mavi, iki kırmızı, beş ufkî parçadan meydana gelen bayraklar taşıyordu, Trablus beylerbeyi île istanbul limanına mahsus sancak, üç hilallı olup yeşildi. Sultan üçüncü Selîm Han devrinde kurulan Nizam-i cedîd ordusu kıt’aları için ihdas edilen, ortasına sarı sırma ile bir hilal, yahut ortadaki hilalden başka dört köşesine de hilaller işlenmiş kırmızı veya fes rengi bayraklar kullanıldı.
Sultan ikinci Mahmud Han zamanında da bayrak şekilleri hemen hemen ayniyle devam etti. Ancak bu devirde kalelere ve hükümet binalarına ayyıldızlı al sancak çekildiği görülmektedir. Yeniçeri ocağının kaldırılması üzerine bunlara aid hususî bayrakların kullanılmasına son verildi. Yeniçeriler arasında çok yayılmış olan yeniçeriliği ve bektaşiliği hatırlatan bir takım kelimelerle birlikte bayrak kelimesinin kullanılması da yasak edildi. Bunun yerine sancak kelimesinin kullanılması için her tarafa emirler verildi.
Yeniçerilerin son zamanlarında daha ziyade kırmızı renkte, üzerinde beyaz bir pençe, bir zülfikar ve bir daire şekli bulunan çatal uçlu bayraktar kullanıldı.
Sultan ikinci Mahmud Han tarafından kurulan Asakir-i Mansüre-i Muhammediyye’ye mahsus olarak üzerinde kelime-i sehadet veya fetih ayetleri bulunan siyah bayraklar yapıldı. Siyah rengin tercihi Peygamber efendimizin Ukab adli meshur siyah sancağının rengini taklid etmek maksadiyladir.
Ikinci meşrutiyetin ilanına kadar orduda üzerinde ayetler yazılı ve hükümdarların ortasi tuğralı armalarını taşıyan sırma saçakli çeşitli alay sancaktan kullanıldı ve ondan sonra da bu adet devam etti. Bu sancakların rengi umumiyetle kırmızı idi.
Kırmızı zemin üzerine hilal ve yıldız bulunan bayrak, Osmanlılarda ilk defa 1793’de devletin resmî bayrağı olarak kabul edildi. Ancak bu bayraktaki yıldız, sekiz köşeli idi. Bu bayrak Osmanlı Devleti’nin resmi ve umumî sembolü olarak kullanıldı Sultan birinci Abdülmecîd Han zamanında 1842’de yıldızın beş köşeli olması kararlaştırıldı ve Osmanlı bayrağının şekli kesinleşti. Bu devirde padişaha aid tuğralı sancaktan başka hükümdarın gemileri ziyaretinde kullanılan, ortasında güneş ve dört köşesinde de sualar bulunan bir sancak daha vardı. Kapdan paşaya mahsus sancakta; bir hilal ile sekiz köşeli yıldız mevcutlu. Osmanlı hakimiyetinde bulunan, Tunus, Eflak, Boğdan beyleri ile Sırp prensliğinin özet bayraklarında, Osmanlı bayrağının kırmızı rengiyle birlikte mavi, beyaz, san gibi mahallî renkler de kullanılırdı. Tunus beyinin sancağının, ortasında kırmızı zemin üzerindeki bir beyaz daire içinde kırmızı hilal ve yıldız şekli mevcuddu. Sırp, Eflak ve Boğdan beylerbeyleriyle Şisam adasına aid hususî bayrakların üst köşelerinde, Osmanlı hakimiyetinin sembolü olmak üzere, kırmızı zemin üzerinde beyaz üç yıldız bulunan sarı Eflak bayrağı ile mavi Boğdan bayrağında, birincisinde çifte kartal, ikincisinde de bir öküz başı mevcuddu.
Sultan Abdülazîz Han zamanından başlayarak, padişahlara mahsus kırmızı renkli bayrakların ortasındaki tuğraların beyaz renkte sekiz suali bir güneş içinde alınması adet oldu. Sonradan bu bayrağın rengi vişne çürügü olarak değiştirildi ve saltanat sancağı kabul edilen bu bayrak, saltanatın kaldırılmasına kadar devam etti.Sultan ikinci Abdülhamid Han zamanında Cuma namazı münasebetiyle yapılan selamlık resminde hilafete mahsus bir bayrak kullanılırdı. Bu, kırmızı atlas zemin üzerine etrafi beyaz kitapdan ile işlenmiş dört köşe bir çerçeve içinde; bir tarafinda Fetih süresi, diğer tarafta ise güneş resmi bulunan sırma saçaklı ve ucu hilallı bir sancaklı.
1922’de Türkiye Büyük Millet Meclisi hükümeti tarafından saltanatın kaldırılarak, hilafet makamı ihdas edilmesi üzerine halîfeye mahsus olarak, yeşil zemin ortasında sekiz suali beyaz bir güneş içindeki kirmizi zeminde beyaz ay yıldızı ihtiva eden bir sancak kabul edildi ve saltanata mahsus bayrak kaldırıldı. Lakin daha önceki millî bayrak muhafaza edildi. Cumhuriyet idaresinin kurulmasından ve halifeliğin kaldırılmasından sonra 25 Tesrin-i Evvel 1925’ de bir sancak talimatnamesi çıkarılarak, harb ve ticaret gemileri hakkında muayyen esaslar kabul olundu. Bu talimatname millî bayrağın şeklini tesbit etmekle beraber, daha ziyade donanmanın ihtiyaçlarına göre yapıldığından, az çok hususî bir mahiyet arz ediyordu. Bunun üzerine 29 Mayis 1936 tarih ve 2994 sayılı kanunla Türk bayrağının şekli ve ölçüleri kesin bir şekilde tesbit edildi. 28 Temmuz 1937 tarih ve 2/7175 sayılı kararnameye ilişik 45 maddelik bir tüzük (Türk bayrağı nizamnamesi) ile de Türk bayrağının kullanılışı nizam altına alındı.
Osmanlılar döneminde, devleti, hanedani, milletin hükümranlığın temsil eden bayrak kesin olarak kutsal sayılırdı. Yere düşürmemek, düşmana bırakmamak, manevi haysiyetine dokunacak bir duruma sokmamak için ölüm dahil her türlü fedakarlık göze alınırdı. Bayrak ve sancağına hakaret ettirmek en büyük milli şerefsizlik olarak kabul edilirdi. Bayrağa hakaret, padişaha hakaret suçu ile aynı derecede tutulurdu. Bayrağın kutsallığı muharebe meydanında en yüksek mertebesini bulur, bayrağı düşürmemek için nice vezirlerin en küçük bir tereddüd göstermeden sehîdliği göze aldıkları ve ard arda şehîd oldukları görülürdü. Zîra bayrağın düşmesi hezîmete uğrama ve mağlüb olma alameti idi.

▲ Cuprins ▲ İçindekiler ▲ Contents ▲

28 ağustos 2003

REGAIB KANDILINIZ MÜBAREK OLSUN!

Kameri takvime göre, Recep ayının ilk Cuma gecesi Regaib Kandilidir. Bu gece, Yüce Allah’ın kullarına bol bol bağışta bulumnduğu, ibadetlere çok ecir verdiği bir rağbet gecesidir. Reğaib kandili, Miraç, Berat Kandillerini, ramazan ayını, Kadir gecesini, ramazan ve Kurban Bayramlarını müjdeleyen mübarek bir gecedir.
Bu gece, yalvarış ve yakarışların Yüce Mevla’ya sunulduğu ve O’nun rahmetinden af istendildiği umut, huzur ve müjde gecesidir. Sevgili Peygamberimiz (s.a.s.), Regaib Gecesinin içinde bulunduğu Recep ayında çok dua eder, namaz kılar, oruş tutar, iyiliklerin her çeşidini yapar, sadaka vermeye özen gösterirdi.
Bu geceye mahsus özel bir ibadet olmakla birlikte, namaz kılmak, Kur’an-ı Kerim okumak, tevbe istiğfar ederek günahlarımızın için Cenab-ı Hakk’a yalvarmak, çevremizde bulunan ve geçim sıkıntısı çeken, yoksullara, düşkünlere, ana-baba başta olmak üzere büyükleri ziyaret etmek, ellerini öpüp hayır dualarını almak, bu gecede yapacağımız güzel işlerden bazılarıdır.
İdrak ettiğimiz mübarek Regaib Kandili vesilesiyle, ruhumuzu karartan kötü duygu ve düşünceleri kalplerimizden atalım. İbadetin zevkinden bizi mahrum eden nefsin kötü arzularını frenleyelim. Gönül dünyamızı bulandıran haset, kin, düşmanlık gibi kötü duygulardan temizleyelim. Aramızdaki dargınlık ve küskünlükleri kaldıralım. Birbirimizi sevgi ve saygı ile yaklaşalım. Etrafımızı saran düşmanlıklara karşı birlik ve beraberlik içinde olalım.
Regaib Kandilimizi tebrik eder, Müslüman Dünyasına, Türkiye’de ve Romanya’da yaşayan Türk milletimiz, Türkiye ve Romanya memleketimiz için hayırlara vesile olmasını dileriz.

Romanya Demokrat Türk Birliği – Yönetim Kurumu

▲ Cuprins ▲ İçindekiler ▲ Contents ▲

ULU CAMI

Düz çatılı Selçuklu Camilerinin kubbeli düzene çevrilmiş ilk örneğidir
Bursa’nın bu en büyük camisinin yapımına 1. Murat zamanında başlanmış, Yıldırım Bayazit zamanında devam edilmiş ve Çelebi Mehmet zamanında bitirilmiştir. Ulucami, düz çatılı Selçuklu camilerinin kubbeli düzene çevrilmiş ilk örneğidir.
Boyutları 56x88 m. olan Ulucami 20 kubbelidir içinde 12 büyük ayak vardır. Bu ayaklar caminin için beş sahına çevirir. Beş şahindan her biri dört kubbe ile örtülüdür. Tel kafesli orta kubbeden bol ışık girer.
Ulucami’nin çok kubbeli oluğundan başka özellikleri de vardır: İçindeki şadırvan ve havuzu, abanozdan çıvısız olarak yapılan ve Türk doğramacılığının birsaheseri olan minberi, duvarlarını süsleyen ünlü hattatların birbirinden, güzel yazıları..
Ortadaki kubbenin altında bulunan şadırvan 18 köşelidir. Fişkiyeden akan sular 3 katlı ve 8 delikli yalakların birinden obürüne geçerek, caminin sessizliği içinde kulağa çok hoş gelen bir şırıltı ile havuza dökülür. Havuzun çevresinde abdest almak için 16 musluk vardır.
Bursa’nın en büyük cami olan Ulu cami iki minarelidir.

(Hazırlayan: Gülten Abdulla)

▲ Cuprins ▲ İçindekiler ▲ Contents ▲

ÜÇ AYLAR VE REGAIP

Yüce Allah’ın insanlara rahmetini ve nimetlerini çokça ihsan ettiği belli vakitler, belli mevsimler vardır. Haftanın günleri arasında Cuma; kameri aylardan olan Recep, Şaban ve Ramazan bu türden feyiz ve bereketi bol zaman dilimlerindendir. Allah’a şükürler olsun ki, Islam dinine gönülden bağlı Yüce milletimizin “üç aylar” diyerek özel bir önem verdiği Recep, Şaban ve Ramazan aylarının başlangıcına ulaşmış bulunuyoruz. Sevgili Peygamberimiz, bu aylarda her zamankinden daha çok ibadet eder ve “Allah’ım! Recep ve Şaban ayını hakkımızda hayırlı kıl, bizi Ramazan ayına kavuştur.” diye dua ederdi. Kuşkusuz bu aylar, dünyanın ağır meşgaleleriyle bunalan ruhlarımızı dinlendirmek ve kulluk şuuru içinde Yüce Allah’ın rahmet ve merhametine sığınmak için çok kıymetli fırsatlardır. Yüce Allah’a bu aylarda yapılacak yalvarışlar, tevbe istiğfarlar, kalıcı iyilik ve hayırlar, gönülden paylaşılan sevinç ve kederlerin mükafatı insanlara kat kat verilecektir. Üç ayların ilki olan Receb’in ilk Cuma gecesi Regaib Kandilidir. Yüce Allah’ ın ilahi ihsan ve manevi hediyelerinin diğer zamanlardan daha çok tecelli etmesi, samimi kalple Allah’a yönelenlerin affedilmelerinin ümit edilmesi ve müminlere gönülden arzulanması sebebiyle bu geceye “Regâib” denilmiştir.

CAN DOSTUMA GİDİYORUM

Gidiyorum gidiyorum,
Can dostuna gidiyorum.
Malı mülkü terkeyleyip
Can dostuma gidiyorum.

Gökte uçan kuşlar ile,
Dağlar ile taşlar ile,
Feda olan başlar ile,
Can dostuma gidiyorum.

Bal damlayan dilleriyle,
Misk kokulu gülleriyle,
O aydınlık yollarıyla,
Can dostuma gidiyorum.

Bu dünyada tek muradım,
Yürüyorum adım adım,
Yıllar yılı hep aradım,
Can dostuma gidiyorum.

Osman ÇEVİK

▲ Cuprins ▲ İçindekiler ▲ Contents ▲

BUNLARI BİLİYOR MUYUZ?

  1. Abdest Nedir?
    Dirsekler ile beraber ellerin, yüzün, topuklarıyla beraber ayakların temiz su ile yıkanması ve başın meshedilmesidir.
  2. Adak Nedir?
    Kişinin dinen yükümlü olmadığı halde, farz veya vacip türünden bir ibadet yapacağına dair Allah’a söz vermesidir.
  3. Ahiret Ne Demektir?
    Kıyametin kopmasından sonra başlayan ve sonsuza kadar devam edecek olan cennet ve cehennem hayatıdır.
  4. Ahkam Nedir?
    Kur’an ve Sünnetin içerdiği dinî hükümlerdir.
  5. Ahlâk nedir?
    Bir kişinin iyi veya kötü olarak nitelenmesine sebep olan manevî değerleri, huyları ve bunların tesiri ile ortaya koyduğu davranışların bütünüdür.
  6. Allah’ın Rızası Ne Demektir?
    Yapılan herhangi bir işten Allah’ın hoşnut olmasıdır.
  7. Amin Ne Demektir?
    Yapılan duâ için, “Ya Rabbi Kabul buyur” demektir.
  8. Arafat nedir?
    Hacı adaylarının “vakfe” yapmak üzere arefe günü toplandıkları, Mekke’nin güneydoğusunda bulunan bir bölgedir.
  9. Arş Nedir?
    Mecazî anlamda, ilahî hükümranlık tahtı demektir.
  10. Ashâb Ne Demektir?
    Hz.Peygamber’i gören ve onunla sohbet eden müslümanlardır.
  11. Aşere-i Mübeşşere Nedir? Ve Kimlerdir?
    Dünyada iken Hz.Peygamber tarafından Cennetle müjdelenen on kişiye Aşere-i Mübeşşere denir.
    Bunlar: Ebü Bekir, Ömer, Osman, Ali, Talhâ, Zübeyr, Avf oğlu Abdurrahman, Sa’d, Zeyd oğlu Saîd, Ebü Ubeyde (r.a.) hazretleridir.
  12. Aşüre Nedir?
    Kameri takvimin birinci ayı olan Muharremin onuncu gününe verilen isimdir.
  13. Ayet Nedir?
    Kur’an-ı Kerim’de durak işaretleri arasındaki cümle ya da ifadelerdir.
  14. Berat nedir?
    Borçtan, suç ve cezadan kurtulmaktır. Günahlardan kurtulmaya vesile olan Şaban ayının onbeşinci gecesine de Berat gecesi denir.
  15. Beytullah Ne Demektir?
    Müslümanların namaz kılarken yöneldikleri Kâbe’nin diğer adıdır.
  16. Bid’at nedir?
    Dinin aslından olmadığı halde dindenmiş gibi algılanan şeylerdir.
  17. Câiz Nedir?
    Yapılması dinen yasak olmayan şeydir.
  18. Cami ve Mescid Nedir?
    Müslümanların toplu halde veya tek başına namaz kılıp, ibadet ettikleri umuma açık mübarek mekanlardır.
  19. Cennet, Cehennem, Sırat-ı Müstekîm, Berzâh Ne Demektir?
    Cennet; Allah’ın emirlerine uyup yasaklarından sakınanların konulacağı ebedi mükafat yeridir.
    Cehennem; kafirlerin sürekli olarak kalacakları azap yeridir.
    Sırat-ı Müstakîm; Allah’ın Kur’an-ı Kerim’de beyan ettiği dosdoğru yoldur.
    Berzah; ölümle kıyamet arasındaki zaman dilimidir.
  20. Din Nedir?
    Hür iradeleriyle inanan akıl sahibi insanları, en iyiye, en doğruya, en güzele ve ebedî mutluluğa ulaştıran ilahî kanunlar bütünüdür.
  21. Dört Büyük Kitabı Biliyor musunuz?
    Dört büyük kitab: Tevrât, Zebür, İncil ve Kur’an’dır.
  22. Dört Büyük Meleği Biliyor musunuz?
    1. Cebrail: Allah’tan vahiy getiren melektir.
    2. Mikail: Evrendeki tabiat olayları ve canlıların rızıkları ile görevli melektir.
    3. İsrafil: Kıyametin kopması ve insanların kabirlerinden kalkması için “Sür”a üflemekle görevli melektir.
    4. Azrail: Canlıların ruhlarını almakla görevli melektir.
  23. Duâ Nedir?
    Kulun istek ve arzularını uygun bir üslupla Allah’a arzetmesidir.
  24. Ebedî ve Ezelî Ne Demektir?
    Ebedî, sonu olmayan; ezelî ise başlangıcı olmayandır.
  25. Ecel Ne Demektir?
    Allah’ın takdir ettiği ömrün sona erdiği andır.
  26. Ecir Nedir?
    Yapılan güzel ameller karşılığında Allah’ın kullarına verdiği mânevî mükafattır.
  27. Esmâ-i Hüsnâ Nedir?
    Yüce Allah’ın en güzel isimleri anlamına gelir.
  28. Ezan Nedir?
    Namaz vakitlerinin girdiğini bildirmek üzere müezzin tarafından okunan ve özel sözlerden oluşan dini bir davettir.
  29. Farz Nedir?
    Dinen yapılması kesin olarak istenen şeydir.
  30. Fasık nedir?
    Allah’ın emir ve yasaklarına riayet etmeyen kimseye denir.
  31. Fıkıh Nedir?
    Kişinin amel yönünden faydasına ve zararına olan şeyleri bilmesidir.
  32. Fidye Nedir?
    Meşru mazeretler sebebiyle bazı ibadetlerin yapılamaması veya ibadet sırasında eksikliklerin oluşması sebebiyle yerine getirilmesi gereken dinî yükümlülük.
  33. Fitne nedir?
    İyi veya kötü şeylerle deneme, manevî çöküntü, sosyal kargaşa ve kaos demektir.
  34. Fitre Nedir?
    Ramazan Bayramına kavuşan ve dinen zengin sayılan Müslümanların, kendileri ve bakmakla yükümlü oldukları kişiler için fakirlere vermeleri gereken belli miktarda mal ya da paradır.

▲ Cuprins ▲ İçindekiler ▲ Contents ▲

IŞ HAYATINDA SEVGİ VE GÜVENİN ÖNEMİ

Insanın iç dünyasındaki güzellikleri dışa yansıtan, mahâretlerini, san’at ve hünerlerini gün ışığına çıkartan, iş hayâtıdır. Bir insanı, ailesine ve topluma faydalı bir üretici durumuna getiren, çalışmadır. Tembellik, bir çeşit ölüm, çalışmak ise, hayattır. Bu bakımdan çalışmak, insan olmanın gereğidir. Ülkelerin kalkınması, insanların düzenli çalışmasına bağlıdır. Bir âyet-i kerîmede şöyle buyrulmuştur: “Insan için, kendi çalışmasından başka bir şey yoktur.” Islâm Dîni, çalışmayı, iş görmeyi kendi elinin emeğiyle geçinmeyi teşvîk etmiş, helâlinden kazanmayı, farz kılmıştır. Bu uğurda çekilen her sıkıntıyı, bir kısım günahlara keffâret saymıştır. Sevgili Peygamberimiz (S.A.V.), Hadis-i şeriflerinde şöyle buyurmuşlardır: “Insan, elinin emeğinden daha hayırlı bir lokma yememiştir. Allah’ın elçisi Dâvut (a.s.) da, kendi elinin emeğini yerdi.” “Sizden birinizin ipini alip dağa gitmesi, sırtına bir bağ odun yüklenip getirerek onu satması, böylece Allah’ın onun yüzsuyunu koruması ve istediğini verseler de, vermeseler de insanlardan bir şeyler dilenmesinden daha hayırlıdır. Insanî ilişkilerin tamamında olduğu gibi, iş hayatında da, sevgi, saygı,sabır ve güvenin önemli bir yeri vardır.
Zira başarılı olmanın sırlarından biri de, güven duygusudur. Güven ise dürüst çalışmakla, kaliteli iş üretmekle, karşımızdakini aldatmamakla, ciddiyetle elde edilen hayat boyunca devam etmesi gereken önemli bir meziyettir. Zaten müslüman güvenilir kişidir. Peygamberimize, dost-düşman, mü’min-müşrik, herkes güvenmiş ve kendisine de bu yüzden “Muhammedü’l Emîn” denilmiştir. Toplum hayatında, iş hayatında karşılıklı sevgi, saygı, güven duygusu hakim olursa, dürüst davranışlar sergilenirse huzur ve barış ortamı tesis edilir.Kur’ân-ı Kerîm’de meâlen, “Allah ve Resulüne itaat edin, birbirinizle çekişmeyin; sonra korkuya kapılırsınız ve kuvvetiniz gider. Sabredin.
Çünkü Allah sabredenlerle beraberdir ”buyurulmakta ve bizi, toplum ve iş hayatını çok yakından ilgilendiren bu gerçekleri düşünmeye ve anlamaya dâvet etmektedir. Halbuki, sevgi, saygı, sabır ve güven, doğrudan imân’la irtibâtlıdır. Allah’ın varlığına ve birliğine, Hz. Muhammed (S.A.V.)’ in peygamberliğine inanan bir müslümanda, bu güzel hasletlerin daha güçlü bir surette bulunması gerekir. Yüce Allah meâlen şöyle buyurmaktadır: “Iman edip de, iyi davranışlarda bulunanlar için çok merhametli olan Allah, (gönüllerde) bir sevgi yaratacaktır”. Öyle ise bir müslümanın gönlünde kötü duygulara yer olmamalıdır. Içinde yaşadığımiz toplumu, birlikte çalıştığımız iş arkadaşlarımızı, sevmeli ve insanlara karşı saygılı olmalıyız. Karşılaştığımız sıkıntıları sabırla göğüslemeli ve güven ortamını sarsacak gelişmelere fırsat vermemeliyiz.

Hazırlayan: Firdevs Veli

▲ Cuprins ▲ İçindekiler ▲ Contents ▲

Sigaranın zararları

Tütünün etkili maddesi olan nikotinin, bir damladan az miktarı insanı öldürür. Bir sigara içinde bulunan nikotin, deri altına şiringa edilirse, iki insanı öldürür. Tütün dumanında nikotinden başka birçok şiddetli zehirler vardır. Mesela, bir sigara, dumanında bir miligram siyan asidi, % 5 karbon monoksit, amonyak, % 1,5 kükürtlü hidrojen mevcuttur.
Sigara yanarken nikotinin % 25i harap olur. % 30u dumanla havaya gider. % 45i de sigara içinden ağza doğru çekiliyor ise de, bunun üçte ikisi sigaranın soğuk kısmında sıvı halde kalıp, ağza, sigaradaki nikotinin, ancak % 15i dahil olur. Ağza giren nikotinin mühim bir kısmı, tükürük ile mideye gidip mide ifrazını azaltarak iştahı keser. Nikotin, ağız ve mide zarlarında kana karışır. Kanla dolaşan nikotin, böbrek üstü bezlerini tahriş ederek adrenalin ifrazı artıp tansiyon yükselir ve derideki damarlar sıkışarak, renk solar, ishal yapar. Safra yollarını daralttığından safrası ve karaciğeri zayıf olan, fazla tütüne dayanamaz. 45 yaşın altındaki genç erkeklerden, kroner kalb hastalıklarından ölenlerin % 80i sigara tiryakisidir. Sigara içenlerde akciğer kanseri, içmeyenlere nispetle 15 kat fazladır. Akciğer kanserine yakalanan hastaların % 94’ünün sigara tiryakisi olduğu ortaya çıkmıştır. Sigara içmeyen kadınlarda kısırlık % 3,8 iken, sigara içenlerde bu oran % 41’dir. Günde bir paket sigara içilen evlerdeki çocukların da, günde 5er adet sigara içmiş gibi olduğu tespit edilmiştir. Sigaradan bir nefes çekip üfleyen kimse, dumanla beraber çevreye 70 mg yanmış madde ve 25 mg. karbonmonoksit vererek etrafındakileri zehirlemektedir. Bacaklarında damar tıkanıklığı olan kişilerin % 90nın sigara içenlerden olduğu ilmi bir gerçektir. Sigara içenle, sigara ile kirlenmiş havayı teneffüs eden arasında, gördüğü zarar bakımından fark azdır. Sigara içilen yerde duranın % 70 sigaranın zararından etkilenir. Gerek hamilelik öncesinde, gerekse hamile ve emzikli iken sigara ve alkole devam eden ana babalar, çocukların hayatlarına kastetmiş sayılırlar.

Sigarayı bırakmak için

  1. Sigarayı bırakmaya kesin karar verip bu işte iradeyi sonuna kadar kullanmak gerekir.
  2. Sigarayı birden birakınız! Zira birden bırakmanın daha başarılı olduğunu tecrübeler göstermiştir. Birden bırakamayan da yavaş yavaş bırakmalıdır.
  3. Ilk iş olarak sigara içen ve sizi sigaraya iten arkadaşlardan ve onlarla işbirliği yaptığınız çevreden uzaklaşınız! (Kahvehane, oyun yerleri vs.)
  4. Sigara içen ve sigarayı hatırlatan her şeyden uzak durun! (Sigara paketi, kibrit gibi)
  5. Sizde sigara arzusu uyandıran yiyecek ve içeceklerden uzak durunuz. Genellikle sebze, meyve ve sulu yiyecekleri tercih edin.
  6. Bilhassa sigara arzusu arttığı hallerde bir bardak su içiniz!
  7. Planlı, disiplinli ve faal bir yaşama şeklini benimseyiniz!
  8. Sizi strese sokacak konulardan ve tartışmalardan uzak durunuz!
  9. Boş zamanlarınızı faydalı çalışmalarla ve açık havada yürüyüşlerle değerlendiriniz.
  10. Mümkünse birkaç arkadaşla, grup halinde bırakın!
  11. Sigarayı bıraktıktan sonra, her geçen günün sağlığınıza getirdiklerini hatırlayarak kendinize olan güveni pekiştirmelisiniz!
  12. Bu arada kilo almaktan korkulursa, şekerli, tuzlu, unlu, nişastalı ve fazla yağlı yiyeceklerden uzak durmalıdır.
  13. Sinirlerin güçlenmesi ve fizik mukavemetin artması bakımından B vitaminince zengin gıdalar tercih edilmelidir!
  14. Gece hayatından uzak durmalıdır!
  15. “Bir adet sigaradan ne çıkar” gibi aldatıcı tekliflere kanmayınız! Zira, bu tek sigaranın bu yoldaki bütün emeklerinizi boşa çıkarabileceğini unutmayın!

▲ Cuprins ▲ İçindekiler ▲ Contents ▲

Gelinliğiniz nasıl olsun?

Hayatınızın en özel kıyafetinin nasıl olmasını isterdiniz? Vücut yapınız hangi modellere uygun? Hangi modelleri tercih etmelisiniz? İşte evlilik hazırlığındaki gelin adaylarına mini gelinlik rehberi…
Hayatınızın en güzel gününü planlıyorsunuz… Sevdiğiniz, gönül verdiğiniz insanla artık hayatınızı birleştirip, ortak bir yaşantı kurmak için adım atma hazırlıkları içindesiniz. Elbette o özel günde en güzel, en görkemli, en kusursuz olmayı istiyorsunuz. Ama hala kafanızda tasarladığınız gelinlik modelini bulabilmiş değilsiniz. Oysa öyle çok model, seçenek var ki! Yeter ki bedeninize uygun ve rahat edebileceğiniz bir gelinlik seçmesini bilin. İşte size ipuçları
Kemikli bir yapıya sahipseniz kabarık gelinlikler ilk tercihleriniz arasında olabilir. Eğer köprücük kemiğiniz göze çarpıyorsa, ince askılardan sakının.
Narin bir yapıya sahipseniz, sizi boğacak hacimli gelinliklerden uzak durun, vücudunuzu daha saran gelinlikleri tercih edin.
Kilolu iseniz şeritsiz kabarık gelinlikler alt kısımlardaki kilolarınızı saklayacaktır. Üst bedeninizi ise boyunlu modellerle dengeleyebilirsiniz.
Geniş bir bedene sahipseniz, dar korseli gelinliklerden kesinlikle uzak durun. Omuzları kapalı modeller sizi olduğunuzdan geniş gös-terebilir.
Göğüslerinizin büyük olduğunu düşü-nüyorsanız, üst bedende çok aşırıya kaçma-mak kaydıyla dar ve yukarı doğru kesime sahip modelleri tercih edebilirsiniz. İnsanların yüzünüze bakmasını istiyorsanız, açık ve fazla dar gelinliklerden kaçının.
Uzun boylu iseniz sizin için her gelinlik modeli uygun olabilir. Ancak uzun kollu modelleri tercih etmeyin. Yukarı kesime sahip gelinlikler sizi olduğunuzdan uzun gösterebilir.
Düşük belli iseniz, omuzlardan dikey olarak inen ve çok geniş eteği olan modeller sizin için ideal. Dar kesimli modellerden kesinlikle uzak durun.

PROVALARA DİKKAT

Model tercihinizi yaptıktan sonra kullanacağınız iç çamaşırı, ayakkabı ve aksesuarlarınızı hemen hazırlayın. utyen ve ayakkabılarınızdaki küçük bir değişiklik, gelinliğinizde potluklara neden olabilir.
Gelinliğin ilk provasını düğün gününüzden 6 hafta önce yapın ve stiline, renklerine ve bedeninizdeki duruşuna dikkat edin. İçinize sinmeyen bir modeli kesinlikle diktirmeyin.
Mutluluklar…

▲ Cuprins ▲ İçindekiler ▲ Contents ▲

MAKARNA SALATASI

6 kişilik

Yarım paket dilediğiniz cinste kesme makarna, 1 su bardağı mayonez
1 su bardağı yoğurt
3 diş sarımsak
8 adet küçük salatalık turşusu
5 adet sosis
2 adet havuç
1 su bardağı konserve bezelye
1 demet maydanoz
Yarım demet dereotu
100 gram yeşil zeytin
Tuz ve karabiber

Makarnayı haşlayalım. Süzelim ve bir kaba alalım. Sarımsakları dövüp yoğurta katalım. Mayonez ile yoğurdu makarnanın üzerine dökelim. Hepsini birlikte karıştıralım. Haşlanıp, kabuğu soyulmuş sosisleri, salatalık turşularını ve kabuklarını kazıdığımız havuçları tavla zarı iriliğinde doğrayalım. Maydonoz ve dereotunu ince ince kıyalım. Bunların hepsini makarnanın içine ilave edelim. Bezelyeyi, yeşil zeytinleri, tuzu ve karabiberi ekleyerek hepsini harmanlayalım. Küçük marul yaprakraları ve domateslere
Süsleyerek servis yapabiliriz.

Mevsim meyvesi gibisi yok

En sağlıklısı mevsim meyvesi

Kışın çilek, yazın portakal aramak yerine mevsim meyve ve sebzelerine yönelin. Çünkü tüketilmeden çok önce toplanan meyve ve sebzeler bazı özelliklerini ve lezzetlerini yitirirler. Çilekler, fasulyeler, kuşkonmazlar… İlkbahar meyve ve sebzeleri pazarlarda, manav tez-gahlarında yerini almaya başladı. Hem gözler hem damaklar için gerçek bir şölen. Aynı zamanda sağlık için de.Uzmanlar kansere, yüksek tansiyona, kalpdamar hastalıklarına, beyin kanamasına karşı koruyucu etkisi olan lif, potasyum ve başka malzemeler açısından zengin meyve ve sebzeleri bol miktarda tüketmeyi önerirken, ”Ama en iyisi mevsim meyve ve sebzeleri” diyorlar. ”Kışın çilek, yazın portakal aramak yerine mevsim meyve ve sebzelerine yönelin. Çünkü tüketilmeden çok önce toplanan meyve ve sebzeler bazı özelliklerini ve lezzetlerini yitirirler. Günümüzde artık her mevsim her meyve ve sebzeyi bulabiliyoruz ama sağlıklı olanı, mevsimleri göre beslenmek” diyen uzmanlar, küçük oyunlarla çocuklara bu alışkanlığı kazandırabileceğimizi belir-tiyorlar. ”Seni kanserden korur, diye bir çocuğa meyve sebze yedirmenin bir anlamı yok. Kanserden koruyucu etkisi doğru ama çocuklar başka şekillerde özendirilmeli. Örneğin bezelye soyarken, oyun oynar gibi, size yardımcı olmasını isteyebilirsiniz. Ya da her mevsim meyve ve sebzesini ilk tattığında bir dilek tutmasını söyleyebi-lirsiniz” diyen uzmanlara göre mevsim meyve ve sebzeleri henüz nişastaya dönüşmemiş şeker içerdikleri için daha leziz, tatlı ve taze oluyorlar. İlkbahar meyve ve sebzelerinin özelliklerine gelince: Bezelye, bakla, fasulye lif ve protein içerirler; özellikle ekmek, makarna ve pirinçle birlikte yenildiğinde daha güçlü protein kaynakları oluyorlar. Havuç koruyucu etkisi olan betakaroten içeriyor. Uzmanlara göre en iyisi havucu çiğ yemek ve evde rendelemek (hazır ren-delenmişlerden almayın). Kuşkonmazlar lif ve su içerirler ve çok lezzetlidirler. Uzmanların son bir önerisi, son zamanların en hormonlu besinlerden çilek alırken mümkün oldukça hormonsuz, biyolojik olanı seçmek.

– Sayfayı hazırlayan Nurcan İbraim –

▲ Cuprins ▲ İçindekiler ▲ Contents ▲

MASAL

Masal halk dilinde anlatılarak oluşan sözlü edebiyat ürünüdür. Bir yazar tarafından sonradan yazıya geçirilmiştir.
Masallarda olaylar tamamen hayal ürünüdür. Yer ve zaman belli değildir. Kahramanlar insan üstü özellikler gösterir. İyiler hep iyi, kötüler hep kötüdür. İyiler ödüllendirilir, kötüler cezalandırılır. Masallarda eğiticilik esastır. Çoğu kez evrensel konular işlenir. Dünya edebiyatında Kelile ve Dimne, Binbir Gece Masalları ünlüdür. Türk edebiyatında Keloğlan en tanınmış masal kahramanıdır. Eflatun Cem Güney masallarımız derlemiş ve bir kitap halinde yayımlamıştır.

Anonim Halk Edebıyatı mah-sullerinin en yangın olanlarından biri de masaldır. Bu mahsullere ad olarak verdiğimiz kelime Habeşçe „mesl“, Âramice „maslâ“ ve İbrânicedeki „mâsâl“ dan, Araplara „mesel, mâsal“ şekli ile mukayese ve karşılaştırma mânâsıyla geçtikten sonra Türkçeye mal olmuştur.
Bir çok yazarlar tarafından „hikâye, efsane, menkabe, kıssa, fabl, atalar sözü, tekerleme vb.“ karşılığında kulla-nılmış, düşünülmüş ve tesbit edilmiş olan masal bazı Türk boylarındaki lehçe ve ağızlarda ayrı ayrı isimler almaktadır. Çuvaş Türklerinin „hallap“, Kazakların, Kırgızların, Kazanlıların „ertek, ertegi“, Teleutların „çorçek“ ve Doğu Türkistan Türklerin aynı kökten „çocek“ deyimini kullandıklarını biliyoruz.
Bu güne kadar bibliyografyada adı geçen yazarların birer ikişer yönü ile yaklaşıp hususiyetlere ışık tuttukaları masaları hakim vasıflarına göre „bilinmeyen şahıslara ve varlıklara ait hadiselerin macerası, hikayesi“ olarak tarif edebiliriz. Sözlü edebiyat ananesinin mahsülü bu hikayelerin bilinmeyen zamanı „vaktiyle“ ye karşılık bir „evvel zaman“ dır. Türk masalcısının gramer kategorilerinden „mışlı geçmiş“ veya „geniş zaman“ ile hikaye roman uslübu yarattığı bu zaman, varlığı ile yokluğu tereddüde düşüren„bir varmış bir yokmuş“, „bir oduncu ile üç kızı var“ tekerlemelerinde kendini gösteren bir geçmiş zamandır. Bu zaman, insanoğlunun hayatın hülyalı ve mes’uliyetsiz bahçesine gütüren bir zamandır. Bu zaman Heraklit’in akan nehre benzettiği ve ikinci defa suyunda yıkanamayacağımız varlığın bedbin görünüşünden uzak her an içinde yaşanılması mümkün bir zamandır.
Bundan ötürü bir hududu „hal“ de bitmekle beraber bu zaman masal kahramanına geniş hareket imkanı verdiği için hür bir zamandır.
İşte böyle bir zaman içinde köklü geleneğe bağlı, kollektif karakter ta-şıyan „hâyalî-gerçek“, „mücerret-mü-şahhas“, „maddi-manevi“ birtakım konu, macera, vak’a, problem, motif ve unsur-lar nesir dili ile vakit geçirmek, insanları eğlendirirken terbiye etmek düşünce-sinden hareketle, hususi bir üslupa anlatılır veya yazılırlar. Umumiyetle kadınlar tarafından anlatılan ve sonra-dan bir kısmı meraklılarca yazıya geçirilen bu mahsullerin kahramanlarının yaşadıkları veya bulundukları ülkeleri tayin ve tesbit etmek imkanı yoktur. Ancak bu yerler, yeni icat veya taklit eserler çoğalınca, birbirlerinden ayırma güçlüğü karşısında: „Hindistan, Türkistan, Çin, İstanbul, Mısır, Bağdat, Bursa“ gibi isimler almışlardır.
Masalların kahramanları: İnsanlar (padişah, tüccar, oduncu, keloğlan, arap); hayvanlar (arslan, tilki, at, güvercin, papağan); bitkiler (ağaç, çiçek); maddi unsurlar, alet veya eşya(daü, taş, mağara, kuyu, su, sofra, seccade, değirmen, ayna, çalgı); hayali yaratıklar(dev, cin peri); yalın fikirler (akıl, zeka, iyilik, kötülük, güzellik) gibi akla gelen her şeydir.
Msalcı bu kahramanları, zaman zaman eski inanç din, kültür ve medeniyet unsurlarından gelen malzemenin kompozisiyonu içinde dinleyicisi ile okuyucusuna „hikaye, dram, fıkra“ biçimlerinde anlatır. Menkabe gibi „inanma“ hususiyeti taşımayan masallar, bizde bir başlangıç, bir asıl masal ve bir de sonuç olmak üzere üç kısımda toplanabilir. Başlangıç bir tekerlemedir. Dinleyicinin dikkat ve alakasını masal üzerine çekmekte kullanılan „seci“ li bir nesir veya manzum- mensur bir formeldir. Asıl masalın muhtevası dışında, müstakil bir hüviyet gösteren bu formeller, hadiseleri birbirlerine bağlamak ve dağılan alakayı tazelemek maksadı ile hikayenin ortasında da kullanılabilir. Sonuç, kahramanların kaderlerini tayin eden bölüm olarak tiyatrodaki perde kapanışına benzer şekilde, hafızalarda kalacak kısa bir tekerleme ile nihayet bulur (Geniş bilgi için tekerleme bölünmüne bakınız).
Msalcı, masalını ana dili ile tabiî Türkçe ile anlatır; o dilin zevk ve şuuruna yükselmiş bir sanatçıdır. Cemiyetin ortak değer hükümleri ile kütle psikolojisini kavrayarak konuştuğu için her zaman ve muhitte itibar gören bir şahsiyettir.
Umumiyetle okumanın ve yazının gelişmediği devirlerde ve muhitlerde nesillerden nesillere intikal eden ve hususiyle geceleri söylenen masalların ilk yaratıcılarını bi-lemiyoruz. Sonraları hafızadan hafızaya geçen bu mahsullerin „musanif“ adı verilen ikinci ve üçüncü elden anlatıcıları karşımıza çıkıyor. Biz Türkçede bu sanatçıya „masalcı“adını veriyoruz.
İnsanlığın hayat içinde ve tabiat karşısındaki ortak duygu ve düşüncele-rinin temlerini işleyen masallar, söyledi-kleri dile göre millî karakter kazanırlar. Hind veya Türk masal deyişimiz bun-dandır. Zamana, muhite ve inançlara göre değişikliklere uğrayan; bazen eski motiflerini kaybedip yeni motiflerle beslenen bu mahsuller meraklılar ve dilcilerce muhtelif usullerde tesbit edilmekte, yazarlar tarafından sanat eseri haline getirilmektedir.

Sayfayı hazırlayan Nurcan İbraim

▲ Cuprins ▲ İçindekiler ▲ Contents ▲

İBN-İ SİNA HAFTASI

Kimdir İbni-i Sina derken önümüze bir Avicena çıkıyor. Batı Dünyasında, Aviçena, yani tanılmış olan İBNİ-İ Sina, ünlü Türk- İslam felsefeci ve hekim olduğunu bilnmiyor veya bilinmeye istenmiyor.
Buhara. Afşane’de 980’de doğmuş, 1037’de Hamedan’da vefat etmiştir. Babası Samani hükümdarları hizmetinde katip olarak görev yapan buharalı Abdullah bin Sina’dır.
İbn.i Sina, önce babasından Kur’an.ı Kerim.i ezberledi, sonra devrin tanınmış bilginlerinden Natılı’den özel dersler aldı. İsmail Zahid’den, geometri, mantık eserlerini okudu. Sarf, nahiv, fıkıh konularında çalıştı. Ayrıca tıp öğrenimini gördü. Farabi’nin “El-İbane“ adlı bir risalesi onun Aristo’yu anlamasına yardım etti. 17 yaşında Buhara prensi nuh bin mansur’u çok tehlikeli bir hastalıktan kurtardı. Buna karşılık kendisine Buhara sarayın zengin kütüphanesi açıldı. Bir ara samani devlet’’in hizmetine girdi. Samani2lerin düşmesinden ve Babasının vefatından sonra Harizm ve Horosan’’ dolaştı. Cürcan’’a Ebu Muhammed Şirazi, İbni Sina’’a güşlü bir destek oldu. Meşhur
“El- Kanun fi’t- Tıb“ adlı eserini burada yazdı. Bu eser bugün dahidünyanın sayılı ülkelerinin bazı tıp fakültelerinde ders kitabı olarak okutulduğu gibi, dünya tıp otoriteleri tarafından bir numaralı kaynak eser olarak kabul e dilmektedir.
İbn-I Sina, özgün felsefe sistem kurabilen nadir filozoflardan biridir. Felsefesinde deneye, akılcılığa dayanan, duyurlarla kazanılan deneyi verilerini akıl ilklerine göre değerlendiren ve açıklayan bir görüşü vardır. İzinde yürüdüğü Farabi’nin akılcılığı ile Ebu Bekir Razi’nin deneyciliğini birleştirir. Ibn_I Sina’nın felsefe konularında deneyici, akılcı olması, tıp ve tabiat bilimleri alanındaki gözlemlerinin bir sonucudur.
Çalışmalarında müsiki konusuna da yer veren İbn-I Si na, bu alandaki eserlerinde Farabi2den etkilendi.

▲ Cuprins ▲ İçindekiler ▲ Contents ▲

Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanlığı

Çankaya Köşkü

Çankaya ismi ile bütünleşen Cümhurbaşkanlığı Çankaya Köşkü, Gazi Mustafa Kemal’in Milli Mücadele yıllarından başlayarak 1932 yılına kadar hem ikametgah ve hem de çalışmalarını yaptığı tarihi Müze Kösk’ün hemen sağ tarafında ve onun bittiği yerde başlayan sütunlu, pembe tarihi bir yapıdır.
Atatürk, kendisine sunulan projeler içerisinde Viyanali mimar Prof. Clemens Holzmeister’in projesini beğenmiş, buna kendi görüşlerini de katmıştır.
Yapımına 1931 yılında başlanılan ve ilk yıllarda Yeni Kösk olarak da adlandırılan Çankaya Köşkü 1932 yılı Ekim ayında tamamlanmıştır.
Üç cephesi de Ankara tası ile çevrilidir. Alt katı bodrum ve genişçe bir teras üzerine iki kat olarak inşa edilen Çankaya Köşkü’ nün birinci katı, çalışma ve misafirlerin kabulleri, üst katı ise ikametgah için düzenlenmiştir. Çankaya Köşkü’ nün çalışma ve kabul salonlarının bulunduğu birinci katına, binanın her dört cephesindeki kapılarla da giriş yapılabilmektedir. Ikametgah olarak kullanılan ikinci katın kapısı ise Kösk’ün sol arka bölümündedir.
Kösk’ün birinci katının, şehir cephesindeki oda ve salonlarının pencereleri camlı ve çift kanatlı olup, hepsi de etrafı parmaklıklı, geniş bir terasa açılmaktadır.
Kösk’ün bodrumunun üst kısmına rastlayan bu terasın yola inen iki geniş merdiveninin karşısına düşen bölüm, aynı zamanda, güven mektubunu sunmaya gelen Büyükelçilerin, Tören Kıtasını selamladıkları Tören Alanı idi. Milli Bayrağımızın dalgalandığı büyük gönder, Kösk’ün sağ ön tarafında ve Gül Bahçesinin duvarlarının başladığı köşededir.
Çankaya Köskü’nün günlük kullanım kapısı, 19 taş basamaklıdır. Terasında köşeli küçük havuz ile bir çiçek bölümü vardır… Yabancı Devlet Başkanları’nın Kösk’ü ziyaretlerinde ise, ön cephedeki geniş merdivenler ile aynalı salonun terasa açılan kapısı kullanılmaktadır.
Kösk’ün çalışma ve kabul salonları, köşe başlarında nadide ve büyük boyda Çin vazoları ile som yaldız çerçeveli yağlı boya tabloların süslendiği koridorun üzerinde bulunmaktadır. Girişin hemen solundaki kapı, nöbetçi yaverin çalışma odasına açılmaktadır. Bu oda Atatürk zamanında Bilardo Salonu idi. Büyük havuzun bulunduğu yer 1977 yılında kapatılarak resepsiyon salonu haline getirilmiş ve 1993 yılına kadar kullanılmıştır.
Aynı kattaki yemek salonu; 1969’da yaptırılan büyük Hereke halısının renginden esinlenerek “Mavsi Salon” olarak isimlendirilmiştir. Salonu sarı yaldız çerçeveli yagli boya tablolarla, tavanındaki aynı boyda üç büyük kristal avize ve bunların aplikleri süslemektedir. Mavi Salon, 1974 yılından 1993 yılına kadar yabancı Büyükelçilerin güven mektuplarını sundukları ve yüksek düzeyde toplantıların yapıldığı mahal olarak kullanılmıştır.
Mavi Salon’dan, sürmeli olarak ara kapı ile Aynali Salona geçilmektedir. Ismini tavanın tamamen kristal ayna ile kaplı olmasından alan bu salon, bir yandan aynalı sürme kapısı ile Çalışma Odası’ na bağlanmakta, diğer camlı sürmeli kapısı ise, koridora açılmaktadır.

hazırlayan: Gülten Abdula

▲ Cuprins ▲ İçindekiler ▲ Contents ▲

Versuri populare dobrogene

Doina

“Dunare cale batrana,
Dunare cale batrana…
Apa ta dorul mi-l mana,
Apa ta dorul mi-l mana…
Si mi-l mana asa usor,
Si mi-l mana asa usor…
Ca eu nu mai pot de dor.”

Geamparale

“ Frunzulita pom rotat,
Asta-i PORTUL ce mi-i dat,
De la mama cu iubire
Sa-l las si eu mostenire.
Frunzulita bob marunt,
Maicuta, cand am crescut,
M-a invatat cu mult drag
Graiul dulce dobogean.
M-a invatat a canta,
Si sa tes cu mana mea,
Dealuri cu dantele
Braul cu margelele.”

“Fata cu ochi maslinii,
Mandra dobrogeana,
Nu te duce la izvor
Singua, codana.
Caci de cate oi te vad,
Mandra dobogeana,
Inimioara-mi arde-n piept
Cum arde o rana
Vino fi mireasa mea,
Fata din campie,
Tu esti pima dintre fete
Care-mi place mie.”

Geamparalele:

(Turceste: “cialpara” = “castanedete”) – joc popular romanesc, raspandit in Sudul Munteniei si in Dobrogea. Se joaca in formatie de cerc, jucatorii tinandu-se de mana, in perechi, cu bratele incrucisate la spate. Are ritm asimetric (7/16). Pasii jocului sunt lini; uneori se introduc si figuri de virtuozitate.

▲ Cuprins ▲ İçindekiler ▲ Contents ▲

Tradiţii culinare dobrogene

Placinta Dobrogeana!

Sunteti pregatiti pentru ceva nou? Ce-ar fi sa incercati una din mancarurile noastre specifice? Se numeste placinta dobrogeana cu branza. Nu aveti nevoie decat de faina, 8 oua, 400 grame de iaurt, 300 grame branza de oaie, zahar, drojdie, sare, ulei si 200 de grame de crema acrasour cream.
Invelisul: Puneti faina intr-un oala. Bateti doua oua si punetile alaturi cu faina. Adaugati 200 game iaurt, drojdie, sare, ulei si apa. Amestecati-le impreuna. Impartiti aluatul in 6 sau 7 bucati; acoperitile cu stergar si lasati-le sa creasca timp de 30 de minute.
Continutul: Bateti 4 oua intr-o oala.Taiati branza in bucatele si puneti-o alauri de oua. Adaugati zahar, sirop si vanilie; amestecati bine.
Presati o bucata de aluat pana cand se transforma intr-o foaie subtire, stropiti-o cu putin ulei, si puneti niste continut deasupra. Impachetati-o si puneti-o intr-o tigaie de gatit. Faceti la fel cu restul bucatilor ramase.
Bateti doua oua si punetile intr-o oala; adaugati 200 grame iaurt si amestecati bine. Puneti acest amestec pe partea superioa a placintei si prejiti-o pana cand capata o culoare auriu spre maro.

Sarailie

Se cer 300 grame faina, 150 grame apa, sare, 100 grame ulei, 300 grame de nuci, sirop de zahar cu rom si esente.
Se intind foi de placinta care se pun una peste alta. Foaia de deasupra se unge cu ulei. Se taie in dreptunghiuri. Se preasara la mijloc cu nuci tocate mai mare. Se indoaie putin inauntru marginile foilor de pe latura mai lunga. Cu o vergea groasa de 1 cm care se aseaza pe una din laturile inguste ale foii, se ruleaza intreaga foaie pe vergea. Ruloul obtinut se strange pe vergea, se pune in tava, se taie in doua, se ung bucatile cu ulei si se pun la copt.
Dupa ce sunt gata coapte se toana peste ele un sirop de zahar.

Baclava

Se cer 300 grame faina, 150 grame apa, sare, ulei, umplutura de nuca si sirrop de zahar.
Foile de placinta se taie dupa marimea formei de copt. Cantitatea de foi se imparte in trei parti egale. In tava unsa cu ulei se pune prima parte de foi, avand grija sa se stropeasca fiecare foaie cu ulei. Se pune deasupra, pe langa intreaga suprafata a foii, jumatate din cantitatea de umplutura de nuci, se acopera cu un alt strat de foi stropite cu ulei, se pune apoi restul de umplutura si deasupra ultima parte de foi. se taie cu un cutit bine ascutit bucati dreptunghiulare, rombice sau triunghiulare, apoi se da la cuptor, la foc potrivit. Cand baclavaua este coapta, se toana peste ea un sirop fierbinte de zahar, dupa care se lasa sa se raceasca.

ÇOBAN ÇEŞMESİ

Derinden derine ırmaklar ağlar,
Uzaktan uzağa çoban çeşmesi,
Ey suyun sesinden anlıyan bağlar,
Ne söyler şu dağa çoban çeşmesi.
“Göynünü Şirin’in aşkı sarınca
Yol almış hayatın ufuklarınca,
O hızla dağları Ferhat yarınca
Başlamış akmağa çoban çeşmesi…”
O zaman başından aşkındı derdi,
Mermeri oyardı, taşı delerdi.
Kaç yanık yolcuya soğuk su verdi.
Değdi kaç dudağa çoban çeşmesi.
Vefasız Aslı’ya yol gösteren bu,
Kerem’in sazına cevap veren bu,
Kuruyan gözlere yaş gönderen bu…
Sızmadı toprağa çoban çeşmesi.
Leyla gelin oldu, Mecnun mezarda,
Bir susuz yolcu yok şimdi dağlarda,
Ateşten kızaran bir gül arar da,
Gezer bağdan bağa çoban çeşmesi,
Ne şair yaş döker, ne aşık ağlar,
Tarihe karıştı eski sevdalar.
Beyhude seslenir, beyhude çağlar,
Bir sola, bir sağa çoban çeşmesi…

▲ Cuprins ▲ İçindekiler ▲ Contents ▲

Jurnal de tabără

Este vară. Este sezonul vacanţelor, al drumeţiilor, al recreării, al încărcării bateriilor de energie fizică şi psihică atât de necesare şi atât de solicitate în perioadele „clasice“ de muncă şi învăţătură.
Uniunea Democrată Turcă din România, cu aportul Comisiei de Învăţământ, preşedinte prof. Ibraim Ervin, a organizat anuala tabără de limba maternă, în perioada 31 iulie – 7 august a.c. la Sânta Măria Orlea, judeţul Hunedoara.
Profesori şi elevi, membrii ai U.D.T.R., din filialele Constanţa, Cumpăna, Valu Traian, Eforie Sud, Medgidia, Cobadin, Galaţi, Isaccea, Tulcea, Măcin, Babadag, Techirghiol au petrecut o săptămână de vis pe meleaguri de legendă şi istorie, într-un peisaj superb, predominant muntos. La Sânta Măria Orlea şi împrejurimi, covorul verde al păşunilor şi pădurilor, semeţia munţilor, apele curgătoare şi limpezi, aerul nepoluat la care s-a adăugat ospitalitatea gazdelor ne-au lăsat impresii profunda, ne-au bucurat şi recreat. Şi nu vom uita numeroasele excursii şi drumeţii. Inclusiv clasicul foc de tabără, serile de discotecă, concursurile „Miss“ şi „Mister“, Carnavalul Costumelor şi al veseliei, jocurile sportive.
Plecaţi cu două autocare Mercedes ale Transevren-ului, după un drum lung, obositor, am schimbat litoralul nostru drag cu munţii semeţi şi imagini de carte poştală.
Zilele au trecut parcă prea repede, iar unii dintre noi ar mai fi dorit să rămână, deşi responsabilităţile de sănătate şi de securitate ale copiilor au fost şi rămân mari.
Prima zi a fost ocupată cu repartizarea în căsuţe de 2-4 locuri, cu vizita medicală, cu rezolvarea problemelor administrative, cu antamarea conducerii taberei şi organizarea programului. Şi evident sfânta odihnă.
Una din primele excursii a avut ca obiectiv Castelul Corvineştilor, din oraşul reşedinţă de judeţ Hunedoara. Castelul situat pe un pinten stâncos, la ieşirea pârâului Zlaşti dintr-un mic defileu, reprezintă cel mai important monument de arhitectură gotică medievală din România.
Înălţat, începând cu secolul XIV, castelul păstrează din acea epocă un zid de incintă şi un bastion triunghiular. Castelul se înalţă pe locul unui castru regal dăruit nobilului român Voicu de către regele Sigismund al Ungariei.
Fiul lui Voicu, Iancu de Hunedoara a adus în secolul XV transformări importante castelului ce a fost moştenit apoi de Matei Corvin şi alte familii de nobili. Prin anii 1620, Gabriel Bethlen a iniţiat a treia etapă de lucrări şi a modificat aspectul original al clădirii. În timp, castelul a fost incendiat şi a fost supus unor ample lucrări de restaurare, aici organizându-se şi un muzeu de istorie.
Podul suspendat peste albia prăpăstioasă a Zlaştiului ne introduce în castel. Sub poartă am vizitat Camera de gardă şi Închisoarea. La dreapta, cu emoţie, retrăind parcă vechea istorie, am pătruns în Sala Cavalerilor construită în stil gotic. La etaj se găseşte Sala Dietei şi turnul Capistano, numit astfel după călugărul inchizitor din timpul lui Iancu de Hunedoara.
În aripa stângă se află Turnul de veghe, Sala tezaurului şi Capela Gotică. M-au interesat, ca om de cultură, şi picturile murale cu imagini din viaţa nobiliară, care datează din secolul XV.
Pentru noi, etnicii turci, a fost răvăşitoare povestea, se pare reală, a prizonierilor turci, cărora li s-a promis eliberarea dacă descoperă apa, atât de preţioasă. Turcii prizonieri, dintre care unul era Hasan, au săpat adânc în piatră şi stâncă, şi la circa 30 de m au dat de o fântână. Fântâna se află în curtea interioară a castelului. Şi, uimiţi, cunoscătorii de limbă arabă, pot citi şi azi, pe un perete, dramatica şi nedreapta soartă a prizonierilor turci. Hasan prizonierul, spune, sau spunea cu obidă: „Noi ne-am ţinut cuvântul dat, (adică am săpat şi am dat de fântână), dar voi nu“ (nu ne-aţi eliberat, cum aţi promis). Prizonierii turci, din păcate, au fost decapitaţi, au fost ucişi.
La întoarcere am trecut prin ţinutul Pădurenilor ce corespunde părţii estice a Munţilor Poiana Ruscă la nord de Ţara Haţegului. Zona mai izolată, interesantă, cu sate aşezate pe culmi, are culturi în terase, cu case tradiţionale. Acoperişurile caselor sunt de 2-3 ori mai înalte decât pereţii. Casele sunt zugrăvite în culori vii. Se spune că pădurenii sunt vestiţi pentru obiectele de odoabă din cositor şi alamă, iar dansurile şi cântecele lor „Brâurile pădureneşti“ sunt renumite.
La circa 8-10 km de Hunedoara se află lacul de acumulare Cinciş cu multe baze de agrement, precum Motelul Cinciş, vilele Casa Albă, baza de agrement a Combinatului Siderurgic un club de caiac-canoe, un ştrand plutitor. Un localnic ne-a dat informaţia, nu ştim cât de reală, că fostul jucător de fotbal şi actualul antrenor al echipei Dinamo Bucureşti, Ion And one are aici, în zonă, un hotel. Pe malul lacului şi barajului Cinciş am trăit momente de desfătare, la un suc, o cafea, o apă minerală şi un chips. Soarele generos ne-a luminat, ne-a încălzit şi ca un bun tovarăş a fost de partea noastră.
În fine, ca profesor de istoria religiilor, nu puteam, pe drumul de întoarcere spre tabără să ratez Biserica Mânăstirii Prislop. Celălalt autocar n-a atins acest obiectiv. Situată în apropierea satului Silvaşu de sus, Mânăstirea Prislop a fost întemeiată de călugărul Nicodim de la Tismana în 1404 cu sprijinul lui Mircea cel Bătrân. În cimitirul plin de flori, într-un cadru feeric, la Prislop au odihna de veci, călugărul Nicodim, părintele Arsenie, stareţe şi alte feţe bisericeşti ce au înnobilat locul. Al doilea ctitor al bisericii este domniţa Zamfira, care a rezidit, din temelii, biserica în 1564.
Biserica este zidită din piatră brută de râu, este pictată cu scene biblice. Lăcaşul de cult a fost şi o şcoală de călugări.
Azi Prislop este un lăcaş destinat stareţelor. Intrarea în spaţiul acesta binecuvântat de Dumnezeu se face respectând nişte reguli, canoane. Adică, noi, vizitatorii bărbaţi trebuia să avem pantaloni lungi, iar doamnele şi domniţele au primit o fustă lungă. Un lucru care pe mine, personal, nu m-a mirat, dar a „răvăşit“ pe cei cu care am vizitat acest sfânt lăcaş de cult religios.
Seara, s-a organizat discotecă iar grupul de fete de la „Fidanlar“ (Mlădiţe) al U.D.T.R. a cântat „în premieră“ pe aceste meleaguri pline de frumuseţe, de naturaleţe şi foarte ozonate. Cei din tabără, bucureşteni, prahoveni, doljeni, au „gustat“ din nobleţea şi melosul cântecelor tradiţionale turceşti.

Prof. Univ. Dr. IBRAM NUREDIN

▲ Cuprins ▲ İçindekiler ▲ Contents ▲

Bir fincan kahve, nereden nereye….

Türkler için kahvenin günlük yaşamın içindeki yeri büyüktür. Kimileri için kahve, o günün vazgeçilmezi bile sayılabilir. İş aralarında, çalışma masası başlarında, sohbetlerde, cafelerde, çeşitleriyle… Kahve yıllar boyunca alışkanlıklar yaratmış ve en sonunda kültür oluvermiştir. Kahvenin anavatanı bu günkü Güney Etiyopyadır. İçecek maddesi olmadan önce yenerek tüketilen bir besin maddesi olarak bilinir. Kahvenin bir içecek maddesine olan dönüşümü hakkında çeşitli rivayetler vardır.
Hatta bunlardan bir tanesi ortaçağ İslam kültürüne, Hz.Süleyman’a kadar dayanır. Bu söyleme göre Hz. Süleymen bir yolculuk esnasında karşılaştığı bir kasaba halkının bilinmez bir hastalığı olduğunu öğrenir ve kahve çekirdeklerini kavurarak içecek hazırlar.
İslam kültürünün ardından, kahvenin 15. yy. da dervişler arasında çok popüler olduğu bilinmektedir. Çünkü “Kahve zihni açık tutar.” diye düşündüklerinden uzun sohbetlerinde kahveyi kendilerinden uzak tutmazlar. Kahvenin kısa sürede sınırlarını aşıp Batı’ya yayılmaya başlaması 17. yy. daki tüccarlar sayesinde gerçekleşir. Venedik, Marsilya, ve Amsterdam’dan Doğu Akdeniz’e gemiler kaldıran tüccarlar bu bölgelere kahvenin girmesinde etkili olmuşlardır. Paris sosyetesine kahvenin girişi, Osmanlılar zamanına denk gelmektedir. Savaş sırasında ele geçirilen kahveler buralarda kahvehanelerin açılmasına sebep olmuştur. Osmanlılarda ise kahve ile tanışma Haz ibadeti için Hicaz bölgesine giden hacılar aracılığıyla olmuştur.Ve bundan itibaren saraylarda içilen bir içecek olmuştur kahve.
İstanbul’da ki ilk kahvehane Tahtakale’de 1554 yılında açılmıştır. Zamanla kahvehanelerin sayılarının artması sosyal hayatın akışını etkilemiştir.İnsanlar bu mekanlarda bir araya gelmekte ve sohbet etmektedirler.Bir maddenin toplum tarafından kabulu ve sosyal hayata etkisi bu noktada önem kazanmaktadır. Bunun üzerine bu mekanların kapatılması için çalışmalar yapılmış ancak bu çalışmalar başarısızlıkla sonuçlanmıştır. O gün bu gündür farklı sınırlarda, farklı çeşitleriyle önümüze çıkan kahvenin hikayesidir bu.
İstanbul “kahvehane” leriyle, Paris “cafe” leriyle, Londra “coffee-house” larıyla o günlerden günümüze sayıları artarak hayatımızın içindeki yerini almıştır. Çeşitleri artmakla beraber damakta farklı tatlar bırakarak yeni bir merak başlatmıştır insanlar üzerinde.Sıradan bir içecek olmasından öte yarattığı alışkanlıklarıyla ve mekanlarıyla çoktan bizi kendisine bağlamış durumda. Artık her yudum kahvede onun hikayesi bilmek hiç de fena değil.

▲ Cuprins ▲ İçindekiler ▲ Contents ▲

Irak’ın hazineleri Amerika yolcusu

Bağdat Müzesi en değerli sanat eserlerinin bir kısmını ABD’ye ödünç verecek. “Gezici sergide” gösterilmesi planlanan eserler, Bağdat düştükten kısa bir süre sonra yağmalanmaya başlamıştı. Fakat çalındığı düşünülen eserlerin büyük kısmı sonradan ortaya çıktı.
Gezici sergide yeralacak eserler arasında Nimrud Hazineleri adıyla bilinen Asur mücevherleri de bulunuyor. 650 paha biçilmez bilezik, kolye, taç ve yarı değerli taşlardan oluşan, MÖ 8. yüzyıldan kalma koleksiyon 20. yüzyılın en önemli arkeolojik buluşları arasında sayılıyor.
Mücevherler, 1988-1992 yılları arasında Asurlu kraliçe ve prenseslerin Musul yakınlarındaki mezarlarında yapılan kazılarda bulunmuştu. Mücevherlerin yağma sırasında kaybolduğu sanılıyordu, fakat Merkez Bankası’nın 1990’larda koyduğu yerden çıktı.
MÖ 3200’den kalma Sümerli Varka vazosu da ABD’ye verilecek. 1940’da Samava’da bulunan vazo, Nisan ayında müzeden yağma edilen eserlerden biriydi. Fakat vazo daha sonra üç kişi tarafından bulunarak “masrafları” müze tarafından karşılanmak koşuluyla yetkililere teslim edildi.
Irak’taki kültür etkinliklerini gözlemlemekle görevlendirilen İtalyan elçi Pietro Cordone, “Amerika Birleşik Devletleri’nde 6-8 aya kadar açılacak gezici bir sergi planlıyoruz” dedi. “Amerikan halkı, içinde kopçaları hala çalışan bileziklerin de bulunduğu olağanüstü güzellikte olan bu parçalarla birlikte, MÖ 3200’den kalma kaymaktaşından yapılmış Varka vazosunu da görecek”

▲ Cuprins ▲ İçindekiler ▲ Contents ▲

Glasul pietrelor de la BOĞAZ-KÖY

“FIII LUI HET”

Abia dacă au trecut câteva decenii de când oamenii de ştiinţâ au stabilit, dintre multe variante, numele poporului care inălţase, cu mai bine de 3500 de ani în urmă, puternica cetate Hatusas. De fapt numele fusese menţionat, în câteva locuri, de autorii Vechiului Testament, dar nimeni nu-i dăduse importanţa, fiindcă apărea alături de al unor triburi mărunte, ca amoriţii, jeburienii, ghirgasienii… Într-un loc (geneza, XXIII, paragraful I şi urm.) se arată totuşi că “Fiii lui Het” erau stăpânii pământului pe care s-au aşezat apoi triburile evreilor conduse de Abraham. Dar cine erau aceşti “Fiii ai lui Het”, nu se specifică nicăieri. În analele asirienilor se vorbea adesea despre o ”ţară a hatilor”, dar nicăieri nu se preciza poziţia ei geografică. Printre hieroglifele egiptene se intâlnea, deasemenea, grupul HT, care se putea vocaliza het, hati, hiti, etc, denumind un popor necunoscut istoricilor până în secolul trecut. In templul lui Karnak o inscripţie hieroglifă arată că faraonul Ramses al –II-lea încheiase un tratat cu regele HT-ilor, redactat pe o tabliţă de argint, “tratat bun de pace si fraţie, care consfinteşte pacea între noi pe vecie”.
Istoricii nu prea luau in seamă xca, inca de pe atunci, se stabileau păci şi prietenii “pe vecie”, fiindacă de bună seama ştiau prea bine cât durează veşnicia tratatelor; ei îşi puneau întrebări mai chibzuite: cine erau aceşti HT? Şi deoadată în mijlocul nedumeririi generale, un tânăr profesor de la Oxford, A H Sayce, pasionat cercetător ai civilizaţiilor antice, interveni în discuţiile savanţilor consacraţi şi afirma cu tărie că poporul misterios era poporul hitit! In 1887, o taranca egipteana din Tell-el Amarna, sat aşezat pe cursul superior al Nilului arunca în străinii care o tot opreau de la treabă cu nişte bucăţi de pamânt de lângă coliba ei. ”Străinii” erau egiptologi, şi, spre surpriza lor, constatară că “proiectilele” furioasei femei erau tăbliţe de argilă arsă cu inscripţii funeiforme! Cercetându-le, ei stabiliră nici mai mult nici mai puţin ca tăbliţele acelea alcătuiau cea mai importnată arhivă egipteană descoperită până atunci: arhiva lui Amenophis al IV-lea scrisă în cuneiforme accadiene! Dar 2 tabliţe, deşi erau scrisă în cuneiforme (scriere încă de pe atunci descifrată), nu puteau fii înţelese, fiind redactate într-o limbă necunoscută. Ele furau numite scrisorile Arzawa deoarece erau adresate suveranului din Arzawa, una din cetăţile hitiţilor, şi crezu astfel că erau scrise în hitită. Datorită unor astfel de indicii de mai mică importanţă se găsi numele poporului care trata cu puternicii egipteni de la egal la egal. Dar apărea acum o alta necunoscută: limba lui. In 1902, 3 savanţi scandinavi, Knudtson, Brugge si Torp, lansară o ipoteză care făcu senzaţie şi care mai târziu se adeveri: limba scrisorilor Arzawa era indoeuropeană! Aceasta însemna ca hitiţii, cu care Ramses încheiase pace şi prietenie “veşnica”, hitiţii, care aveau în arhivă lui Amenophis tăbliţe scrise în propria lor limbă (lucru care arată că avuseseră un rol de prima importanţă în orientul antic), puteau fi de origine indoeuropeană. Intre timp, în marile muzee din apusul europei se adunau numeroase documente hitite: sigilii cu inscripţii cuneiforme şi hieroglife, cupe, socluri şi chiar statui cu acelaşi fel de inscriptii. Aparea astfel o alta enigma: caracterul dublu al scrierii hitite, care era cand cuneiforma, cand hieroglifica. Lumea cercetătorilor antichităţii era nedumerită, contrariată de aceasta reacţie în lanţ a misterelor hitite. Sehotara atunci cercetarea celor două cetăţi bănuite a fi fost hitite: cea de la Boăaz-koy, sat pe fluviul Kizil-Irmak din centrul Turciei, şi cea de la Djerablus, pe Eufratul superior, la graniţa Turciei cu Siria.
La Bogaz-köy, în 1906, învăţatul Hugo Winkler făcu o descoperire epocală: găsi chiar capitala hitiţilor, Hatusas, iar în anii următori scoase din pământ 13000 tăbliţe de lut ars acoperite cu cuneiforme; era arhivă capitalei hitite! Mai mult, Winkler găsi acolo corolarul inscripţiei de la Karnak, tăbliţele acordului încheiat între egipteni şi hitiţi!
Winkler citea unele tăbliţe îndată ce le descoperea, fiindacă erau înscrise în cuneiforme accadienesi în limba accadiană. Dar multe erau interaductibile, asemeni tăbliţelor Arzawa, deoarece, în cuprinsul lor cuneiformele accadiene transcriau o limba necunoscută încă: limba hitiţilor. Cel care a găsit cheia a fost savantul ceh Bedrich Hrozny, în 1915 el a reuşit să descifreze scrierea cuneiformă hitită.

SIGILIUL LUI TARKUMUWA

Începutul dezlegării enigmaticei limbi se datoreşte unui sigiliu numit mai târziu al lui Tarkumuwa care avea două texte hitite, evident paralele, unul cuneiform, celalalt hieroglific. Primul orientalist care a avut în mână acest sigiliu a fost A.D.Mordtmann, care se ocupa cu descifrarea înscripţiilor cuneiforme de la lacul Van. Textul începea din locul arătat de indexul personajului, arăta Mordtmann in 1872. Grupele de cuneiforme cu nr 1, 6, 7 erau ideograme; numărul 1 în sistemul babilonean era un determinativ pentru nume de persoane; nr 6, în acelaşi sistem era ideograma pentru rege; iar nr 7 era determinativul pentru nume de ţări. Sensul legendei era deci: x rege al ţării xx. Rămâneau de citit numele regelui şi numele ţării. Soluţia lui Mordtmann a fost: 2 tar, 3 kum, 4 dim, 5 me -pentru rege şi: 7 tar, 8 sun -pentru ţară deci: Tarkumdime, regele ţării Tarsun.
Dar Mordtmann credea că era o ţară locuită de armeni lângă lacul Van. Mai târziu, A.H.Sayce stabili studiind cascheta şi încălţămintea regelui că era vorba de un suveran hitit şi fu de părere ca semnele cuneiforme erau hitite şi exista o corespondenţa între ele şi celalalte semne de pe sigiliu, cele hieroglifice. Astăzi, când scrierea hitita se considera dezlegată, legenda lui se citeşte: Tarkumuwa regele ţării Mera.

“ACUM MÂNCAŢI PÂINE ŞI BEŢI APĂ”

Când a început descifrarea la Bogaz-Köy, savantul ceh Bedrich Hrozny, cunoştea sigiliul. Dar atenţia i-a fost atrasa de o frază din alt text hitit cuneiform care conţinea ideograma sumeriană pentru pâine: ninda. Transcrisă cu litere latine, fraza arăta aşa: NU NINDA-AN EZZATENI VADAR-MA EKUTTENI
Era o frază în misterioasa limbă a tabliţelor Arzawa, limba pe atunci necunoscuta, limba hitită. Hrozny era partizan al teoriei scandinave, după care limba hitită era o limbă indo-europeană. Modificările flexionare ale cuvintelor hitite, obţinute prin transcrierea cuneiformelor, îi întăreau această convingere. Iată raţionamentul său lingvistic: Obiectul propoziţiei (adică acuzativul), era acel ninda (pâine), fiindacă avea terminaţia în, caracteristică acuzativului. Dacă e vorba de pâine, ce verb i s-ar potrivi acestui cuvânt mai bine decât a mânca? Oare ezzateni nu era forma hitită a verbului ezzan din vechea saxonă? Apropierea nu era exclusă, dacă hitita nu era o limbă indo-europeană. Terminaţia en i se păru lui Hrozny ca fiind terminaţia persoanei a doua plural. Astfel cuvântul întreg se putea traduce prin mâncaţi. Palpitând de nerăbdare, Hrozny caută mai departe: vadar nu însemna oare apa? Iar eekutteni nu putea fi o formă a verbului a bea? Iar acel Nu de la începutul propoziţiei hitite nu însemna oare acum, prin anologie cu englezul now? Oare toată propozitiţa nu se putea traduce prin acum mancaţi pâine şi beţi apa? Desigur că se putea! Şi Hrozny citi cu voce tare propoziţia pe care acum o înţelegea şi i se păru ca după o tăcere de 3500 de ani auzea primele cuvinte hitite!
Mergând mai departe pe aceasta cale, folosind aceleaşi raţio-namente lingvistică, Hrozny traduse întreaga scriere hitită cuneifor-ma. Ziua de 15 decembrie 1915, când a citit la Berlin comunicarea despre cercetările sale, a fost ziua de naştere a hititologiei. Metoda savantului ceh era oarecum particulară: mai întâi a tradus limba, apoi a potrivit cuvintele în dreptul semnelor. A fost o metoda cu totul deosebită de a lui Champollion, de a lui Grotefend sau de a lui Ventris şi Chadwick. Cititorii noştri care păstrează Magazinul istoric, numerele 2, 4 si 7, 8 din 1967 pot verifica acest lucru. Pe bună dreptate academicianul Luria a exclamat cândva: ”Nu exista metoda pentru descoperirile geniale”.

DAR HIEROGLIFELE?

Rămânea acum să se descifreze şi hieroglifele hitite. Expediţia ştiinţifică de la Djerablus a găsit acolo ruinele cetăţii hitite. S-a aflat astfel ca hitiţii făcuseră parte din două mari colectivităţi: una care scria cuneiform, cu centrul la Hatusas, şi alta care scria hieroglific, cu centrul la Karkemis. Dar cauza pentru care unii scriau într-un fel, iar ceilalţi în alt fel nu este încă lămurită. Hitiţii de la Hatusas erau, fără îndoială, influenţaţi de accadieni, fiindcă scriau cuneiform, însă cei de la Karkemis foloseau o scriere hieroglifică autonoma, cu totul diferită de hieroglifele egiptene. De la cine o împrumutaseră? Sau cum şi de ce o învănţaseră când aveau la îndemână atâtea alte metode consacrate?
Dacă în privinţa formei scriptice (ductus-ul cum se chema în ştiinţa) cuneiformele hitite erau aproape identice cu cele accadiene, nu tot aşa era situaţia hieroglifelor hitite faţă de cele egiptene. Între acestea din urmă nu exista nici o corespondenţa, nici măcar de aspect exterior, de traseu scriptic, adică de ductus.
Descoperirea unor texte hitite paralele în cuneiforme şi hieroglife ar fi rezolvat problema. De altfel, gasirea unor texte paralele, din care unul sa fie traductibil, este visul cel mai frumos al tuturor descriptorilor, căci astfel de texte uşurează o muncă de obicei titanică. Se ştie doar ca Champollion a descifrat primele sale hieroglife datorită textelor paralele de pe piatra de la Rosette.
Sigiliul lui Tarkumuwa, care cuprindea un astfel de text hitit, era prea scurt. Totuşi începutul s-a făcut datorită existenţei lui, iar cel care a găsit primele sensuri a fost supranumitul “taica părintele cu turban turtit” A. H. Sayce. El a arătat corespondenţa dintre doua semne hieroglife şi cuneiforme de pe sigiliul lui Tarkumuwa: rege şi ţara, sar şi mat; tot A. H. Sayce a mai identificat hieroglifele tara şi zeu într-o inscripţie din sanctuarul hitit de la Lazilikaia (langa Bo ğaz-köy). Savanţii care s-au ocupat in continuare de hieroglifele hitite nu au facu prea mari progrese, reuţind să descifreze doar câteva semne, printre care hieroglifa a face. Cunoştinţele despre aceasta enigmatică limba aveau să se încheie aici? Aşa se părea! Dar surprizele arheologige sunt uneori uluitoare. In 1934, cercetătorul german Kurt Bittel a descoperit la Bo ğaz-Köy 300 de tăbliţe, dintre care 100 erau bi-scriptice. Era limpede ca savanţii aveau în mâna cheia descifrării limbii hitite. Dar din păcate nu a fost aşa, fiindcă tăbliţele conţineau texte foarte scurte şi ceea ce era mai rău – foarte degradate. Cu greu a izbutit Bittel să citească, după doi ani, numele unui suveran hitit, Suppiluliuma, nume care a permis apoi şi alte câteva descifrări: Tudhalia, Hatusil,Urhi-Tesup, de asemenea nume de suverani. Un text mai simplu, cu asiduitate căutat, întârzia să apară.

PIATRA LEULUI DE LA KARA-TEPE

Abia in 1947, orientalistul Helmuth Bosert îşi văzu visul cu ochii.La Kara–Tepe se descoperi o statuie, “Piatra leului” (mai târziu s-a văzut că leul era de fapt taur, pe care erau gravate două texte: unul proto–fenician, deci descifrabil, celălalt hieroglific hitit. Bossert însă nu ştia dacă textele aveau acelaşi conţinut. Franz Steinherr, pasionat şi el de această problemă, reuşi să lămurească lucrurile.
În textul fenician figura o frază “…şi am făcut cal din cal, scut din scut, armata din armata…”. Într-o seară, Steinherr, obsedat de enigmaticele hieroglife hitite,observa în textul hitit de pe “Piatra leului” un şir de ideograme:cal, a face cal, şi îşi da seama pe loc că găsise traducerea frazei din textul fenician :”au făcut cal din cal”. Îndată comunică descoperirea lui Bossert, şi acesta, având acum siguranţa ca cele două texte erau paralele, reuşi să găsească începutul textului hieroglific şi să-l traducă.
În prezent descifrarea hieroglifelor hitite este considerată ca îndeplinită. ”Piatra leului” a rămas, în istoria descoperirii hieroglifelor hitite, asemenea pietrei de la Rosette in istoria hieroglifelor egiptene. Când s-a citit textul gravat pe suprafaţa ei s-a aflat ca fusese ridicată din porunca lui “Asitavanda, suveranal poporului danun”, pe la anul 730 i.e.n. Danunii locuiau în Câmpia Adana de azi, în sudul Turciei. Unii cercetători au apropiat consonanţa numelui lor de acela al danailor, vechiul nume al grecilor.
Fiind posibilă acum citirea tuturor textelor hitite, s-a ajuns să se cunoască în buna parte istoria ”misteriosilor HT”. Un popor care a fost uitat cu totul de istorie a ieşit la lumina în mai puţin de 70 de ani. Prin intermediul inscripţiilor în cuneiforme şi hieroglife s-a aflat ca patimile distrugătoare, luptele fratricide şi incesturile au caracterizat viaţa stăpânilor din Hatusas şi Karkemis. Regii hititi au ascultat de aceleaşi legi nescrise, recunoscute sau contestate, care înalţă popoare şi ucid civilizaţii. Pietrele şi pământul ars de la Bogaz-Koi şi Karkemis, strămutate azi în Muzeul hitit din Ankara, rămân un ultim vestigiu al apusei splendori hitite.

▲ Cuprins ▲ İçindekiler ▲ Contents ▲

Mehmetçik geçerken

Geçiyor,süngüsüyle tarihi yazan erler,
Geşiyor, kükriyerek arslan gibi neferler.
Geçiyor, sanki bir dağ kımıldıyor yerinden,
Geçiyor, kaldırımlar ses veriyor derinden
Geçiyor, yaratanlar koca Dumlupınar’ı,
Geçiyor, memleketin şanlı kahramanları.
Geçiyor, göz ilerde, baş yüksekte, vücut dik,
geçiyor, memleketin gözbebeği Mehmetçik!

Zafer Arıbağ

ALA GOZLERINE KURBAN OLDUGUM

Ala gozlerine kurban oldugum
Say edip aleme bildirme beni
Acip ak gerdani durma karsimda
Ecelimden evvel oldurme beni

Dilber at kollarin dola boynuma
Olum endisesi gelmez aynima
Bir gece misafir eyle koynuna
Sabah oldu deyu kaldirma beni

Karac(a)oglan tutma beni el gibi
Akittim gozumden yasi sel gibi
Bahcende acilan gonca gul gibi
Dizip al yanaga soldurma beni

KARACAOGLAN

▲ Cuprins ▲ İçindekiler ▲ Contents ▲

ALLAHI ARAYAN ÇOCUK (II)

3. İbrahim’in aklı bu işe bir türlü yatmaz,putlara yalvarıp topmazmış.
Üstelik ibrahim’inm babası tanınmış bir put ustasıymış. Bu yüzden ibrahim hergün tapınakta gezermiş.
Kendileri fakir olduğu halde putlara yemek sunan insanları görür, onların aklına şaşar kalırmış.

4. Aradan birkaç yıl geçmiş.
İbrahim büyüyüp delikanlı olmuş.
Ama o yine putlara tapmıyor, daha yüce bir tanrı arıyormuş.
Yine birgün kırlara açılmış, Renk renk kelebekler, burcu burcu kokan çiçekler ona hep bunların bir yaratanı olması gerektiğini söylüyormuş.
Bu şekilde geç vakitlere kadar dolaşmış durmuş.

5. Eve dönerek biraz yorgun, biraz dalgınmış.
Yaşlı bir meşe ağacının altına oturup sarı çiğdemleri, kırmızı laleleri beyaz papatyaları seyrederek dinlenmeye başlamış.
— Yanlışda olsa, herkesin inandığı bir tanrısı var. Benim o da yok. Benim de bir tanrım olması gerekmez mi? diye düşünürken uyuya kalmış.

6. Akşam olmuş, gece siyah elbiselerini giyinmiş, kuşlar yuvalarına, böcekler ağaç kovuklarına çekilmiş.
Kendinin de bir tanrısı olmasını isteyen İbrahim, hala meşe ağacının altında uyuyormuş.

7. Akşamın taze serinliği yüzünü okşarken uyanmış.
Gözüne ilk çarpan iri bir Çoban Yıldızı olmuş.
— Hah işte buldum! Diye hoplamış. Benim tanrım bu olmalı.
Öteki yıldızların hepsinden büyük benim tanrım! Diye sevinmiş. Çoban Yıldızı gözden kayboluncaya kadar, derin bir heyecanla onu seyretmiş. Yıdız batınca özülmüş. Sonra, “hayır“ demiş.
— Böyle gelip geçici şeyler benim Tanrım olamaz?

8. Kalkıp üzgün üzgün yürümeye başlamış. Bir yamaçtan aşağı doğru inerken Ay, bütün güzelliği ile karşısına çıkmış.
Birden şaşıran İbrahim:
— Tanrımı buldum! Diye sevinçle haykırmış,
Ay, bir gelin gibi süzülüyor, tatlı tebessümü ile İbrahim’e öpücükler gönderiyor gibiymiş.
Bir müddet sonra Ay da batınca, İbrahim derin bir kedere gömülmüş,
— Hayır, böyle doğup batan şeyler benim Tanrım olamaz, diye söylemiş.

M. Yaşar Kandemir

▲ Cuprins ▲ İçindekiler ▲ Contents ▲

română / türkçe: · română ·
türkçe
ediţia / autorul: · ediţia ·
autorul
alegeţi:
revista tipărită:
August 2003
legături: