♦ Cuprins ♦ İçindekiler ♦ Contents ♦


CAMİLER

Prof. dr. Ibram Nuredin

Arapça „c-m-a” cem kökünden türeyen, „toplayan, bir araya getiren” anlamındaki cami kelimesi ilk dönemlerde sadece cuma namazı için kullanılan „el-Mescidü’l-Cami” (cemaati toplayan mescid) tamamlasının kısaltılmış şeklidir. Hatta bu ifadenin bizzat Hz. Peygamber tarafından kullanıldığı rivayeti de vardır.
Mescid ise, Arapça’da „eğilmek, tevazu ile alnı yere koymak” anlamına gelen sücüd kökünden „secde edilen yer” anlamında bir mekan ismidir. Kur’an-i Kerim, hadisler ve ilk ıslam kaynaklarında cami karşılığında mescid kelimesi geçmektedir.
ıslam Dininde, mü’minlerin kardeşliği (Hucurat, 10) temel ilkelerden biridir. Aynı zamanda birlik ve beraberlikten ayrılmamaları (Al-I ımran, 103,105), birbirleriyle maddi ve manevi alanlarda yardımlaşma ve dayanışmaları (Maide,52) vurgulanır. ıhtilafların, bölünme ve gruplaşmaların ise, Müslümanların zayıf ve güçsüz konuma düşmelerine neden olacağı ifade edilmektedir.
Allah’a ve Resülüne itaat edin, birbirinizle çekişmeyin; sonra korkuya kapılırsınız da kuvvetleriniz gider. Bir da sabredin. Allah sabredenlerle beraberdir.” (Enfal,46).
Hep birlikte Allah’ın ipine sımsıkı sarılın, parçalanmayın.” (Al-i ımran, 103).
Kendilerine apaçık deliller geldikten sonra parçalanıp ayrılığa düşenler gibi olmayın” (Al-i ımran,105).
Cami, Asr-i Saadetten başlayarak ondört asır boyunca bütün ıslam diyarında Müslümanların ibadet, ilim ve meşveret durağı olmuştur. ıbadet için toplanan cemaat, din ilmini de orada öğrenir, dünya işlerini de orada görüşür, hallederdi. Ancak dünya işleri çoğalıp çeşitlendikçe, cami sadece ibadet ve ilim merlezi olarak kalmış ve bu durum günümüze kadar böylece devam edegelmiştir.
Camiler „Allah’ın evi” olarak nitelendirilir. O’nun huzurunda durma imkanını bulurlar. Orada dertlerin dertleri dinlenir, hastaların şifa bulması, borçluların borçları edası temenni edilir, göz yaşı dökenlerin göz yaşına ortak olunur, günahkarların, isyankarların pişmanlık dilekçelerine hep beraber „amin” diyerek ortak imza atılır, sevinçler paylaşılır, doğanlar orada karşılanır, ölenler orada uğurlanır. Dostlukların temeli, bir sevgi, barış ve saygı sözcüğü olan „Selam” ile orada atılır. O ev, Müslümanların ortak kalbi gibidir. O kalpte hayat varsa, Müslümalarda’da hayat vardır. Onda hayat yoksa Müslümalarda da hayat yoktur.
Cami, kutsal mekandır, ve burada insan ne kadar kötü duygulara sahip olursa olsun, temizlenerek topluma dönebilir. Buraya gelen insanların, Kitab’ı tek, Allah’ı tek, Peygamber Hz. Muhammed’dir. Başvuru kaynakları, Kur’an’dır, Hz. Peygamber’in sözleridir. Bu ilkeler o kalbin, o ortak evin, ana prensipleridir.
Camiler, Müslümanlar arasında sevgi ve şefkati, toplumsal yardımlaşma ve dayanışmayı sağlamak amacıyla vücuda getirmiş kurumlar olduğunu hatırlamakta fayda var.
Peygamber (s.a.s.) müminleri daima cemaata davet etmiş hatta cemaate gelmeyenleri kınamıştır. Ve bir hadisinde cemaatle kılınan namazın ferden kılınan namazdan daha faziletli olduğunu ifade etmiştir. (Buhari, Ezan, 30, 39, Müslim Mesacid, 245).
Evde tek başına kılınan namazdan camide kılınan namazın 27 derece daha fazla sevap kazandırır. Aynı zamanda müslüman cuma namaza camiye giderken, karşılaştığı Müslümana selam verir, onun halini sorar, ona güler yüz gösterir, yani sevap işlemiş olur. Camilerimiz, böylece, bizlerin moral kaynağı olur. Cami kapısı itici değil, çekici olmalıdır. Onun cemaati, ümitsiz, üzüntülü, mühtaç insanların hayat bulacağı bir nitelikte olmalı. Çünkü Peygamberin mescidi böyleydi. Oradan insanlar kovulmaz, orada insanlar küstürülmez, paylaşılabilecek herşeyini paylaşırlardı.
Kur’ani Kerim’de, … Birbirinizin kusurunu araştırmayın (Hucurat, 12) ayetiyle de, kişilerin ayıp, kusur ve suçlarının araştırılması yasaklanmıştır. Bu konuda Peygamber (s.a.s.) de, „Kim bir Müslümanın ayıbını örterse, Allah’da kıyamet gününde onun ayıbını örter” ifadesiyle, kusurların ifşa edilmesinin önemini vurgulamıştır.
Camilerin toplumun eğitim ve öğretime katkıları da inkar edilemez. Hz. Peygember’in, bir gün mescide girdiğinde cematin bir kısmını dua ve zikirle, diğer bir kısmını da ilimle meşgul halde görüp, „Ben muallim olarak gönderildim” diyerek ilimle meşgul olanların yanına oturması (ıbn Mace, Mukkadime), Aşr-i Saadette mescidin eğitim ve öğretim amacıyla da kullanıldığına işaret etmektedir. Ayrıca ıslam’da düzenli bir eğitim ve öğretim faaliyetinin ilk defa Mescid-I Nebevi’de yapıldığını da ifade edebiliriz. Burada sayıları zaman zaman 400’e kadar çıkan Ashab-ı Suffe’ye bizzat Hz. Peygamber öğretmenlik yapmıştır. Mescidde eğitim ve öğretim sadece erkeklere münhasir değildi, kadınlar için de Mescid-i Nebevi’de ayrı bir gün tahsis edilmişti (TDV ıslam Ansiklopedisi, Cami maddesi).
Önde gelen mezhep imamları camilerde yetişmişler ve buralarda ders okutmuşlardı.
Günümüzde camilerimize gelen insanlar, dini konularda eğitilmelidirler. Eksikleri gayet güzel bir üslupla tamamlanmaya çalışılmalıdır. Haramı, helali, imanı, küfürei, dünyayı ahireti, insanımıza anlatmak ve öğretmek öncelikle camilerimizin görevidir.
ımam, hal ve yaşayışı ile herkese örnek olan bir şahsiyettir. Cemaate sadece namaz kıldırmakla kalmayıp, aynı zamanda dini ve sosyal meselelerde de cemaate yardımcı olmalı, onları eğitmelidir. ınsanların 7’den 70’e cami mektebin gönüllü öğrencisidir.
Camilerde saf düzeniyle zengin, fakir, köle, efendi arasındaki fark ortadan kalkar. Herkes bir safta Allah’ın huzurunda rükuya varır, secdeye kapanır.

CAMİLERLE İLGİLİ DİNİ HÜKÜMLER

Allah’ın mescidlerini ancak Allah’a ve ahiret gününe inanan, namazı dosdoğru ve sürekli kılan, zekat veren ve Allah’tan başkasından korkup çekinmeyen kimseler imare eder” (Tevbe, 18).
ıslam alimlerin çoğuna göre ayet-i kerimede yer alan „imar” tabiri camilerin inşası, onarımı, döşenmesi, aydınlatılması ve temiz tutulması şeklindeki maddi imari içine aldığı gibi oralarda ibadet etmek, Kur’an okumak ve okutmak, ilim öğrenmek ve öğretmek gibi manevi imar faaliyetlerini de içerir.
Müslüman olmayanların cami yaptırmaları veya yapımına katkıda bulunmaları hoş karşılanmamıştır. (Fahreddin er- Razi, Mefatihu-l-gayb, Kahire, 1934-62, XVI, 7).
Çağımız alimlerinden Ahmet Şerbasi (Yeselüneke fi’d’din ve’l-hayat, Beyrut, 1980, IV, 99), dini ve siyasi yönden sakınca bulunmadığı takdirde müslüman olmayanların cami yapımına katkıda bulunabileceklerini söyler.
Camilerin yapılış amacı dışında kullanılması, yıktırılması, satılması caiz değildir.
Bir ayette „Allah’ın mescidlerinde O’nun adının anılmasını engelleyen ve onların harap olmasına çalışan kimseden daha zalim kim olabilir” (Bakara, 114) buyurulmaktadır. Ancak bazı alimlere göre bir köy halkı köylerini bütünüyle terkeder de cami kullanılmaz hale gelirse, yeri satılır ve parası başka bir camide kullanılır (Zuyahli, Vehbe, el-Fıkhu’l ıslami ve Edilletuh, Dımeşk, 1985, VIII, 220).
Cami ve mescidlerin sade bir görünümde olması gerekir. Sadelikten uzak süslemeler, dikkat çekici yazılar ibadet esnasında kişiyi zihnen meşgul edeceği ve namazda huşuun zedelenmesine sebep olabileceği için mekruk sayılmıştır. Ancak camilerin kıble duvarı dışındaki bölümlerine vakıf malından harcanmamak, övünme ve gösteriş amacı taşımamak ve israftan uzak olmak şartıyla yazı yazılması ve süsleme yapılmasında sakınca görülmemiştir (ıbn Abiddin, M. Emin, Reddü’l-Muhtar, Kahire, 1976).
Kur’an-i Kerim’de Hz. ıbrahim ile oğlu ısmail’e „Allah’ın evi (Beytullah)” diye nitelendirilen Kabe’yi temiz tutmaları emredildiği haber verilmektedir (Bakara, 125, Hac, 26). Böylece müminlerin camilerin temizliği konusunda titiz davralanmaları istenmektedir. Zira namaz kılınacak yer temiz olması namazın şartlarından birini oluşturmaktadır. Bir ayet-i kerimede camilere güzel elbiselerle gidilmesi emredilmiştir (Araf, 31). Özellikle cemaatin kalabalık olduğı Cuma ve Bayram günlerinde camiye yıkanarak gitmek sünnettir. Camiye girenler vücüt ve elbiseleri temiz olmalı. Cünüp, hayız ve nifas halinde bulunan kimselerin gusül abdesti almadan camiye girmeleri Hz. Peygamber (s.a.s.) tarafından yasaklanmıştır (Ebu Davud, Taharet, 93, ıbn Mace, Taharet, 126). Camiye dahil olan alt ve üst kısımları da aynı hükme tabidir. Böyle kimseler mecburi hallerde teyemmüm ederek camiye girebilirler. Camiye abdestsiz girmek caiz olmakla birlikte hoşbir davranış değildir.
Açız namazgahlarda, camiye bitişik avlu, revak gibi mekanlar, apartmanlarda bulunan mescitlerin alt ve üstündeki daireler, cünüp vb durumdaki kimselerin girmelerin bakımından cami hükmünde değildir.
Müşriklerin, daha kapsamlı bir ifadeyle gayrı müslimlerin Mescid-i Haram’a yaklaşmaları Kur’an-i Kerim’de genel anlamda menedilmişse de (Tevbe, 28), Hanefilere göre, hac ve umre amacı taşımamak şartıyla bunlar Mescid-i Haram’da dahil olmak üzere bütün camilere girebilirler. Çünkü bu tür ziyaretler, onların ıslam dinin yüceliğini anlamalarına ve onu benim-semelerine vesile olabilir. Safii-lerde Hanbeli-lere göre ise Mescid-i Haram dışındaki camilere gayri müslimlerin izinle girmeleri mümkündür. Ancak Harem sınırları içine girmelerine izin verilmez (ıbn’ül-Arabi, Ahkamu’-l Kur’an, Beyrut, 1988, II, 468-470, Elmalılı, a.g.e. IV, 2502).
ıslam alimlerini genellikle cami adabına riayet edemeyecek yaşta olan çocuklarla kıl hastalarının camiye girmelerini uygun görmemişlerse de temyiz çağına gelmiş çocukların camiye götürülmesi, cemaatle namaza alıştırılması ve kendilerine camide Kur’an öğretilmesini teşvik etmişlerdir.
Hadis kaynaklarında Hz. Peygamber’in camiye girerken okumuş olduğu çeşitli dualar yer almaktadır. Bir hadisi şerifte, camiye girerken salatü selamdan sonra „Allah’ım bana rahmet kapılarını aç”, çıkarken de „Allah’ım senin lütüf ve keremini dilerim!” şeklinde dua edilmesi tavsiye edilmiştir (Müslim, Müsafirin, 68, Ebü Davud, Salat, 18).
Camiye sağ ayakla girilmesi, sol ayakla çıkılması, camiye giren kimsenin Tahiyyetül-mescid niyetiyle iki rekat namaz kılması da sünnettir. Ezan okunduğu esnada camide bulunan kimsenin meşru bir mazereti olmaksızın namaz kılmadan çıkıp gitmesi mekruhtur. Camilerde cemmati rahatsız edici, onların huzurunu bozucu her türlü tutum ve davranışlardan uzak durulması, soğan sarımsak gibi ağı kokulu şeyleri yedikten sonra camiye gidilmemesi gerekir. Bunun yanında camilerde, başkalarını inciterek öne geçmekten, rahatsızlık verecek şekilde safları sıkıştırmakten ve namaz kılanın önünden geçmekten de sakınılmalıdır.
ıbadet yerleri olan camilerde taraflara karşılıklı mefaat sağlayan alım-satım, kira vb akitler veya gelir getirici diğer işler yapılması uygun değildir. Camilerde ihtiyaç sahiplerine kendileri istemeden sadaka vermek ve bağışta bulunmak caiz ise de dilenmek veya dilenen kimseye bir şey vermek ıslam alimlerince hoş karşılanmamıştır. Böyle bir davranışı mekruh gören alimler olduğu gibi haram sayanlar da olmuştur. Sırf sohbet etmek amacıyla camiye gitmek, yüksek sesle konuşmak uygun değildir. ıtikaf, yolculuk veya misafirlik gibi özel durumlar dışında ve ihtiyaç bulunmadıkça camide uyumak ve kirletilmese bile yemek yemek hoş bir davranış değildir.
Hırsızlık vb sebeplerle içerideki eşyaya zarar verilme endişesi söz konusu olduğı durumlarda caminin namaz vakitleri dışında kapatılması caiz görülmüştür. Ebu Hanife ve ımam Malik gibi müctehidler yağmur vb bir mazeretin bulunmaması halinde cami içinde cenaze namazının kılınması mekruh saymışlardır. ımam Şafi ile Ahmed b.Hanbel’e göre ise bunda bir sakınca yoktur (ıbn Rüşd, Biyadetü-l-Müctehid, Kahire, Ts.I, 191 – 207).
Nanamz kılmak bakımından camilerin en faziletlisi Hanefi, Safii ve Hanbeli mezheplerine göre sırasıyla Mescid-i Haram, Mescid-i Nebevi ve Mescid-i Aksadır. Malikiler’e göre ise Mescid-i Nebevi, Mescid-i Haram’dan daha faziletlidir. Faziletli oldukları konusunda bir çok hadis-i şerif bulunan bu üç mescidin dışında büyük ve cemaatin kalabalık olmasından herhangi bir caminin özel bir imtiyazı yoktur. bir kimsenin kendi mahalle ve semt camiini cemaatsız bırakmaması daha faziletlidir.

▲ Cuprins ▲ İçindekiler ▲ Contents ▲

EĞİTİMİN HERŞEYİN TEMELİDİR

Her insanın hayatında eğitimin büyük ya da küçük bir rolü vardır. ınsan doğduğundan beri kendisi ve etrafındakiler için birseyler yapabilmek için mücadele etti. Hayatla verdiği büyük savaşın sonunu getirebilmek için çalışmanın, çabalamanın oluduğu kadar okuyup, bilgi edinmenin de önemli olduğunu anladı.
Bilgili olmanın, hayatta yaptığımız herseyin üzerinde pozitif bir etkisi vardır. Ancak insan bilgili doğmaz, yaşadığı sürece hergün farkın varmadan yeni birşeyler öğrenir.Öğrendiği herşeyi bir bütün haline getirerek ortaya ”bilgili insan” kelimesini atar. Bilgili insana dönüşmenin ilk basmağı eğitidir. ıyi bir eğitim her insanı düşüncelerini genişletip, beyninin daha dizenli bir şekilde çalışmasını sağlar.
Tarihin her devrinde ve hemen hemen her toplunda eğitimin çok büyük bir önemi olmuştur. Birçok insanın hayat boyu sürdükleri nice arkadaşlıklar var ki bunların çoğu okul sıralarında başlar. Okul arkadaşları, sınıf arkadaşları birbirilerini yakından tanımaya çalışırlar.Işte bu özelliği ile eğitim milletçe kaynaşıp bütünleşmemizi sağlar. Bunu için eğitim milli bütünlüğümüzü ve milli varlığımızın devamı demektir. Atamız bu yönde birçok sey yapmaya çalışmıştır,Ara sıra öğretmenleri toplayıp, eğitimde kazanılacak savaşın cephede kazanılacak savaştan daha önemli olduğunu ifade ediyordu. Bizlerde asla ”türk kanı” taşıdığımızı unutmayıp atamızın yolunda yürümeye çalışmalıyız, yani milletimizi ve ülkemizi kalkılmış ülkelerin seviyesine yükseltmek hayatımızın en büyük gayesi olmalı.
Çocuklarımıza ve gençlerimize vereceğimiz eğitim herseyden önce milli eğitim olmalıdır, eğitimin ana gayesi milli benliğimize, milli bütünlüğümüzü, ve milli tarihimize uygun milli kültür politikası izlemektir. Takip edilen bu politikada öncelikle tarihimizi, milli kültürümüzü, benliğimizi, yeni yetişen nesle tanıtmak,aktarmak,benimsemek ve sevdirmek esastır. Bu zor görevi de üstelen büyüklerimiz, yüce öğretmenlerimizdir.Onlar biz gençlere iyi bir örnek olmak için her zaman çalışırlar, bizleri ”insan gibi insan” olmayı öğretmek için ellerinden geleni yaparlar.
Bugünkü gençlerin en büyük sorunu güven. ıstediğimiz alanlarda karar verebilme özgürlüğüne sahip olamamız.bunun tek sorumlusu içinde yaşadığımız dünya ya da sahip olduğumuz egitim sistemi. Her nekadar çalışsakta yarınlarımızı güvence altına alamıyoruz,bugün yaptıklarımız yarın bize faydalı olacağından emin değiliz.
Ancak eğitimin bir diğer yanı da, eğitim imkanlarından herkesin eşit bie şekilde faydalanma hakkına sahip olmasıdır. Romanya da yaşayan için bu haksızlığı her gün yaşıyoruz. Kendi ana dilimiz olan Türkçe okuyamamanı derdini çekiyoruz. Eğitim imkanlarımız, din, ırk, cinsiyet ayırımı yapılmaksızın istifadesine açık olalıdır. Günün ihtiyacına cevap verebilmek nitelikte sahip gerekir. Eğitim programlarının toplum hayatının ihtiyacına uyması, çağdaş gerçeklere, bilgi ve teknolojiye uygun olması esastır,
Okullarımızda Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi dersleri verilmektedir,Bu dersler sadece bir genel kültür niteliğini taşımaz.Onların aracılığıyla ıslam Dini hakkında bilgiler edinip, Onu daha iyi anlayıp, kavramaya çalışıyoruz.
Yani kısacası ”EĞİTİM HERŞEYİN TEMELİDİR”.

Sheila İaia

▲ Cuprins ▲ İçindekiler ▲ Contents ▲

Mecidiye Haberleri

3-8 Mart 2003 tarihleri arasında şehirimizi, Mecidiye sayın Fatih Satıroğlu ile sayın Kamil Orhan beylerin ziyatretini kabul etti. Sayın Kamil Orhan bey Yalova’da eğitim hizmetlerinde çalışan bir eğitim kişisidir.
Sayın Fatih Satıroğlu, Yalova’da „Rahmi Tokay ılköğretmen” Okulunun müdürü, ikinci defa şehrimizi ziyaret etmektedir. ılk ziyaretinde idare ettiği okulla „Constantin Brâncuşi” okulu arasındaki kardeşlik protokolunu imzalıp Mecidiye’de Türkçe ders veren öğretmenleri Yalova’ya davet etmişti. 20-30 Aralık 2002’de bu ziyaret gerçekleşti. Fatih beynin bugünkü ziyareti bu faaliyelterin neticesidir.
Mevcudiyetin esas maksadı, Nisan ayından başlayarak yapılacak karşılıklı öğrenci ziyaretlerini odak noktaların tespit etmek, Yalova okulları ve öğretmenlerin yardımı, Mecidiye kardeş okullar ve ğöretmenlerine ne ile ve ne şekilde yapılacağını daha iyi bilmek idi.
Fatih bey, ziyaretin sonunda, Cumartesi günü, Türkiye’ye hareket etmezden evvel, Mecidiye Tatar Tüklerin şübesinde birkaç soruya şöyle cevap verdi:

Mecidiye’den Yalova’ya gelen eğitim hayetleri, Mecidiye’de Türkçe ders veren öğretmenlerin hepsini götürürse daha iyi olurdu dedi. 2002 yılında aralık ayında gelen heyette Mecidiye Türkçe öğretmenlerinin tümü olmadığını bildirdi. Şehirlerimiz kardeştir, buda bütün okullara, bütün öğretmenlere yardımcı olmamıza sebeptir, dedi.
ıleride temaslar daha sık, faydalı ve verimli olacağına inandığım vurgulayarak konuşmasına son verdi.

Prof. Baubek Servet

▲ Cuprins ▲ İçindekiler ▲ Contents ▲

Ministerul Informaţiilor Publice
DEPARTAMENTUL PENTRU RELATII INTERETNICE

RAPORT DE ACTIVITATE

– BUCUREŞTI 2002 –

Tema 1: Programe interetnice dedicate Anului European al Limbilor – 2001

Conferinţa Diversitatea lingvistică, o invitaţie culturală (Braşov, 25 – 27 martie) a constituit evenimentul prin care departamentul s-a racordat la Anul European al Limbilor, campanie de anvergura desfăşurat în 45 de state europene. La Braşov departamentul a lansat un concurs de proiecte pe această temă, dupa care au fost primite câteva zeci de propuneri de finanţare. Dintre aceste proiecte menţionăm colocviul cu profesorii de limba română de la Brasov (iulie), editarea broşurii ”Minorităţi şi învăţământ în România”, programul cu olimpicii la limba maternă din august, colocviul teatrelor minoritare din septembrie. Un moment deosebit a fost reprezentat de seminarul internaţional ”Plurilingvism şi educaţie”, desfăşurat la Mangalia în octombrie. Conform primelor evaluări ale Consiliului Europei, prin manifestările pe care le-au organizat cu prilejul AEL 2001, România se clasează pe locul al X-lea în Europa.

Tema 2: Activităţi în cadrul Pactului de Stabilitate pentru Europa de Sud-Est

Prin intermediul DRI, Romania participă la mai multe programe desfăşurate în cadrul Pactului de Stabilitate, Masa de lucru nr. 1 „Democratizare şi drepturile omului”:

Organismele internaţionale apreciază în mod deosebit această participare, chiar daca ea nu implică finanţări importante, pentru ca Pactul de Stabilitate este considerat un test important în procesul de integrare europeană.

Tema 3: Lupta împotriva discriminării

Reprezentanţi ai DRI au facut parte din delegaţia oficială a ţării noastre la Conferinţa mondială împotriva rasismului, discriminării rasiale, xenofobiei şi intoleranţei, desfăşurată sub auspiciile ONU la Durban, Africa de Sud (30.08 – 9.09) şi au participat la şedinţele pregătitoare ale acesteia..
Activitatea de cooperare internaţională a fost, de altfel, deosebit de dinamică şi diversificată în anul 2001, reflectând un interes crescând al Europei faţă de modelul românesc de protecţie a minorităţilor, precum şi o bună relaţie de colaborare cu Ministerul Afacerilor Externe. Astfel, cu contribuţia Direcţiei Relaţii cu Societatea Civilă şi Organisme Internaţionale, s-au realizat: rapoarte de monitorizare, comentarii pe marginea unor documente emise de organisme europene, materiale de prezentare.
Elaborarea unor documente şi participarea la reuniuni pe tema integrării europene a fost o constantă în 2001, ştiut fiind că evoluţiile în domeniul protecţiei minorităţilor sunt avute în vedere la capitolul criterii politice de aderare. Mai mult decât atât, în acest an s-au deschis negocierile la capitolul 13 – ”Politici sociale şi de ocupare a fortei de munca”. Acesta include şi problematica luptei împotriva discriminării, acoperită de DRI. Astfel, DRI a participat la elaborarea documentelor pentru negocieri, elaborarea Raportului de ţară pe 2001, formularea de răspunsuri şi comentarii solicitate de Ministerul Integrării Europene şi de Ministerul Afacerilor Externe.
Au avut loc, de asemenea, întâlniri cu reprezentanţi ai instituţiilor europene, între care Hans Peter Furrer, emisar special al secretarului general al Consiliului Europei pentru Pactul de Stabilitate în Sud-Estul Europei (ianuarie), noul director al Direcţiei Generale Afaceri Politice a Consiliului Europei, dl. Klaus Schumann (februarie), membrii delegaţiei ECRI a Consiliului Europei, noul comisar OSCE pentru minorităţi naţionale, Rolf Ekeus etc.
Reprezentanţi ai DRI au participat la diferite seminarii şi conferinţe internaţionale din sistemul Consiliului Europei, al OSCE, al British Council sau al unor ONG-uri internaţionale. DRI a demonstrat cu date certe în toate aceste ocazii că România acordă aceeaşi importanţă practicii ca şi teoriei.
DRI a fost prezent, de asemenea, la numeroase evenimente din viata societăţii civile româneşti, s-a implicat direct în sprijinirea unor programe ale diferitelor organizaţii sau a oferit informaţiile solicitate de diverşi parteneri. Între cele mai fructuoase colaborări se numără cele cu Grupul parlamentar al minorităţilor naţionale, Ministerul Afacerilor Externe, Ministerul Educaţiei şi Cercetării şi Institutul pentru Ştiinte ale Educaţiei, Ministerul Culturii şi Cultelor, Ministerul Muncii, Ministerul Integrării Europene, precum şi cu Institutul Intercultural Timişoara, Fundaţia pentru Dezvoltarea Societăţii Civile, Centrul de Resurse pentru Diversitate Etnoculturala din Cluj, Centrul Euroregional pentru Democraţie Timişoara, Centrul de Resurse Juridice-Bucuresti etc.
Oficiul Regional pentru Relaţii Interetnice
Oficiul Regional este o noua structură a Departamentului de Relaţii Interetnice din cadrul Ministerului Informaţiilor Publice care îşi desfăşoară activitatea atât la nivel central cât şi în teritoriu, la nivelul Birourilor Teritoriale.
Birourile teritoriale îşi desfăşoară activitatea, astfel:

În general, experţii din cadrul birourilor teritoriale urmăresc aplicarea unitară a prevederilor legale privind protecţia minorităţilor naţionale de către autorităţile publice locale. În acest sens, expertul Biroului Teritorial Turnu Severin a luat măsuri pentru eliminarea discriminării împotriva romilor in Târgul Jiu.
Printre atribuţiile membrilor Birourilor Teritoriale, se numără menţinerea de legături permanente, colaborarea cu autorităţile administraţiei publice locale, în vederea identificării problemelor specifice şi urmăririi soluţionării lor.
Legat de această atribuţie, DRI, prin reprezentanţii săi din teritoriu, a solicitat implicarea autorităţilor în ajutorarea romilor; a organizat mese rotunde cu participarea liderilor romilor. Totodată, a contribuit la realizarea unor proiecte pentru Programul PHARE RO 9803.01 în ajutorarea romilor a unor manifestări organizate împreună cu autorităţile locale, precum şi la aplanarea unor conflicte interetnice.
Membrii Birourilor Teritoriale menţin legături cu organizaţiile minorităţilor naţionale şi cu filialele acestora aflate în teritoriu, sprijină aceste organizaţii în elaborarea unor programe ce vizează păstrarea, exprimarea şi dezvoltarea identităţii etnice, culturale, lingvistice şi religioase. În sprijinul acestor afirmaţii, experţii DRI au oferit sprijin permanent în alcătuirea proiectelor de către organizaţiile minorităţilor naţionale, au avut diverse întâlniri cu liderii minorităţilor naţionale şi cu reprezentanţi ai autorităţilor locale, au evaluat proiecte iniţiate de diverse organizaţii, au participat la manifestările organizate de către organizaţiile minorităţilor naţionale şi alte organizaţii non-guvernamentale.

Material al Ministerului Informaţiilor Publice preluat de pe Internet
(Continuare în numărul viitor)

▲ Cuprins ▲ İçindekiler ▲ Contents ▲

Din nedir?

İslâm Dini’ne göre, Dinin tarifi şöyledir: „Din akıl sahiplerini kendi hür iradeleriyle en iyeye, en doğruya ve en güzele ulaştıran ilâhi bir kanundur”. Dinin bu tarifinden şunları öğreniyoruz: Allah’tan başka hiç kimsenin din kurma yetkisi yoktur. Dinin hükümleriyle ancak aklı başında olan kimseler yükümlüdür. Allah, din ile ilgili hükümlerini Peygamberlere bildirmiş, onlar da Allah’tan aldıkları bu emir ve yasakları insanlara duyurmuşlardır. Çünkü din, insana yaratılış gayesini, kendisini yaratan Allah’a ve bütün yaratıklara karşı sorumlu olduğunu bildirerek, insanları dünya ve ahirette mutlu kılar. Bu nedenle, ınsan, ferd olarak da, toplum olarak da dine muhtaçtır. ınsan oğlunun tarihini araştırdığımız zaman ne kadar derinlere gidebilirsek gidelim, insanın bulunduğu her yerde mutlaka bir dinin de bulunduğunu görürüz. Zira, insana hitap eden ve sadece insan için söz konusu olan din, insanla beraber var olmuş, tarih boyunca bu varlığını sürdürmüş ve bundan böyle de varlığını devam ettirecektir. Gerçek din ancak Allah’ın göderdiği dindir. Hz. Adem (S.A.)’ den beri bütün Peygamberlerin getirdikleri dinlerin esası tek Allah’ı tanımak ve O’na kulluk etmektir. Çünkü bütün Peygamberler, insanları Allah’a kulluk yapmaya davet etmişlerdir. Peygamberlerin getirdiği dinlerin hepsi haktır. Ancak insanlar zaman zaman Peygamberlerinin yolundan sapmışlar ve onların getirdikleri tek Allah’a inanma esasını bırakmışlardır. Bunun sonuncunda da ortaya çıkan bir takım yanlış inançlar batıl dinleri meydana getirmiştir. O halde gerçek din, bir peygamberin, Allah’tan vahiy yoluyla aldığı ve insanlara tebliğ ettiği hükümler ve düsturlar demektir. Buna „Hak Din” veya „Semavî Din” de denir. Bu tarifin dışında kalan dinler de batıl dinleri oluşturur. Hak dinlerin sonuncusu ise Islamiyet’tir. Bu sebeple Islam, Allah’a teslim olmak, O’nun emir ve yasaklarına uymak, barış, huzur ve sükün içinde yaşamak demektir. Bu itibarla ıslam Dini, tek bir Allah’ a inanmayı ve yalnız O na ibadet etmeyi emreder. Bunun için de Hz. Adem (A.S) den beri devam eden hak dinlerin sonuncusu İslam dır. Bu sebeple, Kur’an-I Kerim son mesajı ve Hz. Muhammed (S.A.V) de son Peygamberdir.Bu husus Kur’an-I Kerim de şöyle ifade edilmektedir:
"Bugün sizin dininizi ikmal ettim; size olan nimetimi tamamladım ve size din olarak ısla’I seçtim" (Maide süresi, ayet: 3). "Muhammed içinizden herhangi bir adamın babası değil, O, Allah’ın elçisi ve peygamberlerin sonuncusudur. Allah her şeyi bilendir"(Ahzab süresi, ayet: 40).

İslam Dinin üç ana esasları

ıslam Dini nin, inanç, ibadet ve ahlak ile ilgili değişmeyen üç ana esası vardır. Bu üç ana esasın uygulanmasında, hem ferdin ve hem de toplumun mutluluğu amaçlanmaktadırş.Bunları kısaca şöyle açıklayabiliriz:

  1. İslam inancını esas alan ve bütün hak dinlerde bulunan inançla ilgili esaslar;Allah a, Meleklerine,Peygamberlerine, Kitaplarına, Ahiret Gününe, Kaza ve Kadere inanmaktır.
  2. Allah ile kulları arasındaki ilişkileri düzenleyen ve Allah a ibadet şeklinde gerçekleşen, namaz, oruç gibi ibadet ile ilgili esaslardır.
  3. İslam’ın ahlak ile ilgili esasları da insan ahlakının güzelleşmesini, vicdanının terbiyesini ve ruhunun yükselmesini amaçlayan bir takım emirler ve yasaklardır.

Dolayısıyla, ıslam Dini evrensel bir din olarak, bütün insanlığın dini olduğu ve ıslam dininden başka bu nitelikte başka bir din de olmadığı bütün Müslümanların ortak düşünceleridir.

Nevzat Cebeci

BİSMİLLAHİRRAHMANİRRAHİM

Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla

Bismillahi ancak Hz. Allah‘ın ismi şerifinin istianesi ile öyle Hz. Allah ki Errahmani Rahman olan yani Dünyada mü‘minun ve mü‘minata kafirun ve kafirata iman ve ihsanedici yine öyle Hz.Allah ki Errahimi Rahim olan yani Ahirette yalnız mü‘minun ve mü‘minata iman ve ihsan edici, kafirun ve kafirata adli ilahiyesi ile azap edici olan Hz. Allah‘ ın şerefi ile nekrau biz okuruz. Biz ancak Rahman ve Rahim olan Hz Allah‘ ın ismi şerifinin istinasi ile biz okuruz.

▲ Cuprins ▲ İçindekiler ▲ Contents ▲

BESMELE

Okumaya veya herhangi bir işi yapmaya Yüce Yaratıcı’nin adiyla başlamak, Allah tarafindan Hz. Peygamber (s.a.s)’e vahyedilmiş bir edep ve saygi kuralidir. Bu kural, ilk inen âyet oldugu ittifakla kabul ediLmiştir.
"Yaratan Rabbinin adıyla oku. Insanı yapışkan bir hücreden yaratan. Oku, Rabb’in sonsuz kerem sahibidir. Kalemle yazmayı ögretendir. Insana bilmediklerini ögretendir." âyetlerinde ifade edilmektedir. Yine bu, Allah Teâla’nın: " "Evvel Odur, Âhir O. Zâhir Odur, Bâtin O. O, her şeyi hakkıyla bilir." beyanıyla vurgulanan temel Islâmî ilkeyle uyum içindedir. Buna göre O, her varlıgın varoluşunu kendisine borçlu olduğu, her şeyin, her hâdisenin başlangıcının O’ndan kaynaklandığı yegâne kaynaktır. O hâlde her başlangıç, her hareket ve her icraat O’nun adı ile olur. Bunun önemindendir ki Cenab-ı Hak Besmele’nin, Kur’ân-ı Kerîm’in 113 suresinin başında, denebilir ki bir anahtar olarak, bir surenin içinde de başlı başına bir âyet olarak bulunmasını murad buyurmuştur.

Besmelenin önemiyle ilgili hadisler

Besmelenin önemiyle ilgili pek çok hadis-i şerif vardır. Bunlardan birkaçini şöyle sıralayabiliriz:
"Bana öyle bir âyet indirildi ki, Dâvud oglu Süleyman’la Ben’den başka kimseye indirilmedi. Bu ”Bismillâhir-rahmânirrahim’dir".
Bismillahirrahmânirrahim ile başlamayan her iş bereketsizdir, devam etmez ve köksüzdür. Gerçek şu ki şeytan, Besmele çekilmeyen yemeği benimseyerek kendi hakkı sayar.
Gerek her surenin başında zikredilmesi, gerekse Hz. Peygamber (s.a.s)’ den gelen rivâyetler Besmele’nin önemini vurgulamaktadır. Bundan dolayıdır ki o, bir anlamda Kur’ân’ın özeti kabul edilmiştir. Evet Allah Tealâ, kâinat gerçeklerini, insanliğın başlangıcından itibaren değişik peygamberler vasıtasıyla bildirmiştir. Aynı zamanda her peygambere gönderilen bu gerçekler, en son kitap olan Kur’ân’da bir bütün olarak yer almıştır. Ve yine Kur’ân Fâtiha suresinde, Fâtiha suresi de Bismillahirrahmânirrahim cümlesinde özetlenmiştir. Dolayisiyla Besmele, bir anlamda bütün peygamberleri ve kitaplari birbirine bağlayan mânevî bir ip (bağ) konumundadır.

– sayfayı hazırlayan Firdevs Veli –

▲ Cuprins ▲ İçindekiler ▲ Contents ▲

İLİM ÖĞRENMENİN YAŞI YOKTUR

Peygamber Efendimiz: ”ılim öğrenmek her müslüman erkek ve kadın üzerine farzdır”, buyurmuşlardır. ılim öğrenmenin yaşı yoktur.
Duyunca ki Hünkar Cami‘de Kur‘an-ı Kerim dersleri veriliyormuş merak ettik ne tür ve kimler için veriliyor bu dersler? Merağımız arttı camiye girince imamın yaşlı hanımlara ders verdiğini görünce hayretler içinde kaldık. Hocamız, Nevzat Cebeci altı ay önce gelmesine rağmen bu kadınlara verdiği dersler inanılmaz. 40 yaşlarından fazla olan öğrenciler çalışkan ve başarılılar. Sizlere bu kadınlarla yaptığımız röportajı sunuyoruz:
Benim adım Eregep Diilan, 1945 yılında doğumluyum. Kur‘an-ı Kerim derslerine altı aydır başladım, Kur‘an-ı Kerim okumayı hiç bilmiyordum ama şimdi Allah‘ın izni ile ve hocamızın yardımı ile okumaya çalışıyorum.Bu derslere katılarak namaz sürelerini öğrendim ve bilmediğim dini bilgileri burada tanıdım. Dersleri faydalı görüyorum bu yaşta zor olsa bile biz sevinçliğiz öğrenebildik ve öğrendiklerimizle amel etmeye calışıyoruz. Allah razı olsun hocamızdan bizlere sabırla öğretti her zamanda destekledi.Onu çok seviyoruz oğlumuz gibidir.
Ben Agibai Emine, 62 yaşındayım ve bu derslere altı aydır katılıyorum. Camiye geldiğimde bieşey bilmiyordum ama devamlı gelince Kur‘an-ı Kerim-i okuyorum herşeyi hocamıza borçluyuz bize sabırla öğretti Allah razı olsun kendisinden.
ısmim Şeitcea Fatma, 72 yaşındayım ve bu yaşta Kur‘an-ı Kerim okumaya geliyorum. Benim için başlangıçta zor oldu ama öğrendikten sonra kolay. Burada aldığım dini bigileri eve gidince çocuklarımıza öğretmek bizim için ayrı bir sevinç.
ısmim Mustafa Manie, 56 yaşındayım bu derslerden dolayı hocamıza çok teşekkür ederim bizlere Kur‘an-ı öğretti, süreleri ezberletti, namazı öğretti ve bilmediğimiz dini bilgileri öğretti. Yaşlılık dolayısıyla biraz zor geldi ama öğrenince kolay yapabiliyoruz.

Hanımların sözlerini sizlere sunduktan sonra hocamızla yaptığımız röportajı sizlere aktarmak istiyorum:
R: ınsanlara Kur‘an‘ ı Kerim öğretmek nasıl bir duygu?
H: Çok güzel bir duygu. Yüce Allah‘ın, yaratıcımızın kelamını (Kelam-ı kadimini) insanlara öğretmek kadar daha güzel bir duygu düşünülemez. Allahu tealanın Peygamberimize ilk emri oku olmuştur ve bu okumaya da besmele ile başlanılması gerektiği Alak süresinde”oku seni yaratan Rabbinin adıyle oku”. diyerek. ılk öğreni-lecek ilimlerin başında Kur‘an ilminin geldiği, beyan edilmektedir. Cünkü Kur‘ an insana Allahı tanıtır, peygamberlerini tanır, insanları hem dünyada hem de ahirette mes‘ud olacakları yolları gösterir. Sevmeyi sevilmeyi öğretir, insanların hangi dinden, hangi ırktan olurlarsa olsun barış içerisinde kardeşçe yaşamaları gerektiğini öğretit. Anaya-babaya saygıyı, aile yuvasının-mutluluğunu, vatan ve millet sevgisini öğretir. Bu nedenledir ki bu kitabı okutmak insanlara öğretmek çok güzel bir duygudur.
R: Kur‘an öğretimine ne zaman başladınız?
H: Kur‘an-ı Kerim derslerimize 17.10.2003 tarihinde başladık. Ramazan ayında bir ay ara verdik ama yine de her gün hanımlarımız camiye gelerek okumuş olduğumuz mukabeleyi takib ettiler.
R: Gördüğüm kadarıyla öğrencileriniz 40-45 yaşının üzerinde, bu yaştaki insanların Kur‘an-ı Kerim öğrenmeleri zor olmuyor mu?
H: Tabi ki, elbette zor oluyor. Atalarımızın ”ağaç yaş iken eğilir sözü çok güzel, ama Allah Rasulu (S.A.V.) efendimizde ”ılim beşikten mezara kadar kadın-erkek her müslümana farzdır” buyurarak ilim öğrenmenin yaşı olmadığını vurgulamaktadırlar.Elbette genç yaşta ve çoukluk döneminde öğrenilen bilgilerin insan hafızasında daha kalıcı olduğu bilinmektedir.Önemli olan zoru başarmaktır, ne kadar zor olursa da Allah mükafatını o kadar fazla olur. Allah Teala‘nın bu bir mücizesidir bir insan üzerine düştüğü takdirde Kur‘an-ı yaklaşık 40 gün değince okumaya başlar belki daha da kısa sürede öğrenebilir. Kur‘an öğretiminde bazı metodlar vardır. Bu metodlarla yapılırsa daha da kısa zamanda öğrenilebilir.
R: Hocam, kaç öğrenciniz devamlı camiye gelmektedir?
H: Biz bu derslere Ekim ayında başladık ilk günlerde 8-10 öğrencim vardı, bu sayı gittikçe arttı ve şimdi devamlı gelen 23 tane öğrencimiz bulunmaktadır. Halen talepler alıyoruz, fakat bu dönemin bitmesine kısa bir süre kaldı nasip olursa Mayıs ayının sonunda bitireceğiz. Yetişkinler için tekrar Ekim ayında bir kurs daha düşünü-yorum. Şu anda okulda okuyan çocuklarımız için yaz tatilini bekliyoruz. Nasip olursa Haziran ayında öğren-cilerimiz için bir kurs başlayacağız.
R: Öğrencilerin sayısını arttıra-bilmek için neler düşünüyorsunuz?
H: Bu sayıyı artırmak için öncelikle insanlara Kur‘an-ı Kerimi sevdirmek lazım, camiyi, cemaati sevdirmek lazım. Bunun yanında güzel okuyanlara çeşitli ödüller vererek, Hatim mera-simleri yapıp belgeler düzenliyoruz diğer insanlarıda Kur‘an okumaya heveslendirmek lazım. Bir kaç yerde böyle kurs olsa aralarında yarışma tertip edilerek daha çok çalışmaya ve öğrenmeye teşvik etmek gibi çeşitli düşünceler bulunmakla ınşallah ilerde gerçekleşir.
R: Kur‘an-ı Kerim öğrenmeye isteyenlere tavsiyeleriniz nedir?
H: Kur‘an öğrenecek insanlara tavsiyem Peygamberimiz (S.A.V.)‘ in bir hadisini söylemek” Sizin en hayırlınız Kur‘an-ı Kerim öğrenen ve onu başkalarına öğretendir” burada Peygamberimiz (S.A.V.) Kur‘an öğrenenlerin öğretenler kadar hayırlı bir insan olduğuna işaret etmektedir. Kimse demesin ki benden bu iş geçmiş,zararın neresinden dönülürse orası kar diyerek başlamak lazım.Buradan bilhassa gençlerimize seslenmek istiyorum gelin gözleriniz daha iyi seçerken, hafızanız daha canlıyken bu Kur‘an ilmini alınız, cünkü Kur‘an‘ın bir harfi için on sevap vardır buyurmaktadır yüce Peygamberimiz. Kur‘an okunan evlerin bereketleneceğini; kalbinde Kur ‘an‘dan hiç bir ayetin bulunmadığı insanı Peygamberimiz (S.A.V.) harap olmuş bir eve benzetmektedir ve yine” Kur‘an okuyunuz zira Kur‘ an kıyamet gününde okuyucularına şifaatçı olarak gelecektir” buyurarak bizi Kur‘ an okumaya teşvik etmektedirler. Bizlerde onun için diyoruz ki Kur‘ an-ı Kerim-i okuyalım ve okutalım onunla amel edelim yüce Peygamberimizin müjdelerine nail olalım.
R: Hocam, bizlere ayırdığınız zaman için sizlere teşekkür ederiz. Allah derslerin devamını arttırsın ve tüm müslümanlara Kur‘an-ı Kerim-i öğrenmelerine nasip etsin.
H: Ben de teşekkür ederim.Bu röportaj imkanını bana verdiğinizden dolayı ve Kuran öğretimine katkıda bulunduğunuz için bilhassa ben sizlere ve tüm Hakses cemiyetine çok teşekkür eederim.

Öğrencilerden Erecep Diilan Hanım hocamıza bir şiir yazmış:

„Geldik yalan dünyaya
Oynamaya, gülmeye
Oryantal ve tos- pembe
Bizler genç olduğumuzda.
Geldik altmış yaşına
Öğrendik bizler efib-ba
Sağolsun Nevzat hoca
Başladık Kur‘an okumaya.

Allah razı olsun evladım.
Bizleri çok sevindirdin
Unutmayız ınşallah
Şükürler olsun bir Allah‘a.”

Firdevs Veli

▲ Cuprins ▲ İçindekiler ▲ Contents ▲

Sağlığınızı Korumak Sizin Elinizde…

Sağlıklı bir yaşam sürmeyi kim istemezki… Ama sağlıklı bir vücuda ve sağlıklı bir beyne sahip olabilmek için sadece istemek yeterli değil; bunun için çaba göstermek de gerekiyor. Biz sizlere her zaman sağlıklı kalmanızı sağlayacak yolları öneriyoruz. Gerisi size kalmış…

Sağlıklı Bir Diyet Yapmak;

Sağlıklı bir kiloya sahip olmanın yolu öncelikli olarak dengeli ve yeterli beslenmektir. Sık Sık yapılan ve metebolizmayı bozan diyetler yerine düzenli olarak yediklerinize dikket etmek daha etkili ve daha kalıcı bir yöntemdir. Önemli olan ihtiyaç kadar porsiyon ve farklı besinlerden seçmek ve yüksek miktarda yağ içeriği olan yiyeceklerden özenle kaçınmaktır.

Mümkün Olduğunca Çok Sıvı Tüketmek;

Vücudumuz daha çok sudan ibarettir. Bu suyun bir kısmı terleme, diğer kısmı ise idrar olarak atılır. Bundan dolayı kaybedilen suyun tekrar kazanılması gerekmektedir. Günde 8-10 bardak su ve diğer içecekler tüketilerek sıvı alınması önerilen bir yoldur.

Egzersiz yapmak;

Günde en az 30 dakika yürüyüş, jogging, yüzme, merdiven çıkma ve diğer aktiviteleri yapmak önerilir. Bu aktiviteler, kalp ve damar sisteminin iyi ve düzenli çalışmasını temin eder.

Sigara ıçmemek;

Akciğer kanserinin oluşması büyük ölçüde sigaradan kaynaklanmaktadır. Her geçen yıl araştırmalar daha fazla sayıda insanın sigaradan kaynaklanan akciğer kanserine yakalanıp öldüğünü ortaya koymaktadır. Bu nedenle sigara içmemeye özen göstermeli, en azından sigara tüketimimizi minimuma indirmeliyiz.

Alkol Alımını Minimuma ındirmek;

Olağan dışı durumlar hariç günlük 30 ml kadar alkol almak önerilmektedir. Bu limit değer saf alkol için verilmektedir. Kadınlarda bu oran, ilerki yaşamlarında siroza yakalanma riski daha yüksek olduğundan yukarıdaki değerin yarısı olarak belirlenmiştir.

Yeterince Uyumak;

Günde en az 7-8 saat uyku önerilmektedir. Eğer uyuma zorluğu çekiliyorsa bunun sebebini ortaya çıkarmak gerekir. Stresli ortamlarda bulunmak, kafeinli ürünleri çok tüketmek, hiç egzersiz yapmamak ve geç saatlerde yemek yemek uykuyu olumsuz etkileyen faktörlerdir.

Stresten Mümkün Oldukça Uzak Durmak;

Zamanımızı iyi kullanmak, rahatlamak, müzik dinlemek, masaj yaptırmak ve egzersiz yapmak stresi azaltan faktörlerdir. Hoşlandığınız şeyleri yapmalısınız.

Düzenli Olarak Doktora Gitmek ve Check-up Yaptırmak;

Birçok hastalığın başlangıçta teşhis edilmesi sağlığımızı korumanın esaslarındandır. Bu nedenle senede en az bir defa check-up yaptırmalı ve önemsemediğimiz hastalıklarda dahi doktora gitmeyi ihmal etmemeliyiz.

▲ Cuprins ▲ İçindekiler ▲ Contents ▲

Türk Mutfağından

KARNIYARIK BÖREK

6 kişilik
3 adet yufka
3 çorba
⅓ su bardağı sıvı yağ
3 adet yumurta(birbirinin sarısı ayrılır)
1 paket kabartma tozu

ıçine:

100 gram beyaz peynir veya çökelek
1 demet maydanoz
2 adet domates
3 adet sivri biber

1 Yumurtaları, yoğurdu, kabartma tozunu ve sıvı yağı bir kapta karıştıralı. Bir yufkayı açıp, bu karışımın yarısını üzerine sürelim. ıkinci yufkayı birinci yufkanın üzerine sererek geri kalan karışımı yayalım. Üçüncü yufkayı en üste serelim. Sigara böreği keser gibi 16 eşit üçgen elde edecek şekilde keselim. 2. Her üçgen parçanın geniş kenarına peynir ve maydanozla hazırladığımız içten bir miktar koyup önce yanları içe döndürelim sonra sigara böreği sarar gibi rulo yapalım. Börekli hafifçe yağlanmış tepsiye dizerek, bıçak ile karınlarına bir yarık açalım.3. Açtığımız yarıklara bir dilim domates ve sivri biber sıkıştıralım. Böreklerin kenar-larına yumurta sarısı sürüp, ön-ceden ısıtılmış orta ısılı fırında üstü pembeleşe-ne kadar pişirelim.

Not: Kabartma tozu böreğe yumuşaklık ve kabarıklık verdiği için kullanıyoruz.

Tuz hakkında bilmek istediğiniz herşey

Günlük Sodyum ıhtiyacı Yetişkinler günde 1000 ila 2300 miligram kadar sodyuma ihtiyaç duyarlar. Tuzun da yüzde 40’ının sodyum olduğu düşünülürse bu yaklaşık 2,5-6 gram arası tuza denk düşer. 12 yaşından küçük çocuklar bundan biraz daha az tuza ihtiyaç duyarlar. 1-3 yaş arası 300-1200 mg., bir yaşın altındaki bebekler ise bundan biraz daha az tüketmelidir. Ancak bir yaşının altındaki bebeklerin yameklerine tuz eklemeye hiç gerek yoktur. Ama zaman içinde tuzlu tahıllar çocuğun yiyecek listesine eklenebilir. Genelde sağlık açısından yiyeceklere pişirme sırasında fazla tuz atmamak ve kesinlikle sofrada tuz eklememek iyi olur. Ayrıca çarşıdan satın alırken de mümkün olduğunca tuzsuz gıdalar seçmeye özen göstermeliyiz.
TAT Tat alma duyumuz bir kere tuzun tadına alıştıktan sonra artık ondan vazgeçmek imkansız. Eğer tükettiğiniz tuzun miktarını azaltmak istiyorsanız, tat duyunuzun bu duruma alışması için en az 3 ay geçmesini beklemelisiniz. Bu sürenin sonunda artık tat alan hücreler yiyeceklerin içindeki doğal tuz tadına yavaş yavaş alışırlar.Yiyeceklerin içindeki tuzu daha iyi hissedebilmek için sebzelerin eğer evinizde varsa-mikrodalga fırında susuz olarak pişirin. Ya da konsantre tavuk suyunda haşlamayı veya çok az likid yağda kavurmayı deneyin. Bu şekilde sebzenin doğal tadı o kadar artar ki tuz eklemeye ihtiyaç duymayacaksınız. Tencerede et yemekleri pişirirken de az su kullanmaya özen gösterin. Bu şekilde et ve sebzelerin tadı daha belirgin olur. Az miktarda tuz ilave ederek idare edebilirsiniz. Ayrıca çeşitli otlar, baharatlar ve limon suyu tuzun yerine tat verecek maddelerdendir.
TUZ NEREDE BULUNUR? Herkes patates cipsinin tuzlu olduğunu bilir. Ancak pek azımız kahvaltıda yenen mısır gevreği türünden tahılların, biskuvi, tereyağı veya peynir tarzı yiyeceklerin ne kadar çok tuz içerdiğini tahmin edebiliriz. Bu besinlerden bir miktar yemenin elbette hiç bir zararı yoktur. Ayrıca bunlar yediğiniz tek tuzlu maddeyse bunları yemek hiçbir sağalık sorunu yaratmayacaktır. Ancak bol miktarda fast-food ve tuzlu besinler yiyorsanız hapsi birden fazla gelebilir.

Nurcan Ibraim

▲ Cuprins ▲ İçindekiler ▲ Contents ▲

Interviul lunii

Răsfoind cartea ”Personalităţi ale comunităţii turco-tătare”, la pagina 12 dăm peste un nume, Gulten Abdula. Despre această doamnă mică la stat, dar cu un suflet mare am citit în presa turcă şi chiar în revistele din Turcia, ”Tarla”, Turk Edebiyati” etc. Am contactat-o şi după multe insistenţe am realizat un interviu.

Rep.: Cine sunteţi doamnă Gulten şi de unde veniţi?
G.A.: M-am născut în oraşul Galaţi, oraş înconjurat de râurile Siret, Prut şi Fluviul Dunărea. Pot spune că sunt fiica apelor. De profesie sunt cadru didactic. Din 1993 m-am despărţit de catedră dedicându-mă în totalitate comunităţii turce, promovării culturii şi tradiţiilor ei.
Rep.: Ce v-a determinat să alegeţi această cale?
G.A.: Este greu să înţeleagă cineva ce înseamnă să fii pătruns de sentimentul dăruirii de sine. Fiind cadru didactic, în cei 28 de ani la catedră, lecţiile pe care le predam erau în mare parte cu tentă antiotomană, indirect realizându-se acel sentiment de repulsie faţă de tot ce era turc. Vă daţi seama cât de greu este pentru cineva din etnia respectivă, care cunoaşte realitatea istorică şi zestrea culturală moştenită din familie, să vorbească despre ai lui în modul în care se cerea? Era normal pentru formarea sentimentului patriotic la şcolari, dar etnicii noştriindirect au fost frustaţi şi complexul de inferioritate s-a stabilit repede mai ales acolo unde numeric erau puţini. Acest complex încă îi mai urmăreşte. Apoi au urmat anii 1977 şi 1979 când unica moscheie din Galaţi a fost demolată în mod samavolnic, cu toate că adevăraţi oameni de suflet şi cultură români, cum ar fi: istoricul Mihai Maxim, Dan Râpă Buicliu, Dan Nanu şi alţii au încercat s-o salveze. A urmat scoaterea osemintelor din cimitirul turcesc şi înlocuirea lor cu decedaţi creştini. Aşa s-a întâmplat şi cu părinţii mei. Toate aceste m-au determinat, odată cu instaurarea democraţiei, să părăsesc catedra şi să mă dedic în totalitate promovării identităţii spirituale şi culturale reale a etniei mele. Nu a fost deloc uşor.
Rep.: Ştim că aveţi doi fii. Cum au primit această hotărâre?
G.A.: Am doi fii şi o nepoţică, Aişe. Nu le-a fost deloc uşor. Să-i las singuri,la o vârstă de numai 23 şi respectiv 20 de ani,dar bunul Allah a avut grija lor şi le-a dat înţepciunea de a răzbate singuri prin viaţă. Au înţeles că totul este pentru o cauză nobilă, chiar dacă pecuniar ne-am descurcat greu. Ţin să le mulţumesc din tot sufletul pentru sprijinul moral şi financiar, pe care mi l-au acordat, de multe ori. Au cosiderat uneori că este o nebunie tot ce fac, dar marile realizări se fac cu efort, sacrificiu şi cu puţină nebunie.
Rep.: Aţi amintit cu multă tristeţe despre momentul despărţirii de catedră? Ce a însemnat pentru dumneavoastră şcoala şi cum v-aţi simţit într-un colectiv cu preponderenţă român?
G.A.: Am iubit foarte mult meseria de dascăl, având în vedere că bunica din partea tatălui era învăţătoare de limbă turcă şi religie islamică, iar tatăl meu un hoge respectat. Trebuie să precizez că nu adormeam niciodată fără ca, pe rând, mama sau tata, să nu-mi spună o poveste din basmele turceşti. Deci educaţia intelectuală am primit-o din familie. Lor le sunt recunoscătoare pentru tot ce am acumulat în timp. Despre colegi, ce pot să spun, doar lucruri frumoase. Adevăraţii oameni, nu se cramponează de lucruri minore. Fără falsă modestie pot afirma că eram reazămul spiritual şi sufletsc în momente grele. La fel în momentele mele grele de viaţă, colegii mei, au fost adevăraţi prieteni. Dar misiunea de a demonstra că neamul meu este mare şi are o zestre a valorilor spirituale bogată, a fost mult mai impotantă.
Rep.: Din tot ce v-aţi propus cât aţi realizat şi dacă sunteţi mulţumită?
G.A.: Oameni ca mine nu sunt niciodată mulţumiţi. Am fost iniţiatoarea unor proiecte de nivel naţional şi internaţional. Am iniţiat duplexul cultural româno-turc în cele două ţări, am semnat iniţiativa manifestărilor culturale transfrontaliere, prima manifestare de acest gen realizându-se în 1998. Am introdus sărbătorirea unor tradiţii deja uitate. Imeideat după 1990, la Galaţi s-a născut idea de a sărbători Ziua Naţională a Turciei şi a României la Isatanbul şi An-kara. Am fost iniţiatoarea dialogului religios pe plan naţional. Am pus semnătura pe multe proiecte de anvergură. Am iniţiat la Galaţi ” Forum Interetnic al Tinerilor” Ca urmare, în fiecare organizaţie minoritar etnică a apărut o comisie de tineret. Am fost iniţiatotoarea primului ”Primului Festival Interetnic Transfontalier” din România. Am participt la multe intruniri naţionale şi internaţionale, cu referate care au stârnit interes. Acestea sunt doar câteva. Mulţi m-au invidiat. Îi las să creadă ce vor. Cei care într-adevăr m-au înţeles mi-au rămas alături. M-a impresionat un articol apărut în ziarul local ”Viaţa Liberă” care scria ”.. şi numai pentru traducerea romanului ”Papucii lui Mahmud” de Gala Galaction, şi numai pentru atât, trebuie să-i sărutăm mâna cu recunoş-tinţă acestei fiice al oraşului Galaţi”. Aceste cuvinte spun multe. Singurul lucru care mă nemulţumeşte este faptul că nu avem la Galaţi un sediu, cu toate că filiala din Galaţi deţine cele mai multe acţiuni cu sprijin financiar local în mare parte. Aş face o precizare. Dacă nu ai în suflet sentimentul de apartenenţă şi nu cunoşti cu adevărat cultura propriei tale naţiuni nu vei putea realiza nimic care să rămână peste timp.
Rep: Aţi amintit de părinţi. Erau din Galaţi?
G.N.: Nu. Galaţiul a fost locul lor de întâlnire. Tatăl meu a venit din Bulgaria. Iată încă un moment trist în viaţa familiei mele. Tatăl meu de origine din Nicopole a fost nevoit, împreună cu alte familii să părăsească într-o noapte oraşul, locul natal fugind cu o barcă în România, la Turnu Măgurele. În noaptea aceea un grup de bulgari vroiau să omoare pe toţi turcii din localitate. Alţi bulgari de suflet i-au anunţat şi chiar i-au ajutat să fugă.
Familiile care au fugit în acea noapte a anului 1917 s-au stabilit la Giurgiu, Măcin, Galaţi, Bucureşti. Tatăl meu a rămas la Galaţi şi timp de un an a fost funcţionar la Consulatul Turc din Galaţi, iar bunica a primit locuinţă în casa geamiei, unde era şi şcoala. Mama, de loc din Isaccea, se trăgea dintr-o familie din partea tatălui, venită din Rize. Familia tatălui meu o ramură era din Konya şi alta din Istanbul. De aici şi dorinţa de a-l face cunoscut pe Mevlana cititorului din România. Până în anul 1953 am fost cetăţeni turci.
Rep.: Care vă este zodia ? Ce vă place şi ce vă displace?
G.A.: Zodia mea este berbecul. Asta spune totul. Îmi plac prietenia sinceră, corectitudinea în tot spectrul ei, respectul şi-mi displac oamenii servili, micimea sufletească, războiul…
Rep.: Care este anotimpul dumneavoastră preferat?
G.A.: Îmi plac deopotrivă primăvara şi începutul de toamnă.
Rep.: Ce simţiţi pentru cele două ţări, România şiTurcia?
G.A.: Sinceră să fiu, m-am simţit mereu fiică de otman şi Ataturk,dar în egală măsură am jucat şi hora şi am cîntat doina romînească. Într-un cuvânt,nu mă pot lipsi de nici una. Plâng şi mă bucur în egală măsură pentru fiecare din ele. Revenin la marea familie a lumii turce, o iubesc din tot sufletul şi doresc să fie fericită iar România să fie o bună prietenă cu fiecare din ele.
Rep.: De curând aţi fos aleasă preşedinta Comisiei de Cultură, Culte şi Massmedia din cadrul Consiliului Pentru Minorităţile Naţionale. Ce a însemnat pentru dumneavoastră acest moment.
G.A.: A fost poate cel mai frumos dar pe care l-am primit de ziua mea de naştere. Este poate o recunoaştere a muncii pe care o depun de 10 ani în cadrul acestei comisii. Nu este uşor. Responsabilităţile sunt mari. Voi încerca cu ajutorul tuturor membrilor din această comisie să realizăm acţiuni comune care să scoată în evidenţă personalitatea fiecăruia prin bogăţia în diversitate a fiecăruia în parte.
Rep.: Ce mesaj aveţi de transmis cititorilor?
G.A.: Multă sănătate, pace, linişte sufletească şi realizări frumoase. Celor de vârsta a doua să nu se lase învinşi iar tinerilor recomandare de a citi foarte mult, de a se instrui de a se cultiva mereu cu precizarea să respecte pe cei vârstnici, să se adape din experienţa lor.
Rep.: Am mulţumit doamnei Gulten, despre care ştim că scrie şi versuri, care deja au fost publi cate în unele reviste din Turcia şi ne-am luat rămas bun cu gândul să o mai abordăm şi altă dată.

Interviu realizat de Subihan Iomer

▲ Cuprins ▲ İçindekiler ▲ Contents ▲

ANKARA’DAKı ÖĞRETMENLER MECıDıYE’DE

2 – 6 Şubat 2003 tarihi arasında „Constantin Brancuşi” okuluna Türkiye’nin başkentinden, yani Ankara’dan ziyaretçiler geldiler. Onların amaçları Romanya’dan öğretmenlerle tecrübelerini karşılaştırması, kardeşlik protokolunu imzalaması ve Romanya’daki eğitim sistemini daha iyi incelemek için geldiler.
Bu işi organize edenler Mecidiye Belediyesi ve „Constantin Brancuşi” okulunun müdürü Eleni Cruceru. Öğretmenler odasında, iki ülkenin okul aktivitesi diyaloge edildi, ve internet aracılıyla üç proje kuruldu: Eco – okulu, Türkçe dil ve kültür, ve Avrupa ilkbaharı. Delegasyon birinci gününde okulu ziyaret ettiler. Ankara’daki öğretmenler derslere girip, çocukların kültür derecelerine ve zekalı olduğunu gördüler.
2 Şubat 2003 tarihinde „Türkiye Noterler Birliği ılk – öğretim okulu” ve „Constantin Brancuşi” arasındaki protokol imzalandı. Protokolun imzalanması, bize heyecan anlar yaşattı.
Delegasyon başkanı Kadriye Şahika Özüner duygularını şöyle dile getirdi:
„Bu anlaşma imzalandığı için çok mutluyum ve umarım ki başka projelerde de aynı uyumluluğu ve duyarlığı göstererek bu samimiyetlik ve dostluk devam edecektir”.
Öğretmenler grubu „Mustafa Kemal Atatürk” lisesine, „Nicolae Balcescu” lisesini, şehirin müzesini, ve camileri de ziyaret ettiler.
Delegasyon programı çok iyi organize edildi. Öğretmenler çok kısa zamanda bütün yerleri gezdiler. ıngilizce öğretmeni Nursel Önder şöyle söyledi: Türkiye’deki öğrencilerden Romanya’daki öğrencilere selamlar getirdik ve Mayıs ayında öğretmenlerle birlikte ziyaretimizde gelmelerini istiyoruz.
Bütün öğretmenler, Romen eğitim sisteminin ne kadar yararlı olduğunu ve çok şeyler gördüklerini ve öğrendiklerini Türkiye’deki eğitim sistemine uygulayacaklarına söylediler.

Yüksel Nalan, VIII E sınıf,
„Constantin Brancuşi” ılköğretim Okulu Mecidiye

▲ Cuprins ▲ İçindekiler ▲ Contents ▲

İlk Kar

Heyecanla kış tatilini beklemekteyiz. Kış çoktan güzel yüzünü göstermiş fakat ilk kar bizi sadece heyecanlandırmıştı. Seyrek ve kuvvetsiz bir yagıştan sonra kuvvetli bir rüzgâr kendini gösterdi. Günün birinde, babam kapıdan içeri girdi ve bana: Bu gün kar yağacak! dedi. Gerçekten, kısa bir süre sonra, gökten binlerce kar taneleri düşmeye başladı. Göküzü kurşun rengini almıştı. Acele üzerime birşeyler giyidim ve dışarıya çıktım. ılk önce seyrek ve küçük kar taneleri başlayan yağış daha sonra sıklaşarak yer yüzüne konmaya başladı. Gökyüzüne seyrederken kar tanelerin dansı gözlerini alıyordu. Yüzünde kışın soğuk dokunuşunu hissetmeye başlamıştım. Binlerce beyaz ve parlak kar taneleri sanki toprağı öpmeye acele ediyorlardı. Çocuklar evlerinden neşeli bir şekilde kar tanelerini toplamaya koşuyorlardı. Evler, ağaçlar, kısaca her şey beyazdı. Kış kendini göstermeye başlamıştı. Uzaktan çocuk ve kızak sesleri bana doğru geliyordu.

Iomer Meral – clasa IV B
Şcoala cu clasele I-VIII „Constantin Brâncuşi” Medgidia

Vize pentru turci

Agenţia Mediafax anunţa, duminică, 6 aprilie 2003 că începând cu 1 ianuarie 2004, România va introduce regimul de vize de intrare în ţară pentru cetăţenii turci. Această precizare a fost făcută la Ankara, în data de 5 aprilie a.c. de ministrul de externe al României Mircea Geoană, în cadrul vizitei efectuată în Turcia.
El a afirmat că introducerea vizelor pentru cetăţenii turci este urmarea angajamentelor pe care România şi le-a luat faţă de Uniunea Europeană. ”Vom căuta să dăm dovadă de maximă flexibilitate în ceea ce priveşte oamenii de afaceri turci care activează în Romania, dar angajamentele faţă de Uniunea Europeană trebuie respectate”, a spus Geoană. Subiectul viitorului regim de vize a făcut şi obiectul discuţiilor pe care ministrul român de externe le-a avut cu omologul său turc, Abdullah Gul. De obicei, introducerea de către o ţară a regimului de vize atrage o măsură similară din partea celeilalte.
Iată o veste ce va deveni un punct de meditaţie pentru mulţi etnici turci de cetăţenie română.

Gulten Abdulla

▲ Cuprins ▲ İçindekiler ▲ Contents ▲

FESTIVALUL FILMULUI TURCESC

În perioada 31 martie – 4 aprilie 2003, la Bucureşti şi între 7 aprilie – 11 aprilie 2003, la Constanţa a avut loc Primul Festival al Filmului Turcesc în România, o expresie a celei de a şaptea artă din această ţară.
Festivalul a fost organizat de Ambasada Republicii Turcia şi Consulatul General Turc la Constanţa în colaborare cu fundaţia TURKSAK (comitetul de cultură şi artă turcă din România din cadrul Ambasadei Turce) precum şi Fundaţia DaKINO din România. Filmele prezentate au fost selectate dintr-un şir larg de filme turceşti., cotate a fi din cele mai bune realizări ale cinematografiei turceşti, după spusele organizatorilor.. Festivalul a debutat cu filmul ”Istanbulul sub aripile mele”. Chiar dacă la prima vedere, acţiunea filmului pare să fie o ficţiune petrecută în jurul unei poveşti de iubire dintr-un musulman şi un creştin, trebuie să specificăm că are o trimitere mult mai amplă, dincolo de ecran. Este un omagiu adus primilor pioneri în domeniul aeronauticii mondiale: Hazerfen Ahmet Çelebi, Ismail Cevheri, Hasan Lagari Çelebi.
Intrigile de la curtea sultanală, influenţa vizirilor (miniştri de astăzi) asupra sultanului, este aidoma cu cele pe care le întâlnim şi astăzi. Pagina vă propune să urmăriţi un scurt istoric al cinematografiei turceşti şi date despre mitul şi adevărul desprins din filmul prezentat mai sus.

Scurt sumar despre istoria cinematografiei turceşti

Începuturile cinematografiei în Turcia se situează la aproximativ un an după ce fraţii Lumiere au făcut prima lor prezentare cinematografică din 22 decembrie 1895, dar producţia propriu zisă de film a avut loc după 1914 când a fost făcut primul film în Turcia.
Astăzi cinematografia turcă a atins nivelul actual, s-a afir-mat prin propriile capacităţi şi eforturi şi deţine propria sa identitate. Această cinematografie a trebuit de asemenea să învingă competiţia străină acerbă la toate nivelurile şi a reuşit să atingă nivelul ridicat de performanţă numai prin eforturile pline de entuziasm ale regizorilor, scenariştilor şi întregului personal, dovedind permanent la festivalurile internaţionale de film valoarea sa de industrie modernă şi contemporană.

Cinematografia turcă înainte de Republică (1897-1923)

Primul film făcut în Turcia în 1914 a fost un documentar, urmat de o serie de filme făcute de organizaţii oficiale şi semioficiale. În 1922 a avut loc un moment de răscruce în producţia cinematografică când a fost înfiinţată societatea privată Kemal Film.

Perioada de dominaţie a actorilor de teatru (1923-1939)

În decursul acestei perioade industria de film turcă a fost dominată de actorii de teatru iar aceşti ani pot fi consideraţi constructivi pentru producţia de filme.

Perioada de Tranziţie (1923-1950)

În anii 50, numărul şi calitatea filmelor a crescut iar industria cinematografică a început să capete o formă individualizată. Personajele prezentau evenimente şi ambianţe naturale specifice filmelor realiste, producătorii tineri au început să acorde o tot mai mare atenţie filmelor cu subiecte sociale iar sistemul starurilor a atins un punct culminant.

Ultimii treizeci de ani în cinematografie

În anii ”70 producţia de filme s-a dezvoltat şi în pofida teribilei concurenţe a televiziunii, a existat o activitate eficientă în dezvoltarea cinematografiei turce. Filmele au încercat să se concentreze pe individualitate, în special pe căutarea identităţii iar popularitatea comediilor a crescut.

În concluzie, cinematografia turcă are în prezent un caracter dinamicîn foarte multe direcţii, atingând standardele tehnice internaţionale avansate.

▲ Cuprins ▲ İçindekiler ▲ Contents ▲

Türk şehitleri Romanya’da anıldı

Her yıl gibi, bu yıl da,18 Mart, Çanakkale şehitlerini anma günü Bükreş Türk Şehitlik mezarlığında Türkiye’nin Bükreş Askeri Ateşesi Kurmay Albay Mustafa Şenol tarafından düzenlenmiş oldu. Düzenlenen tören üst düzey pek çok ülkenin temsilcileri Romanya’daki Asker orduların kurmai ve generalleri, Romanya Demokrat Türk Birliği, ”Aşağı Tuna” Araştırma, Geliştirme, Eğitim ve Türk Kültür Merkezi, Romanya Demokrat Tatar Müslüman Birliği, Romanya Türk Cemiyeti v.s. katılmış oldular ve çelenk koydular. T.C. Bükreş Büyükelçi Ömer Zeytinoğlu’nun açılış konuşması ardından Askeri Ateşesi Kurmay Albay Mustafa Şenol, Bükreş Türk Askeri şehitliğinde Iç Dünya Savaşında şehit düşen Türk ordunun askerleri, müslümanlarla birlikte Hıristiyan ve Musevi dininde mesup olan askerlerin yattığını belirtti ve Büyük önderimiz Mustafa Kemal Atatürk bundan tam 88 yıl önce söylemiş olduğu” Onlar bu topraklarda savaştıktan sonra artık bizim evlatlarımız olmuşlardır” sözleriyle konuşmasını kapatı.

Gülten Abdulla

▲ Cuprins ▲ İçindekiler ▲ Contents ▲

Între mit şi realitate

Filmul lui Mustafa Altioklar reprezintă ecranizarea unei drame fantastice. Povestea filmului se petrece în secolul al 17-lea, în Istanbul. Patru prieteni încearcă să-şi împlinească cel mai frumos vis,zborul. Cu toate opreliştile din timpul domniei sultanului Murat al IV-lea visul devine realitate.
Ecranizarea este o dramă fantastică, dar să vedem ce se află dincolo de mit. Care este realitatea.
Cronicarul Evliya Çelebi aminteşte pe scurt despre cei trei visători şi oameni cu preocupări ştiinţifice, dorinici să traducă în viaţă zborul lui ICAR.
Fragmentul din cronica lui Evlya Çelebi a stârnit interesul mulor cercetători ai timpurilor. Rezultatul a fost extraordinar. Cei doi pioneri ai ştiinţei auronauticii, Hasan Lagari Çelebi şi Hazerfen Ahmez Çelebi au existat.
Hazerfen Ahmet Çelebi, pe baza schiţelor de zbor realizate de Leonardo da Vinci şi pe baza experienţelor realizate de omul de ştiinţă turc Ismail Cevheri în domeniul zborului, reuşeşte în anul 1600 să efectueze primul zbor. Folosind aripi confecţionate de el, zboară de la Turnul Galata (din Europa) până la Uskudar (în Asia). Este primul zbior al omului În unele documente se precizează că lungimea zborului a fost de 6 Km cu viteză de 51km/oră şi cu o oprire în aer de 5 minute.
Revenind la Lagari Hasan Celebi, documentele precizează că primul reactor realizat de acesta a fost folosit în 1633. Acesta avea forma unui hexagon cu şapte laturi pentru care s-au folosit 50 de kg praf de combustibil sub foprmă de pastă şi aripi. Zborul a ţinut între 16-20 minute şi s-a înălţat până la 250-350 metri.
Când combustibilul s-a terminat, Lagari s-a folosit de aripile pregătite dinnainte, aterizând în faţa palatului Sinanpaşa. Pentru această realizare a fost răsplătit împărăteşte. A urmat invitaţia din partea Hanului Crimean Selamet Giray, Se pare că tot în Crimeea a şi murit. Nu i se cunoaşte mormântul, dar faptul că primele aparate de zbor în cosmos au fost făcute aici, ne îndreptăţeşte să credem că la baza lor au stat şi rezultatele cercetărilor făcute de Lagari.
Faptele celor doi au căpătat în timp aura unor legende reproduse în versuri, scenarii de film sau în miniaturi. Cele două miniaturi vin să ne reproducă o parte din misterul celor văzute în filmul lui Ustun Karabol şi Mustafa Altioklar.

Celelalte filme ne dezvăluie viaţa modernă, trepidantă, dar şi dramatică, de care nici un popor nu poate scăpa. Sunt filme cu acţiuni simple, dar de un dramatism profund. Dramatismul nu apare decât după ce filmul a fost vizionat şi încercând să-ţi pui întrebarea ce ai văzut, de fapt, te trezeşti analizând şi descoperind o altă lume, departe de vodevilurile şi comediile cu care te-ai obişnuit pe micul ecran de pe canalele turceşti.
Dar pentru toate acestea trebuie să cunoşti bine cultura, civilizaţia şi istoria poporului turc.
Titrarea filmelor în limba engleză a făcut ca impactul cu publicul român să fie mai mic. Credem că viitoarele ediţii vor da posibilitatea şi spectatorului român să vadă caracterul dinamic şi creativ al cinematografiei turceşti, talentele actorilor turci şi să cunoască o parte din bogăţia culturii turce.

Gulten Abdulla

▲ Cuprins ▲ İçindekiler ▲ Contents ▲

OSMANLI MİMARİSİNİN KALFALIK ŞAHASERİ: SÜLEYMANİYE CAMİİ

İstanbul’da kendi adıyla anılan semtte bulunan, Türkiye için büyük ve önemli bir geçmişi hatırlatan Süleymaniye, sadece bir camii değil aynı zamanda türbeler, türbedar dairesi, evvel medresesi, sani medresesi, rabi medresesi, salis medresesi, tıp medresesi, darülhadis, darüşşifa-bimarhane, darülkurra, sibyan mektebi, imaret, tabhane (konuk evi), han, hamam, kitaplık ve dükkanlarıyla büyük bir külliyedir.
Yapıların yerleştirilmelerindeki ustalığın yanında, ekonomik ve kültürel işlevleriyle bu yapılar aynı zamanda klasik dönemin simgesidirler. Mimar Sinan ve Kanuni Sultan Süleyman’ı yani sanatla politik gücün birleşimini temsil eden Süleymaniye Külliyesi, hem mimarisinin ihtişamı hem de sosyal hayattaki işleviyle bunun en büyük kanıtıydı. Süleymaniye Camii, Mimar Sinan’ın deyimiyle, kendisinin ve Osmanlı mimarisinin kalfalık dönemini simgeliyordu.

DÖRTGEN PLAN

20 Haziran 1150 gibi başlanıp 20 Ekim 1557 yılında inşası bitirilen caminin yapımına Kanuni Sultan Süleyman, Macaristan’ın 2/3'ünü Osmanlı topraklarına kattıktan sonra karar vermişti.
Kareye yakın planıyla merkezde bulunan Süleymaniye Camii, yine bir kare olan iç avlusuyla büyük avlunun ve külliyenin oluşturduğu büyük dörtgenin içinde, küçük bir dörtgen olarak inşa edilmişti. Caminin arka avlusunda bulunan iki türbede Kanuni, Hürrem Sultan, II. Ahmed ve II. Selim’in annesi Dilaşub Sultan ve şehzadeleri yatıyor.
Dış avlunun on tane kapısı bulunuyor. Bunlar; Mera Kapısı, Eski Saray Kapısı, Mektep Kapısı, Çarşı Kapısı, Hekimbaşı Kapısı, ımaret Kapısı, Kubbe Kapısı, Tabhane Kapısı, Ağa Kapısı, Harem Kapısı adlarıyla anılıyorlar. Üç kapılı iç avlunun orta kapısı anıtsal ve yüksek bir taç yapı ve başlı başına mimari bir eser sayılabilecek güzellikte. Çevresinde pembe granit ve mermer 24 sütun üzerinde 28 kubbeli bir revakla ortasında şadırvanıyla camiye bağlanan iç avlunun son cemaat yerindeki on pencerenin alınlığında, Karahisarlı Hasan Efendi’nin kaleminden çıkma çini panolar üzerinde Kur’an’dan alınma fetih ayetleri bulunuyor. Bu avlunun altı granit sütunu yaklaşık 10,6'şar ton, 6 esmer granit direği yaklaşık 4,1’er ton, 6 marmara mermeri sütunuysa 3,8’er ton olarak hesaplanmış.

MİNARE VE ŞEREFELER

Caminin dört minaresi ıstanbul’da yaşamış ilk dört sultanı; Fatih, II. Bayezid, Yavuz Selim ve Kanuni’yi; üzerinde birer sütun başlığı gibi duran on şerefe de 10 padişahı temsil ediyor. Minareler örülür-ken taşlar birbirine demir kemerle tutturul-muş, taş ve demirin birbirine kenetlenme-sini sağlamak için bağlantı yerlerine kur-şun dökülmüştü. Kubbeye yakın olan iki minare daha uzun, diğerleri kısa olduğun-dan camii piramit biçimli bir hareketlilik kazanmıştı. 53 metre yükseklik ve 26,5 metre çapındaki büyük kubbenin ve üst kagir kabuğun yaklaşık 1.000 ton ağırlı-ğındaki yükü iki yarım kubbeyle ve fil aya-ğı olarak adlandırılan dört büyük sütunla temele iletilmişti. Yükseklikleri 9,02 metre, çapları 1,4 metre olan ve yaklaşık 30’ar ton oldukları hesaplanan fil ayaklarının her biri toplam 8 000 ton yükü temele iletiyor. Mimar Sinan bunları Ciharyar-ı Güzin’e (dinin dört direği); Hz. Ebubekir, Hz. Ömer, Hz. Osman ve Hz. Ali’ye armağan olarak sunmuştu. Ayaklardan ikisi ıstanbul’dan eski Bizans Sarayı’ndan ve Kıztaşı’dan, biri Baalbek’teki Jüpiter Tapınağı’ndan, diğeri de Mısır’ın ıskenderiye kentinden getirtilmişti. Ayaklar 6,2 × 5,1 metrelik, küfeki taşından örülmüş payeler üzerine oturtulmuştu.

MUHTEŞEM AKUSTİK

Çini dekorlar ortasında yükselen mihrap iki kabartma oluklu ve altın yaldız stalaktit kaideli sütunlarla tek parça olarak yapılmıştı. Caminin akustiği muhteşem bir şekilde hesaplanmıştı. 63 × 69 metre planı olan camii içinde ses, giderek eriyip yok oluyor. Akustiği güçlendiren etkenlerin kubbeye yerleştirilmiş 64 küp ve sesin dolaşımını engellemeyecek biçimde oturtulmuş sütunlar olduğu bilinmekle birlikte yine de kesin bir çözümle halen yapılamamış bulunuyor.
Hünkar mahfili (padişah bölümü) de çevresindeki mermer oyma kafesiyle dikkat çekiyor. Mimber üzerindeki stalaktit oymalar da son derece ilgi çekici. Camii eskiden kandil ışığıyla aydınlatıldığından, çıkan isin nakışları kirletmemesi için Mimar Sinan tarafından geliştirilen bir havalandırma sistemiyle bütün is, bir ”is odasında” toplanmaktaydı. Bu işlem bir-iki dakikalık bir sürede içerideki tüm havanın değişmesi sırasında gerçek-leşmekteydi. Bu is daha sonra devrin ünlü hat ustalarına mürekkep olarak veriliyordu.

KUBBENİN SIRRI

Kubbeli yapı mimarisinin bir sonucu olan, tepe yüklerinin yanal taşıyıcılara iletilmesi, yapıların dış görüntülerini, faydacı ancak çirkin bir biçimde etkilerken, Sinan’ın eserinde bunlar mekanın içine alınmış, yan duvarların bir parçası olarak gösterilmiş, cepheleri oymalarla süslenerek görüntü hafifletilmiş.
Koca Sinan’ın basık kubbeli Süleymaniye’sinde, bu basık kubbeyi (yüksek kubbeye göre daha zor taşınır) ayakta tutanın ne olduğunu anlamak, mimari bilgisi olanlar için dahi son derece güç, bu sade görünümlü eserin taşlarına gizlenmiş bilginin boyutları inceledikçe insanı daha da şaşırtıyor. Halen ayakta duran camii, günümüzde de görenleri kendisine hayran bırakıyor.

İNŞAATTA KİMLER ÇALIŞMADI Kİ?

Süleymaniye Külliyesi’nin inşasına pek çok kişinin emeği geçmişti. Yapılan araştırmalara göre inşaatta Hassa Mimarları Ocağı’nın elemanları, acemioğlanları, diğer kapıkulu ocakları mensupları, ücretle çalışan serbest ustalar, işçiler ve esir olarak da forsalar çalışıyordu. Evliya Çelebi, 3 000 ayağı bağlı forsanın temel inşaatında çalıştığını yazar. Sayıları abartılmış olsa da esirlerin temel inşaatında çalıştıkları anlaşılıyor.
Ö. Lütfü Barkan’ın, Süleymaniye Camii ve ımareti ınşaatı adlı eserinin birinci cildinde belirtildiğine göre; çalışanların yüzde 54,85’i serbest işçiler, yüzde 39,93'ü acemioğlanları ve yüzde 5,23'ü esirlerden oluşuyordu. Acemioğlanları şantiyede büyük ölçüde taş ocaklarında ve malzeme nakliyatında çalışmışlardı. Genellikle gemilerin forsaları olan esirler de malzeme nakliyatında çalışmışlardı. Çoğunluğu acemioğlanlarından oluşan düz işçilerin dışında bennalar (duvarcı), sengtıraşlar (taş yontucu), en büyük usta grubunu oluşturuyordu. Neccarlar (marangoz), haddadlar (demirci), nakkaşlar (ressam), camgerler (camcı), sürbgerler (kurşun döşeyici), lağımgerler (patlayıcı kullanarak kuyu ve dehliz açanlar) başlıca ustalardı. Fakat hamallar, atlı hamallar, arabacılar, ırgatlar, peremeciler, ambarcılar, yemek pişirenler, bazı işleri götürü olarak alanlar ve daha pek çok sıfatta çalışanlar vardı.
Külliyenin inşasında hem Müslümanlar hem de gayrımüslümler görev almıştı. Duvarcıların 11/17’si Hıristiyan, kireç ocağı işletenler Rum, sengtıraşların 10/11’i Müslüman, marangozların 2/3'ü Müslüman, nakkaşların 5/6’sı Müslüman, lağımcıların çoğu Hıristiyan, demircilerin 5/6’sı Hıristiyan, camcıların çoğunluğu Müslüman, kurşun kaplamacıların tümünün Müslüman olduğu hesaplanmıştı. Lağımcılar ve ocaklardan taş kesenlerin (karhengci) daha çok Rum olduğu saptanmıştı. Tümel toplamda Müslüman ve Hıristiyan işçi sayısı hemen hemen birbirine eşitti. ınşaatta çalışmaların yoğun olduğu yaz aylarında çalışanların günlük ortalaması 2 000’in üzerindeydi, bu rakam zaman zaman 3 000’e kadar çıkıyordu.

Hazirlayan Gulten Abdula

▲ Cuprins ▲ İçindekiler ▲ Contents ▲

ATA bizimledir

Çocuklarımız ve gençlerimiz yeti?tirilirken onlara bilhassa varlığı ile, hakkı ile, birliği ile çeli?en bütün yabancı unsurlarla mücadele lüzumu ve millî dü?ünceleri tam bir imanla her mukabil fikre kar?ı ?iddetle ve fedakârâne müdafaa zorunluluğu a?ılanmalıdır. Yeni neslin bütün ruhsal kuvvetlerine bu özellik ve kabiliyetin zerki mühimdir. Daimî ve müthi? bir sava? ?eklinde beliren milletler hayatının felsefesi, bağımsız ve mesut kalmak isteyen her millet için bu yüksek özellikleri ?iddetle istemektedir.

1921 Mustafa Kemal Ataturk

BÜYÜYEN ATATÜRK

Şimdi sen Akdeniz’de
Yükselen dalga dalga,
Bakışlarının rengiyle mutlu,
Uçan rüzgârlarla hür.
Şimdi sen Edirne’de, Sivas’ta, Ardahan’da,
Şimdi ızmir’de, Afyon’da, Van’da…
Yükselen dağ dağ, serilen yayla yayla,
Düşünen köy köy, kasaba kasaba
Nefes alan her canda.
Şimdi sen tarlalarda
Boy atan buğdaylarda,
Saçlarının ışıklarıyla zengin
Büyüyen vatan çiçeklerinde,
Büyüyen yüreklerimizde
Fetheden gelecek günleri, fetheden düşünceleri
Tek bir sevginin aydınlığında.

Ahmet KÖKSAL

GÖKYÜZÜ

Kol kanat germişsin üstümüze
Dünyanın atlas örtüsü
Evrenin pırıl pırıl aydınlığında
Yıldızları kucaklayan gökyüzü
Kim bilir ne kadar güzel yücelerden
Seyretmek insanların koşuşmasını
Avuç avuç yıldızlar takınıp
Rüzgârın dağ tepe dolaşmasını.
Ne zaman masmavisin lekesiz bulutsuz
Küçücük serçeler uçuşur durur
Çaylaktan atmacadan korkusuz
Sen kararınca işler hep altüst
Gümüş gümüş ışıklarla yüz gülen
ıçimize huzur veren mavi mavi
Daima gülümse üstümüzde
Sakın kararma e mi!

Sabih ŞENDİL

AÇIK PENCEREDEN

Açık penceremden
Solgun bir sonbahar öğle sonrası
Çankaya sırtları, Dikmen görünüyor
Yabani bir ördek sürüsü geçiyor yüksekten
Lodosun sürüklediği bir iki bulut parçası
Sokaktan gelen seslere bakılırsa
Çocuklar okuldan çıkmış olmalı
Bu geçen herhalde Kayaş treni
Bunlar hep aylardır uzak kaldığım
Günlük, sade hayatın gürültüleri
Ne çabuk geçti o günler
Suların pırıltısı gibi
Aklıma bir tek halin gelmiyor
Yeni taşınmışım gibi odamın
Dağınık ve sıkıcı gündüzki hali
Kavaklar uçlarından sararmaya başladı
Sıra söğütlere, atkestanelerine gelecek
Ama ilk yağan yağmurlardan beri
Kırlar yeşeriyor günden güne
Gitgide kabarıyor çay yatakları
Seneye daha boylu göreceğiz aynı ağaçları
Yaban ördekleri şüphesiz dönecekler
Çocuklar sınıf değiştirecek okullarında
Ben de herhalde geçen zamanla
Yavaş yavaş alışırım odama

Necati CUMALI

▲ Cuprins ▲ İçindekiler ▲ Contents ▲

İzmir Kitap Fuarı’nda «Barış»

TÜYAP Tüm Fuarcılık Yapım A.Ş ve ızmir Büyükşehir Belediyesi’nin işbirliğinde düzenlenen „8. TÜYAP ızmir Kitap Fuarı” 12 Nisan’da başlıyor. Ana teması ”Barış” olarak belirlenen fuar 20 Nisan’a kadar sürecek. Fuar kapsamında 63 konferans, söyleşi ve açık oturuma konuşmacı olarak 181 yazar, gazeteci, sanatçı, araştırmacı ve politikacı katılacak. ımza günlerinde de 400 yazar okurlarıyla buluşacak.
Fuar, Ekin Koleji öğrencilerinin sergileyeceği ‘’Kitap ve Barış’’ temalı drama gösterisinin ardından TÜYAP Kitap Fuarları Danışma KuruluBaşkanı Doğan Hızlan’ın katılacağı açılış töreni ile başlayacak. Fuarda bu yıl TÜYAP tarafından düzenlenen Cihan Demirci’nin eserlerinden oluşan „25. yıl” ve Semih Poroy’un eserlerinden oluşan „Savaş karikatürleri” sergileri açılacak. Geçen yıl 160 bin kitapseverin ziyaret ettiği fuar 11.00-19.00 saatleri arasında açık kalacak.

▲ Cuprins ▲ İçindekiler ▲ Contents ▲

AHMET KABAKLI
II. YAZI HAYATI

Ahmet Kabaklı’nın yazı hayatı daha 22 yaşında üniversite öğrencisi iken 20 kasım 1946 tarihinde Son Saat gazete-sinde „Yunus Emre mi Yalan Söylüyor, Gölpınarlı mı?” başlıklı tenkit yazısıyla başlamıştır. 1947 yılından itibaren „Hareket”dergisinde „Ayın Hercümerci” başlığıyla polemik,mizah ve hiciv yazıları yazmıştır. Diyarbakır’da öğretmenliği sırasında „Karacadağ” dergisini yöneten Kabaklı giderek şiir ve yazılarıyla edebiyat camiasında tanınmıştır. Hareket ve Karacadağ dergilerinden başka Bizim Türkiye, Hisar, ıstanbul, Çağrı, Türk Folklor Araştırmaları, Kubbealtı Akademi Mecmuası, Mavera,Pınar, Kültür ve Sanat, Türk Edebiyatı gibi dergilerde de şiirler, makaleler yazmaya devam etmiştir. Asıl ününü Türk basınında duyuran Ahmet Kabaklı, Son Saat, Tercüman, Yeni Haber ve Türkiye gibi gazetelerde idarecilerin ve geniş halk kitlelerin dikkatlerini uyandıran kültür hayatımız ile ilgili konularda yirmi binden fazla fıkra ve makale yazmıştır. Tercüman gazetesinde-ki yazıları önce „Fıkra Müsabakamızın Birincileri” başlığı altında yarışmayı kazanan diğer iki birinciyle birlikte aynı köşede dönüşümlü yayımlanmıştır. Eğitim stajı yapmak üzere Paris’e gitmesi sebebiyle yazılarını aralıklarla da olsa „Uzaktan Uzağa” başlığı altında okuyucusuyla buluşturmuştur. Bu ayrılık devresinde gazeteye Paris’ten Paris Notları, Paris Mektupları başlıklarıyla yazılar yazmıştır. 1959 yılında Ankara Hukuk Fakültesi’nden mezun olmuştur. Avukatllık yapmaya başlamış, tam bu sırada gazete el değiştirmiş ve yeni sahibi Nihat Karaveli kendisinden gazeteye yazmasını istemiştir. Bu teklifi kabul eden Kabaklı, Tercüman’da 1961 yılından itibaren „Gün Işığında” adlı köşesinde yazmaya devam etmiştir. Tercüman gazetesinin sahiplerinin değiştiği dönemlerde milliyetçi fikirlerinden dolayı zaman zaman sıkıntılar yaşımış, aynı zamanda tam iki sene yazdığı yazılardan hiç para alamamıştır. 11 Ekim 1961 tarihinde Tercüman’ın ortakları arasına Kemal Ilıcak ‘ın imtiyaz sahibi olmasıyla birlikte diğer kalem arkadaşlarıyla „memleketi onarma ve kötülerden kurtarma mücadelesi ” ne girmiştir. Gazete milliyetçi-muhafazakâr bir çizgi izlemeye başlamış ve okuyucu sayısı daha da artmıştır. Kabaklı yazılarıyla Türk milletinin bilhassa gençliğinin kalbinde yer etmiştir.1Şubat 1988 tarihinde tekrar yazmaya başladığı Tercüman’daki yazı hayatı 2 Mart 1991’de son bulmuştur. Kabaklı, 19 Mart 1991’den itibaren Türkiye gazetesinde „Gün Işığında” adlı köşede yazmaya başlamıştır. Bu süre 19 Kasım 2000 tarihine kadar devam etmiştir. Türkiye gazetesindeki son yazısı „Damda Deve Aranır mı?” olmuştur.
Ahmet Kabaklı, 1970 yılında Türk milletinin fikir, sanat ve edebiyat sahasında millî çizgiler içerisinde gelişmesine çalışmak ve genç kabiliyetleri desteklemek için zamanın ilim ve fikir hayatının tanınmış kişileri ile birlikte Edebiyat Cemiyeti’nin kurulmasına öncülük etmiştir. Kurucular arasında Nihat Sami Banarlı, Mehmet Kaplan, Oktay Aslanapa, Ekrem Hakkı Ayverdi, Tahsin Banguoğlu gibi daha bir çok siyasetçi, şair ve yazar vardır. 1978 yılında Türk edebiyatını, sanatını, kültürünü ve bunlara mensup şahsiyetleri tanıtmak ve güçlendirmek gayesiyle Ahmet Kabaklı’nın öderliğinde Meşkure Kabaklı, Rıfat ızzet Çokum, Çokum, ıskender Öksüz, ısmail Gerçeksöz’ün kurucu üyelikleriyle Türk Edebiyatı Vakfı kurulmuştur. Ahmet Kabaklı, vafkın başkanlığına getirilmiş ve bu görevini ölene kadar sürdürmüştür. Kitaplarından bir bölümünü vakfa bağışlayan Ahmet Kabaklı’nın bu eserleri ile vakıf bünyesinde Ahmet Kabaklı Kütüphanesi kurulmuştur. Yayın faaliyetine de girişen vakıfta bugüne kadar kırk sekiz adet eser neşredilmiştir. Edebiyat Cemiyeti zama-nından beri süren edebiyat, sanat, kültür ve fikir hayatımızın önemli konularının konuşulduğu ve tartışıldığı ve gelenekli hâle gelen Çarşamba Sohbetleri, Türk EdebiyatıVafkı bünyesinde günümüzde de ilk günlerdeki heyecanıyla geniş dinleyici kitlelerine hizmetini sürdürmektedir.
Ahmet Kabaklı’nın öncülüğünde çıkartılmaya başlayan ve başyazarlığını yaptığı Türk Edebiyatı dergisi 15 Ocak 1972’den beri yayın hayatına devam etmektedir. Türkiye’nin en uzun soluklu fikir, sanat ve edebiyat dergileri arasında yerini alan Türk Edebiyatı dergisi o öldüğünde 328. sayıya ulaşmıştı. Kabaklı’nın derginin 328. sayısındaki son yazı „Saraybosna’dan Mostar’a” başlığına taşımaktadır. Dergi yayın hayatına başladığı günden beri edebiyatta millîlik çizgisini sürdürmektedir. Ahmet Kabaklı, Türk Edebiyatı dergisi etrafında toplanan gençlere sahip çıkmış ve günümüzde edebiyat ve kültür hayatımıza hizmet eden genç bir edebiyatçı, şair, yazar grubunun yetişmesine de vesile olmuştur. O, Türk fikir, sanat, edebiyat dünyası ve meslek kuruluşları tarafından kararlı ve uzun soluklu, doğru bildiklerini anlatmaktan ve yazmaktan çekinmeyen yönleriyle daima takdir edilmiş ve ödüllendirilmiştir. Aldığı sayısız plaket, şükran belgeleri ve ödüllerden bazıları şunlardır: „Bürokrasi ve Biz” adlı kitabıyla Milli Kültür Vakfı’ndan Fikir ödülü, günümüzde 20ç baskıya ulaşan „Temellerin Duruşması” adlı eseriyle Türkiye Yazarlar Birliği’nden, Fikir ödülü; „Mevlana” adlı eseriyle Selçuk Üniversitesi ve Konya Turizm Derneği’nden Edebiyat ödülü, „Sohbetler I-II” kitaplarıyla Kayseri Yazarlar Birliği’nce Erciyes Dergisi Edebiyat ödülü; Ülkücü Gazeteciler Cemiyeti Yılın Gazetecisi 1978-1979 Fıkra Dalı Başarı Armağanı ödülü almıştır. Kendisi için en anlamlı ödüllerden birisi de, 14 Aralık 1996’da Aydınlar Ocağı’nın önderliğinde, 55 gönüllü kuruluşun katkıları ve geniş bir davetli toluluğunun katılımıyla Atatürk Kültür Merkezi’nde verilen „Şeyhülmuharririn” unvanı olmuştur.
Kendisine verilen bu paye ile ilgili duygularını Kabaklı, „sırtımıza giydirilen şeref hırkası, sizden ailemize, torunlarımıza, öğrencilerimize sunulan paha biçilmez bir armağandır” diyerek ifade etmiştir. Bu toplantıda Prof. Dr. Abdülkadir Donuk’un teklifiyle ve dönemin Milli Eğitim Bakanı Prof. Dr. Mehmet Sağlam’ın söz vermesiyle Kabaklı’nın adı, öğrenim gördüğü ve uzun yıllar hocalık yaptığı Çapa Yüksek Öğretmen Lisesi’ne verilmiştir. Ancak daha sonra, yaşamakta olan kişinin ismi müesseselere verilemeyeceği bahanesi ile bu uygulamadan vazgeçilince bu durum Kabaklı’yı çok üzmüştür. Çünkü aynı tarihlerde doğup büyüdüğü ve gelişmesi için çok gayret sarfettiği Elazığ’da Anadolu Öğretmen Lisesine kendisinin adı verilmiş olup, bu okul halen Kabaklı’nın ismiyle anılmaktadır. Ayrıca Fırat Üniversitesinde bir amfiye de onun adı verilmiştir. Her zaman, yaşayan Türkçenin koruyuculuğunu yapan ve engin bilgi birikimiyle dilimizin gelişmesine hizmet itibaren Türk Dil Kurumu asil üyeliği yapmıştır.

Sayfayı hazırlayan: Nurcan ıbraim

▲ Cuprins ▲ İçindekiler ▲ Contents ▲

TRADIŢII ŞI OBICEIURI

NUNTA

Nunta, moment existenţial important în viaţa personală şi a comunităţii, moment iniţiatic în viaţa cuplului şi pRim început al acomodării bărbatului cu femeia, se bucură de fireasca consideraţie în tezaurul de experienţă şi viaţă trăită al cuplului.
În satele turceşti nunţile erau onorate de toţi locuitorii. Era un prilej de bucurie, de destindere, de veselie şi de satisfacţie şi, mai ales, de întărire a coeziunii comunităţii.
Tinerii necăsătoriţi cărora cândva, până prin anii 40 – 50, li se hotăra perechea de către părinţi, azi hotărăsc, după voia inimii, momentul pierderii stării de celibat şi al alegerii iubitei, iubitului. Alegerea şi înţelegerea directă dintre mire şi mireasă este ceva obişnuit, firesc. Iar în ce priveşte mai ales tinerii, ei au început să se căsătorească şi cu persoane de altă religie şi de altă naţionalitate. Este interzisă, din motive de „necoagulare a sângelui”, de teama unor prunci rahitici, distrofici, nesănătoşi, căsătoria dintre un băiat şi o fată dacă aceştia sunt rude după tată până la al şaptelea grad, sau rude după mamă până la al treilea grad.
Fata este cerută în căsătorie, iar acceptul duce la logodnă (nıţan) şi apoi la cununie (nikâh). La turcii dobrogeni, cu ocazia logodnei, se rostesc cuvintele: „Cum Allah este Unul şi cuvântul dat este unul”, în sensul că trebuie respectat (Söz bir Allah bir). Astfel că, invocarea numelui lui Allah Atotputernicul şi Milostivul este o confirmare a stabilităţii legăturii asupra căreia s-a convenit de către cei doi tineri şi cele două familii, în deplină cunoştinţă de cauză şi bună înţelegere. Cununia oficială, în zilele noastre, se face înaintea cununiei religioase.
Cu prilejul înţelegerii sau a logodnei se face şi un schimb de daruri între cele două familii.
Nunta (Düğün, Toy) durează o zi, trei sau chiar o săptămână. La sate, invitaţia la nuntă se făcea de către o femeie vârstnică cu situaţie materială precară, bună cunoscătoare a membrilor comunităţii. Cei veniţi la nuntă din alte localităţi sunt întâmpinaţi cu muzică, cu „daulă şi zurna”, sunt ospătaţi, plimbaţi, bine trataţi.
La casa miresei are loc „Kîna Gecesi” şi ceremonia îmbrăcării miresei cu rochie albă de mireasă, gătirea ei cu bijuterii şi alte podoabe. La casa mirelui are loc „bărbieritul mirelui”, ceremonie care marchează despărţirea mirelui de burlăcie. Ceremonialurile sunt prilej de distracţie, veselie, sunt saturate cu glume antrenante şi muzică tradiţională sau modernă. Cântecele tradiţionale de nuntă, interpretate vocal sau instrumental sunt: Gelin alma havaları (cântece legate de luarea miresei din casa părintească), Berber havaları (cântece despre bărbierit), Güvey havası (cântecul mirelui), Muabbet havaları (cântece de prietenie, de solidaritate), Sevda türküleri(cântece de dragoste), Keyif türküleri(cântece de petrecere), Oyun türküleri(cântece de joc), Dare darbuka havaları (cântece la dairea ţi darbuka – instrumente tradiţionale turceţti).
Sosirea miresei la casa mirelui se sărbătoreşte cu fast. Mireasa sărută socrii. Urmează festivitatea mesei mari cu toţi invitaţii într-un spaţiu special amenajat şi, mai nou, la restaurant. Dimineaţa, la sfârşitul petrecerii, se serveşte ciorba de burtă (iţkembe çorbası), iar noua pereche pleacă în luna de miere.
La nunţile tradiţionale ale turcilor dobrogeni, în prima zi de vineri, zi sfântă la turci, avea loc o ceremonie dedicată miresei şi femeilor din acea comunitate. Scopul ceremoniei era prezentarea în public a miresei, însoţită de felicitările de rigoare, dar şi reiterarea anunţului că mireasa a fost virgină, ca dovadă a respectării regulilor morale. În următoarea săptămână sunt invitate şi fetele, îndeosebi cele prietene sau vecine ale miresei.
În timpul ceremoniilor legate de căsătorie se folosesc obiecte, gesturi, acţiuni şi simboluri ca: şerbetul, pâinea, zahărul, orezul, bocceaua, lumânările, oglinda, dezvelirea lucrurilor acoperite, vopsirea cu Kîna-ua, cişmeaua, cifrele 3, 7, 20, 40, ungerea cu ulei, călcarea reciprocă a mirilor pe picioare, sărutarea măinilor soacrei, ospătarea musafirilor şi nelipsitul Coran.
Tradiţia tokuz geleneği, bocceaua cu nouă daruri ce revine la alaiul mirelui, întâlnită la vechii turci, dar şi azi, rotirea, „dansul” unei găini sau a unui cocoş pe capul miresei pentru alungarea duhurilor, aruncarea cu bani, cu orez, cu grâu, cu flori asupra miresei pentru a aduce belşug, prosperitate tinerei sau vărsarea apei în cele patru colţuri pentru a feri casa de duhuri rele, sunt câteva din tradiţiile ce încă se mai păstrează, dar sporadic.
Piesele din zestrea fetei: saltea, plapumă, aşternuturi, perne, prosoape şi ştergare înflorate, batiste, obiecte casnice, de bucătărie, inclusiv – azi – covoare, mobilă, lustre, se adaugă obligaţiei bărbatului – soţ de a avea o casă şi de a-şi putea întreţine soţia şi viitorii copii sunt elemente pentru ca noua familie nou închegată să trăiască pe propriile picioare.

Prof. univ. dr. Ibram Nuredin

▲ Cuprins ▲ İçindekiler ▲ Contents ▲

ŞTIRI

▲ Cuprins ▲ İçindekiler ▲ Contents ▲

română / türkçe: · română ·
türkçe
ediţia / autorul: · ediţia ·
autorul
alegeţi:
revista tipărită:
Aprilie 2003
legături: