U.D.T.R. CANDIDEAZĂ PE LISTE PROPRII ÎN LOCALITĂŢILE:
▲ Cuprins ▲ İçindekiler ▲ Contents ▲
MUFTIATUL Cultului Musulman din România, cu sediul în Constanţa B-ul Tomis nr.41, anunţă:
organizarea de alegeri pentru funcţia de Muftiu, în conformitate cu hotărârea luată de către Sura-i İslam, în conformitate cu hotărârea luată de către Sura-i İslam – nou constituit.
Candidaţii la postul de Muftiu trebuie să îndeplinească următoarele condiţii:
Cererile se depun la sediul Muftiatului în termen de 30 de zile, începând cu data de 01 iunie 2000 – data afişării anunţului.
Candidaţii la postul de Mutiu vor depune un dosar în care vor include: o cerere, diploma de studii, autobiografia, o copie a buletinului de identitate şi 2 (două) fotografii (tip paşaport).
Informaţii suplimentare se pot obţine la tel. 041/611390
▲ Cuprins ▲ İçindekiler ▲ Contents ▲
23 Nisan Türkiye’de Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı olarak her yıl kutlanmaktadır. Bu bayram kutladığımız milli bayramlardan birisidir. Çocuk bayramı kutlamalarını ilk uygulayan ülke Türkiye’dir. Bu da milletimizin geleceği olan çocuklarımıza verdiğimiz değeri göstermektedir.
Bu günün küçüğü olan çocuklarımız yarının büyüğü olarak ülkeyi idare edecekler, barışı koruyacaklar, sevginin yeşermesini, kardeşliğin tesisini sağlayacaklardır. I. Dünya Savaşı sonrasında Osmanlı Devleti „düşmanlarca işgal edilmiştir. Bu işgale son vermek amacıyla, Mustafa Kemal Paşa’nın önderliğinde, 19 mayıs 1919 tarihinde, Samsun’da başlayan“ Milli Mücadele hareketi, Amasya, Sivas, Erzurum Kongrelerini yaparak ülkemizden düşmanları kovmak üzere milli güç oluşturdu. Bu arada Osmanlı Devletini yöneten Osmanlı Hükümeti ve padişadişahın düşmanları yurttan kovmak için yapacak bir şeylerinin bulunmadığı ortaya çıktı.
Istanbul’da toplanan son Osmanlı meclisi, işgal altındaki başkent Istanbul ‘da rahat çalışamıyordu. Düşmanların baskısı altında ülkeyi kurtarma çalışmalarını yapamıyorlardı. Bu tehlike karşısında Anadolu’da düşman işgali altında bulunmayan güvenli bir şehirde meclisin toplanması gerekiyordu.
Bu sırada Sivas Kongresinde kurulan „Heyet-i Temsiliye“ Halk temsilcileri Ankara’da, güvenli şehirde bulunuyordu. Atatürk’ün önderliğinde oluşturulan halkın temsilcileri ile son Osmanlı meclisinden, (Istanbul’dan) Anadoluya kaçabilen milletvekillerinden oluşan Türkiye Büyük Millet Meclisi 23 Nisan 1920, bir cuma günü Ankara’da toplandı. Bu meclis, milletin yönetimine el koyarak. Kurtuluş Savaşının kazanılmasını sağlandı. Milletin istiklalını kazanmasını sağlayan bu meclisin kuruluş yıldönümü „23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı“ olarak kutlanmaktadır.
Bu günü ulu önder Atatürk Türk çocuklarına armağan etmiştir, Türk çocukları da, atalarının „yurta barış, dünyada barış“ sözünü hiç unutmuyor. Türk çocukları ulu önder Atatürkün izinde, ilkelerinin ve inkılâplarının bekçisidir.
İlk yıllarda Türkiye Radyo ve Televizyon Kurumu önderliğinde bütün dünya çocukları Türkiye’ye davat edilmekteydi. Türk çocukları başta dostumuz Romenlerin çocukları olmak üzere başka ülkelerden gelen çocukları hafta boyunca evinde misafir etmektedir. Türk misafirperverliğini göstermektedir. Gelen misafir çocuklar başta Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı olmak üzere, Başbakanı, Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanını ziyaret ederler, çeşitli hediyeler alırlar ve verirler.
Ayrıca bölgedeki turistlik ve tarihi yerleri gezerler. Her ülke çocukları 23 Nisan Bayramı kutlamaları süresince dans ve folklor gösterisi yaparlar. Birbirlerini tanırlar. Çocuklar kendi ülkelerine dönerken Türk kardeşlerinden ayrıldıkları için gözyaşı dökerler, ayrılmak istemezler. Çünkü rüya gibi bir hafta geçirmişlerdir. Sevgi ve barışı yaşamışlardır. İnanıyorum ki; dünya barışına bu çocukların hizmeti büyük olacaktır.
Türk çocukları bir günlüğüne sembolik de olsa kimisi Cumhurbaşkanı, kimi Başbakan, kimi Bakan, kimi vali koltuğuna otururlar, ülke yönetimine geçiyorlar. Cumhurbaşkanı başta olmak üzere devleti yönetenler çocuklara koltuklarını severek bırakıyorlar. Çünkü yarın ülkeyi bu çocuklar yöneteceklerdir. Zaman çok çabuk geçiyor. Çocuklar hemen büyüyor. Bunun için çocuklara iyi bir eğitim vermeliyiz.
Önce iyi bir aile terbiyesi almış, kaliteli eğitimle yetişmiş, kendisi ve başkası ile barışık, bilgisayar kullanabilen, internetle bilgilere kolaylıkla ulaşabilen, uluslararası bir iletişim dili olan Türkiye Türkçesi yanında batı dillerinden en az birini çok iyi konuşabilen, yurtseverlik duygusu ile yüklü bir yürek, barış için çarpan bir kalp taşıyan hoşgörülü çocuk 21. yüzyıla hazır demektir.
İnanıyorum ki dünya barışını da bu çocuklar sağlayacaklardır. Bölgenin ve dünyanın huzura ve barışa ihtiyacı var, hepinize barış dolu bir dünya diliyorum.
Namık Kemal YILDIZ
Köstence Ovidius Üniversitesi Türkoloji okutmanı
▲ Cuprins ▲ İçindekiler ▲ Contents ▲
Hollanda, PKK’nın sözde Başkanlık Konseyi üyelerinden Murat Karayılan’ın 14 Kasım’da yaptığı siyasi sığınma başvurusunu reddetti. Karayılan’ın sığınma talebini görüşen Hollanda Adalet Bakanlığı Temyiz mahkemesi’nin verdiği ret yanıtında, Hollanda Içişleri Bakanlığı ile istihbaratından gelen raporların etkili olduğu belirtildi.
Kararda, Karayılan’a sığınma hakkı verilmesi durumunda, çok sayıda teröristin bu ülkeye gideceğinin anlaşmasının ve Türkiye’nin, Karayılan hakkında Hollanda Adalet Bakanlığı’na gönderdiği, 350’den fazla kişinin ölümünden sorumlu olduğu, 86 PKK’lının infaz emrini verdiğini içeren suç dosyasının da etkisinin bulunduğu bulunduğu bildirildi. Karayılan’ın avukatının bir üst mahkemeye başvuracağı öğrenilirken, bu başvurudan da bir sonuç çıkmayacağı ifade ediliyor.
Öte yandan, „Fransa’da yasak olan bir terör örgütüne“ katılmak ve esnaftan haraç toplamak suçundan Paris 14. Ceza Mahkemesi’nde yargılanan altı PKK’lı 18 ay ile dört yıl arasında değişen ağır hapis cezalararına çarptırıldı.
Hürriyet – 31 mart 2000
Genelkurmay Başkanı,Orgeneral Hüseyin Kıvrıkoğlu, Karadeniz’e kıyısı olan ülkelerin deniz kuvvetleri komutanlarına „barış için ortak güç“ kurulmasını önerdi.
Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hüseyin Kıvrıkoğlu, Karadeniz’e kıyısı bulunan ülkelerinin savaş gemileriyle oluşturulacak, çokuluslu bir deniz gücünün (Blackseafor) kurulmasını, Türkiye’nin aktif olarak desteklediğini söyledi.
Deniz Kuvvetleri Komutanlığı’nın ev sahipliğinde, Karadeniz’e sahildar ülkelerin deniz kuvvetleri komutanlarının katıldığı, Harbiye Askeri Müze ve Kültür Sitesi’ndeki „Karadeniz Deniz Kuvvetleri Komutanları Toplantısı“ 17 Nisan da sona erdi. Kapanış oturumuna denizci üniformasıyla“ onur konuğu olarak katılan Kıvrıkoğlu, dünyada, silahlı kuvvetlerin kendi aralarındaki işbirliği girişimlerinin yeni bir imkan olduğunu belirterek şunları söyledi:
„Karadeniz’de kapsamlı bir işbirliliğini gerçekleştirmek için deniz trafiğinin kontrolü, seyrüsefer güvenliği, çevre kirliliğinin kontolü, arama-kurtarma, insani yardım, balıkçılığın kontrol ve korunması gibi alanlarda müşterek olarak hareket edilmesi gerekmektedir. Çokuluslu Balkan-Barış Gücü ve Karadeniz Deniz Işbirliği görev Grubu gibi bölgesel girişimlerin AGIT, NATO ve BAB, BM gibi diğer kuruluşların çabalarını kuvvetlendireceğine, bölgede barış ve istikrarın artırılması için elverişli bir ortam yaratacağına, dünyanın istikrarsız bölgeleri için güzel bir örnek teşkil edeceğine gönülden inanmaktayım“ dedi.
SERHAT OĞUZ / Istanbul
(Miliyet/ 21 Nisan 2000)
▲ Cuprins ▲ İçindekiler ▲ Contents ▲
Rusya bir dünya imparatorluğudur. Onun köle haline getirmiş olduğu halklara çektirdiği zulüm, yeni bir küstahça çağrı ile dünya kamuoyunu tekrar meşgul ediyor.
Rusya, çirkin “bölünmez ve bütün arazi” maskesinin arkasına saklanarak, saldırgan hegemonya amacıyla, yeni bin yılın eşiğinde, müslüman Kafkas halklarına karşı geniş çaplı soykırım cinayetini işlemiştir. Rus ordusu 1999 yılının ikinci yarısında, kendi milli ve dini gelenekleriyle yaşamak isteyen, Dağıstan köylerinde yaşayan masum insanları, gerçek manada imha etmiştir. Rusya, kan kokusunu almış, bununla yetinmeyerek, uluslararası anlaşmaları ihlal edip, tüm dünyanın gözleri önünde bu korkunç cinayeti işlemiş, Çeçen İçkeriya Cumhuriyetine karşı geniş çaplı askeri saldırıyı gerçekleştirmiştir. Çeçen gönüllülerine karşı geliştirilen en son teknoloji ürünü imha silahlarını deneyen Rusya, arazi bakımından küçük olan ÇİC’ye karşı askeri gücünün bütün olanaklarını kullanmıştır. Çeçen halkını “terörizm” ve “bölücülük”le suçlayan Rusya, kendi devlet politikasını en uç ve acımasız yönüyle terör üzerine kurmuştur. Rusya 1999 yılının ikinci yarısında ve 2000 yılının ilk çeyreğinde “Antiterör operasyonlar” bahanesi ile, Çeçen yerleşim birimlerini kütlevi roket – bomba ve top ateşine tutmuş ve bunun sonucunda da Çeçen İçkeriya Cumhuriyeti’nin onlarla kentini ve köyünü yıkmış, ülkenin başkenti olan Coharkale kentini yerle bir etmiş, binlerce günahsız ÇİC vatandaşını öldürmüştür.
Günümüzde sosyal – insani felaket ölçülerine gelmiş bu trajedinin boyutu II Dünya Savaşının dehşetlerini anımsatıyor ve yalnız Hitler faşizminin Yahudi halkına karşı gerçekleştirdiği soykırımla kıyaslanabilir. ÇİC’yi işgal eden ve acımasız yıkımı yapan Rusya, kendi saldırgan içyüzünü dünyanın gözleri önünde sergilemiş ve genel kabul görmüş insani değerlere karşı olan saygısızlığını açık ve hayasızcasına beyan etmiştir. Batıdan alacağı milyar dolarlık krediler için, son on yıl boyunca taktığı liberal-demokrat maskesini çıkaran rus emperyalizmi, kendi iç rejiminin gaddarlaşması sonucu, açık – saldırgan dış politikaya geçiş yapmıştır. Rusya, uygar dünya ülkelerinden farklı olarak, kendi himayedarlarını örnek alarak, Kosova Arnavutlarının soykırımını gerçekleştiren, Yugoslavya’daki eli kanlı Miloşeviç rejimini açık bir şekilde desteklemiştir. Rus yöneticiler, eski imperya geçmişlerinin nostaljisiyle, işgalden kurtulan komşu Baltık devletlerine karşı, açık düşmanlık politikası yürütüyorlar.
Rusya, insanlık karşıtı politikasının gereği olarak, dünyanın en acımasız dikta rejimleriyle işbirliği yapıyor ve silah güçleri ile uluslararası siyaseti, yani diğer toplumları kontrol altına almaya çalışıyorlar.
En son geliştirilen yıkıcı silahlarla donanmış, bu acımasız dünya imparatorluğunun politikaları, günümüz insanlığı için ciddi tehlike arz ediyor. İmperya totalitarizmi ile yönetilen Rusya, hızlı bir şekilde açık faşist diktatörlüğü doğru geçiş yapıyor, hem kendi işgali altında bulunan halklara, hem de kontrolü altında bulunmayan komşu devletlere karşı bir sonraki düşmanlık faaliyetine hazırlanıyor.
Özellikle bu gün için konuşursak, Rus silahlı güçleri, BDT üyesi olan güney cumhuriyetlerinde kendi askeri saldırılarını güçlendirmek amacıyla, geniş çaplı askeri tatbikatlar yapıyor. Rus generallerinin beyanlarına göre, bunun da bahanesi yine komşu müslüman devletlerdeki milli – demokratik hareketler ve “uluslararası terör tehlikesi”dir. Bu konuyla ilgili olan en önemli husus, rakipleri arasından rasgele seçilmiş bir ülkeye ilk nükleer saldırıyı da göz ardı etmeyen, yeni Rus askeri doktrinidir. Rusya’nın saldırgan işgal politikasının dünya uygarlığını imha edeceği tehlikesini farkeden Dünya Türk Gençler Birliği (DTGB), kendi bünyesinde temsil ettiği demokratik topluluklar adına, Rusya’nın emperyalist politikasını keskin bir şekilde kınıyor, onun Kafkas’taki faaliyetlerini orada bulunan müslüman halklarına karşı açık soykırım olarak nitelendiriyor.
DTGB, rus emperyalizmiyle ilgili olarak uygulanan müsamahakar politikaları kabul edilemez hesap ediyor ve rus devlet adamlarının, demokratik batı devletlerinin idarecileri ile aynı seviyede kabul edilmelerini protesto ediyor.
DTGB, ÇİC’de İnsan hakları ilkelerinin korunması ve rus saldırganlığını durdurmak amacıyla, BMT’ye üye olan devletleri rusların işgalci faaliyetlerini kınamaya, bu devletin BMT ile ilgili tüm uluslararası kuruluşlara üye olmasını engellemeğe çağırıyor.
Rus idari organlarının yaptıkları insanlık suçlarının titizlikle incelenmesi gerekir. Bu amaç doğrultusunda DTGB, dünya devletlerini Nüriberg örneğinde olduğu gibi acil Uluslararası Askeri Mahkemeyi yapmaya ve müslüman halklara karşı yapılan soykırım organizasyonlarında yer alan tüm rus yöneticileriyle ilgili soruşturma açmaya çağırıyor.
Uluslararası kuruluşlardan davet edilen geniş uzman grubunun eşliğinde gerçekleştirilmesi gereken, bu hukuki süreç gerçekleştirilmelidir.
Bu çalışmaların yardımı ile, demokratik toplumların uluslararası ilişkileri sağlamlaştırılır ve rus emperyalizmi tamamen önlenir. Daha sonra aşamalı olarak Rusya’nın işgal altında bulundurduğu halkların dekolonizasyon (sömürge sisteminin dağılma) sürecine geçilebilir. İnsanlığın yaratıcı demokratik gelişimine yol açacak olan, Rusya’nın demokratikleşme süreci – zamanın kaçınılmaz ihtiyacıdır.
▲ Cuprins ▲ İçindekiler ▲ Contents ▲
Türk Dünyası Yazarlar ve Sanatçılar Vakfı’nın „Türk Dünyası Hizmet Ödülleri“, Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel tarafından Nisan ayında ödül aldı. Çankaya Köşkü’ndeki törende konuşan Demirel, Türk dünyasının birbirini tanıma dediğimiz dünyanın içinde birçok yanlışlıklar vardır. Geçmişinde tahrifat vardır. Bunların hepsinin yeniden düzeltilmesi ve rayına oturtulması lazımdır“ dedi.
In luna aprilie, conducerea UDTR a făcut o vizită de lucru la toate filialele din judeţul Constanţa. Cu acest prilej s-au făcut propuneri pentru candidaţii la alegerile locale şi s-au discutat problemele specifice fiecărei filiale în parte.
4 Haziran 2000 tarihinde yapılacak olan seçimlerden önce Romanya Demokrat Türk Birliği Genel Merkez yöneticileri, Birliğin şubelerini ziyaret ediyor ve Belediye meclisine aday olan soydaşlarımızı destekliyor.
In perioada 12-14 aprilie 2000, a avut loc o întâlnire amicală între echipa naţională de fotbal a juniorilor din Turcia şi echipa de juniori din Constanţa – Romănia.
Tinerii de etnie turcă, membrii Organizaţiei de tineret „Kemal Ataturk“ s-au întâlnit cu cei sosiţi din Ankara, au schimbat impresii, adrese şi amintiri.
Existenţa acestei organizaţii de tineret, precum şi activitatea pe care o duc tinerii noştri din Romînia i-a impresionat plăcut pe oaspeţi.
Türkiye Genç Milli Takımı geldi
16 yaş grubu Türkiye Genç Milli Futbol takımı 12-14 Nisan 2000 tarihleri arasında Romanya Genç Milli takımı ile iki özel maç yapmak için geldiler. Ilk maç Kalatis stadında 12 Nisanda, ikinci maç 14 Nisan – Köstence, Farul stadında oynandı. Her iki maçta dostluk havası içinde geçti. Her iki takıma başarılar dileriz.
▲ Cuprins ▲ İçindekiler ▲ Contents ▲
În perioada 26-28 aprilie 2000, la Medgidia s-a desfăşurat Faza Naţională a Olimpiadei de Limba Turcă. Acţiunea a fost găzduită de Liceul Teologic Musulman şi Pedagogic „Kemal Atatürk“, cea mai reprezentativă unitate de învăţământ a comunităţii turce şi a comunităţii tătare din România.
La această acţiune, organizată ireproşabil de distinsa d-nă dr. Ali Leman, inspector de specialitate în cadrul Ministerului Educaţiei Naţionale, au participat un număr de 36 de premianţi ai fazelor judeţene desfăşurate anterior. Dincolo de premiile substanţiale acordate premianţilor acestei faze de Uniunea Democrată Turcă din România precum şi de U.D.T.T.M.R. şi de Consulatul General al Republicii Turcia la Constanţa, acţiunea a adus satisfacţii spirituale mult mai mari elevilor participanţi la Olimpiadă dar şi cadrelor didactice de limba turcă, ce şi-au văzut realizate dorinţele de a promova spre afirmare copii inteligenţi dar şi înzestraţi cu dragoste faţă de limba propriului neam.
Această acţiune a căpătat un plus de valoare şi distincţie datorită prezenţei la Festivitatea de Premiere a unor distinse personalităţi cum ar fi Excelenţa Sa Hayati Soysal, Consul General al Republicii Turcia la Constanţa, Mustafa Çalışkan, ataşat pe probleme de religie al Consulatului, lector universitar Namık Kemal Yıldız, de la Universitatea „Ovidius“ Constanţa, Ruhan Balgi, preşedinte U.D.T.R., Murat Asan, prim-vicepreşedinte U.D.T.R., Osman Fedbi, deputat în Parlamentul României, Gülten Abdula, vicepreşedinte U.D.T.R. şi alţii.
În încheierea întrecerii atât elevii cât şi profesorii s-au bucurat de o binemeritată excursie la Adamclisi. Vom reveni în numărul următor cu detalii suplimentare.
E. Ibraim
Nr. | Numele (Soyadı) | Prenumele (Adı) | Şcoala (Okulu) | Clasa (Sınıfı) | Punctaj (Aldığı Not) | Premiu (Derecesi) |
---|---|---|---|---|---|---|
01. | Geambaşu | Serin | 30. Constanţa | IV-B | 9,60 | I |
02. | Derviş | Indira | 7. Medgidia | IV | 7,70 | Mansiyon 1 |
03. | Cadâr | Resul | 37. Constanţa | IV | 7,40 | Mansiyon 2 |
04. | Seitmola | Erhan | 30. Constanţa | IV-D | 7,20 | Mansiyon 3 |
05. | Giumacar | Elvin | K. Atatürk | IV | 7,20 | Mansiyon 4 |
01. | Bolat | Nurgel | K. Atatürk | V | 8,50 | I |
02. | Ramazan | Edvin | 3. Medgidia | V | 8,20 | II |
03. | Ziadin | Merdal | K. Atatürk | V | 8,10 | III |
04. | Gelmambet | Farida | K. Atatürk | V | 7,90 | Mansiyon 1 |
05. | Amet | Elif | 7. Medgidia | V | 7,80 | Mansiyon 2 |
01. | Zulchfil | Selciuc | 1. Medgidia | VI | 9,75 | I |
02. | Membet | Laris | K. Atatürk | VI | 9,05 | II |
03. | Teniay | Sevgean | K. Atatürk | VI | 8,95 | III |
04. | Ziadin | Mervin | K. Atatürk | VI | 7,95 | Mansiyon 1 |
05. | Petislam | Elif | 34. Constanţa | VI | 7,55 | Mansiyon 2 |
01. | Menlivuap | Chiufer | K. Atatürk | VII | 10 | I |
02. | Ali | Sinan | K. Atatürk | VII | 9,75 | II |
03. | Abdulacherim | Elfigean | 1. Medgidia | VII | 9,75 | II |
04. | Geambulat | Edis | 30. Constanţa | VII | 9,25 | III |
05. | Gemil | Sena | K. Atatürk | VII | 9,13 | Mansiyon 1 |
06. | Isleam | Sibel | 4. Medgidia | VII | 9,00 | Mansiyon 2 |
07. | Nedgit | Cosliuc | 7. Medgidia | VII | 9,00 | Mansiyon 3 |
08. | Recep | Nida | 2. Medgidia | VII | 9,00 | Mansiyon 4 |
01. | Abdulcherim | Enise | K. Atatürk | VIII | 9,88 | I |
02. | Geafar | Leila | K. Atatürk | VIII | 9,25 | II |
03. | Murat | Nida | K. Atatürk | VIII | 9,00 | III |
04. | Mutalap | Faruc | 8. Constanţa | VIII | 8,13 | Mansiyon 1 |
05. | Agimambet | Indira | 7. Constanţa | VIII | 7,75 | Mansiyon 2 |
▲ Cuprins ▲ İçindekiler ▲ Contents ▲
PRIMA EDIŢIE A OLIMPIADEI DE RELIGIE MUSULMANĂSâmbătă, 4 martie 2000 la Constanţa s-a desfăşurat prima ediţie a Olimpiadei de Religie Musulmană. Această festivitate s-a desfăşurat la sediul Şcolii Generale Nr.12 „Bogdan Petriceicu Haşdeu“. Trebuie să menţionăm că această acţiune a fost iniţiată de d-l Mustafa Çalışkan, ataşat pe probleme de religie la Consulatul General al Republicii Turcia la Constanţa. Tot domnia sa a fost principalul sponsor al acestei manifestări ce doreşte să creeze o stare de emulaţie intelectuală şi spirituală în rândul celor mai buni elevi din cadrul comunităţii musulmane de naţionalitate turcă şi tătară din Dobrogea. Pentru buna desfăşurare a acestei prime ediţii s-a implicat activ Comisia de Învăţământ a Uniunii Democrate Turce din România prin persoana domnului prof. Asan Murat, preşedintele Comisiei de Învăţământ a U.D.T.R. şi totodată prim-vicepreşedintele U.D.T.R. |
BİRİNCİ İSLAM DİNİ OLİMPİYATI4 Mart 2000 tarihinde Köstence 12 numaralı okulda I. İslam Dini Olimpiyatı (Din dersi bilgi yarışması) Köstence Başkonsolosluğu Din Hizmetleri Ataşesi sayın Mustafa Çalışkan’ın, müfettiş Ali Leman başkanlığında 29 Ocak 2000 tarihinde Mecidiye’de yapılan toplantıdaki teklifi ve gayretleri ile Romanya’da ilk defa düzenlendi. Bu önemli faaliyetin sponsorluğunu da Diyanet İşleri Başkanlığı ve Türkiye Diyanet Vakfı üstlendi. |
Ervin İbraim
Romanya Demokrat Türk Birliği Eğitim Komisyonu Sekreteri ve Romanya Milli Azınlıkar Konseyi Eğitim, Bilim ve Gençlik Komisyonu Sekreteri
▲ Cuprins ▲ İçindekiler ▲ Contents ▲
În urmă cu 30 de ani, mai exact la 22 aprilie 1970, câţiva oameni au hotărât eliberându-se de orice egoism, că trebuie să facă ceva, pentru ca acest pământ, atât de frumos, să existe şi după ce ei nu vor mai fi.
Urmându-le exemplul, pentru că acest pământ este al tuturor şi fiecare din noi este răspunzător de sănătatea sa, în acest an 200 de milioane de oameni din 181 de ţări au sărbătorit în oraşele lor această zi încercând să atragă atenţia autorităţilor asupra degradării continue a mediului.
În ţara noastră acestă zi a fost sărbătorită, la iniţiativa teatrului Masca, în Grădina Cişmigiu, locul de întâlnire al tuturor generaţiilor, situată chiar în inima Capitalei Patriei nostre. Organizatorii, care au avut excelenta idee de a organiza această festivitate în cel mai vechi parc al Bucureştilor, au invitat artişti şi formaţii renumite cum ar fi Maria Dragomiroiu, Doru Tufis, Gil Dobrică, Ducu Bertzi, Ro-Mania, Pasărea Colibri dar şi ansambluri ale minorităţilor naţionale. Au evoluat pe scenă şi s-au bucurat de aprecierile unanime ale unui public numeros ansambluri folclorice şi coruri ale turcilor, grecilor, ruşilor lipoveni şi ucrainienilor din România. Uniunea Democrată Turcă din România a fost reprezentată de formaţia „Delikanlılar“, alcătuită din nouă tineri turci care au entuziasmat întreaga asistenţă prin frumuseţea dansurilor şi costumelor prezentate. Pentru a răsplăti cum se cuvine strădania acestor tineri nu putem să nu enumerăm şi numele acestora: Sali Selime, Nermin Eiup, Elis Bolat, Anelis Mutalip, Omer Ilcnur, Beitula Feihan, Hasan Emghil, Elvir Bari şi Veli Elis.
Mulţumim încă o dată Teatrului Mas-ca, precum şi nu-meroşilor sponsori fără de care nu ar fi fost posibilă această acţiune între care Ambasadei Canadei care a susţinut financiar acest program, firmelor Berceni, Erbaşu S.A., Bull, M.G.T. Educational, LUKOIL, Sorion papetărie, S.C. Plevnei, Coca-Cola, ARAMIS, ROMTRANS, SILVA, ALL, imaculate-CLEANERS. Sperăm pe viitor într-o generalizare a acestei sărbători pe tot cuprinsul patriei noastre întrucât toţi avem dreptul la zile însorite şi frumoase însă totodată fiecare purtăm răspunderea pentru sănătatea planetei.
Ervin Ibraim, Nurgean Mustafa
▲ Cuprins ▲ İçindekiler ▲ Contents ▲
Evliya Çelebi kimdir?
Doğum yeri ve tarihi, ataları hakkındaki bilgileri Seyahatnamesi’nden öğrendiğimiz Evliya Çelebi’nin ölüm yeri ve tarihi kesin olarak belli değildir.Saray-ı Hümayün kuyumcubaşısı Derviş Mehmed Zıllı Efendi’nin oğludur. 1648’de, 117 yaşında iken öldüğü rivayet edilen Mehmed Zilli Efendi’nin, II. Selim zamanında Kıbrıs’ın fethinde bulunduğu, Magosa’nın anahtarlarını padişaha sunduğu, I. Ahmed zamanında Kabe’ye taktırılan altın olukları yaptığı ve Sultan Ahmed Camii’nin süslemelerinde çalıştığı söylenmektedir. Evliya Çelebi, soyunun Türkistan’a ve Ahmed Yesevi’ye dayandığını söyler. Yakın ataları Kütahyalı’dır.
Evliya Çelebi, ilk tahsilini sıbyan mektebinde yaptıktan sonra, Unkapanı’nda Hamid Efendi ile Ahfeş Efendi’den yedi yıl ders aldı, dört yıl da Enderun’da okudu. Daha sonra 40 akçe maaşla sipahi zümresine katıldı. Hat ve tezhib öğrendi, Kur’an’ı hıfzetti.
Küçük yaşatan itibaren kendisini imkanları bol,geniş bir çevrenin içinde bulmuş, çok insan tanımış, pek çok olaylara şahit olmuştur. Ömrünün otuz yılını Istanbul’da, geri kalanını seyahatlerde geçirmiştir. Bu gezilerin çoğu, vezirlerin ve paşaların himayesinde olduğu için yarı resmi hüviyettedir. Bu, ona herhangi bir gezginden farklı imkan ve görgüler kazandırmış, çok geniş bir sahada dolaşmasını sağlamıştır.
Kendi anlattıklarına göre, Evliya Çelebi, 1630 Muharreminin Aşure gecesi, Yemiş Iskelesi’ndeki Ahı Çelebi Camii’nde cemaat arasında Hz. Peygamber’i görmüş, heyecanlanarak „Seyahat ya Resulallah“ demiştir. Hz. Peygamber de onu hem şefaat hem de seyahat ile müjdelemiştir. Yine cemaat arasında bulunan Sa’d b. Ebi Vakkas ise seyahatlerinde göreceklerini yazmasını istemiştir. Bunun üzerine önce Istanbul’u, daha sonrada Imparatorluğun bir çok yerini gezmiş ve gördüklerini kaleme almıştır.
Evliya Çelebi, 1640 yılından başlayarak önce Bursa, Izmit, ardından Trabzon ve Kırım’a gitti.
Azak Kalesi’nin fethinde bulundu. 1645 yılında Istanbul’a döndü. Yusuf Paşa ile Yanya seferine katıldı. Erzurum Beylerbeyi Defterzade Mehmet Paşa’ya müezzin ve musahib olarak Erzurum’a gitti ve Anadolu’yu bir baştan bir başa dolaştı. Tiflis ve Bakü’ye kadar uzandı (1647).
Tekrar Istanbul’a döndü. Şam Beylerbeyi Mustafa Paşa ile Suriye’ye gitti. Şam’dan tekrar Istanbul’a geldi. Ertesi yıl, sadrazamlıktan azledilen Melek Ahmed Paşa ile Üzi’ye gitti ve bu fırsattan istifade ederek bütün Rumeli’yi dolaştı. 1671 yılına kadar, arada bir Istanbul’a dönmekle birlikte bütün Rumeli’yi ve bazı Avrupa ülkelerini gezdi. 1671 de hacca gitmek üzere yola çıktı.Batı Anadolu kıyılarını, bazı Ege adalarını ve Ayıntab’ı görerek Mekke’ye ulaştı. Mekke’de iken yakın eyaletler ve ülkeler hakkında bilgiler topladı. Burada sekiz- dokuz yıl kadar kaldı. En son Salihli’ye gelen Evliya Çelebi’nin bu son seyahati oldu.Bundan sonraki hayatı hakkında bir bilgi sahibi olmak mümkün olamamıştır.
Evliya Çelebi’nin gezip dolaştığı ve hakkında bilgi topladığı belli başlı yerler.
Istanbul, Bursa, Izmit, Trabzon, Tokat, Erzurum, Van başta olmak üzere bütün Doğu Anadolu; Üsküdar’dan Şam’a kadar bütün şehir ve kasabalarıyla güneydoğu Anadolu bölgesi; Tiflis, Bakü, Gürcistan, Kırım, Dağıstan, Çerkezistan, Kıpçak diyarı, Ejderhan havalisi; Ege kıyıları ve adaları bir çoğu,Mora, Girit, Mısır, Mekke, Medine, Iran, Irak ve Suriye; Hanya, Şumnu, Niğbolu, Silistre, Babadağ, Filibe, Sofya; Edirne, Çanakkale, Ozi, Gelibolu, Boğdan, Belgrad, Tameşvar, Venedik, Bosna, Karaorman, Üsküp, Selanik; Macaristan, Almanya, Avustrya, Lehistan, Arnavutluk, Ispanya, Danimarka, Hollanda, Brandenburg ve Adriya sahilleri
Evliya Çelebi, ümrünün elli senesini bu gezilere hasremiştir. Katıldığı savaşlardan elde ettiği ganimetlerin gelirini bu yolda sarfetmiş olmakla birlikte, o, bu gezilerini daha çok, elinden tutan devlet büyüklerinin sağladığı imkanlara borçludur. Hoşsohbet, nüktedan, cana yakın, güzel sesli bir insan olan Evliya Çelebi, şahsiyetinin bu imkanları ile bütün imparatorluğu ve birçok yabancı ülkeyi gezebilmiştir.
Evliya Çelebi hiç evlenmemiştir. Bir erkek, bir kız kardeşi olduğunu kendisi, eserinde söylemektedir. Kendi ifadesine göre,ufak tefek bir insan olup, iyi cirit atar, silah kullanırmış. Eserinden, onun kültürlü ve nüktedan bir Istanbul efendisi olduğu kolayca anlaşılır.
SEYHATNAME – baş eseri
Seyahatname’si on cillten oluşmuştur. Istanbul kütüphanelerinde beş ayrı yazma nühası bilinmektedir. Bu yazma nühsalara göre, Seyahatname’nin, konuları, anahtarıyla şöyle sıralanabilir:
Evliya Çelebi son derece dikkatli bir seyyahtır. O, gezdiği yerlerin tarihini, coğrafyasını, iklim ve tabiatını, sanat eserlerini,insanlarını, insanlarının giyiniş, yaşayış, dil ve dinlerini, silahlarını, adetlerini, tanınmış hususiyetlerini, yerleşme şekillerini kısaca şahsı ve günlük hayattan, cemaat hayatına, manevi hayata bütün unsurları eserine almıştır. Bu durum, seyhatnamenin dünyada bir eşine rastlanmayan bir zenginlikle önemli bir kaynak olmasını sağlamıştır. Eserin şu ana kadar tenkitli bir neşri ve tahlili yapılmadığı için, Evliya’nın verdiği sayılar ve bazı bilgileri ihtiyatla karşılamak gerekir. Fakat bu durum, eserin değerine halel getirmez.
Seyahatnamenin bir başka önemli yönü,eserin dil ve üslubudur. Eski edebiyatımızın nesir geleneği içinde ele alındığı zaman, oldukça derbeder bir üsluba sahip olduğu halde, yazdığı her cümlede Osmanlı insanın hayata bakışını bulduğumuz Evliya Çelebi, bu tarafıyla da en büyük nasirlerimizden birisidir. Düşünceye ve daha çok göze hitap eden güçlü tasvirler, sıcak bir mizah, mübalağa ve secirlere süslü üslübu, onu çağdaşları olan diğer XVII, yüzyıl yazarlarından ayıran bariz özellikleridir. Devrine göre çok sade bir dili vardır. Evliya, sadece gözlemleriyle yetinmemiş, bir çok ilimlerden faydalandığı gibi, belli başlı tarihlere, kanunnamelere ve menkıbelere de başvurmuştur.
Seyahatname ilk defa 1848 de Kahire’de Bulak??? matbaasında?? „Müntehabat-ı Evliya Çelebi“ adıyla yayınlanmıştır. 1896 da Necip Asım Bey ile Ikdam sahibi Ahmed Cevdet Bey, Pertev Paşa nüshasını esas alarak yayınlanmaya başlamışlar. 1902 yılına kadar ancak ilk altı cildi yayınlayabilmişlerdir. 7. ve 8. ciltler 1928 de Tarih Encümeni tarafından, 9., 10., ciltler ise 1938’de Milli Eğitim Bakanlığı tarafından yayınlanmıştır. Daha sonra ya kısaltırarak ya da seçmeler yapılarak çeşitli araştırmacılar tarafından neşredilmiştir.
Kaynak: Büyük Türk Kasikleri; Tarih-Antoloji-Ansiklopedi; 5. cilt, sayfa 392-393
(Hazırlayan Abdula Elvin Mahmut)
▲ Cuprins ▲ İçindekiler ▲ Contents ▲
Eminesku 15 Ocak 1850 tarihinde Gheorghe Eminoviçi ve Ralu çiftinin 11 çocuğundan yedincisi olarak doğmuştur ve güzel bir çocukluk geçirmiştir.
Berlinde’ki Üniversite yıllarında ormanlarla kaplı tepelere bakan doğduğu evi, ırmak şırıltılarını, gölü, gölün içindeki ufak adayı, adada abisi ile Robin Krusoe oyunlarını, kurbalarla yaptıkları savaşları melanlokolik bir anı olarak hatırlıyordu.
Eminesku çocukluk yıllarında tabiyatın sihirli güzelliği ve köy hayatının verdiği ilhamlarla şairlik ruhunun kaynağından doyasıya içmiştir. Eminesku’nun Ipoteşti’de yaptığı ilk okul hayatı hakkında fazla bilgi yoktur.
Çernauti’ta ilk okulun üçüncü ve dördüncü sınıflarını okuyor. 1860 ve 1863 yılları arasında aynı şehirde lise birinci ve ikinci sınıflarını yapıyor.
1863 yılı Nisan ayı ile 1864 yılı son baharı arasındaki geçen sürede Eminesku Ipoteşti’de bulundu. Bu arada babasının zengin kütüphanesinden değerli eserleri okuma fırsatı buldu.
Botoşani’da lise üçüncü sınıfı bitirebilmesi için Bakanlıktan burs talip ediyor, bursunun verilmesi mümkün olmuyor. Ancak Botoşani İl Meclis Başkanlığından aldığı bir mektupla, İl Meclisi’nin kendisini aylık 250 leı maaşla İl Meclisine yazar olarak kabul edildiğini öğreniyor. On yıl sonra Bükreş iken arkadaşına yazdığı bir mektupta babasının sert mizacını, kendisinin çektiği zorlukları ve mücadelesini anlatıyor. Bu mektup Eminesku’nun Botoşani’da geçirdiği zor yıllarına aittir. 1869 yılı sonbaharında Eminesku Viyana’da bulunuyor. Burada yazdığı şiirler ilk şiirlerini yayınladığı „Familia“ (Aile) gazetesindeki şairliği gibi değil. Burada zengin bir edebiyat,tiyatro ve tarih kültürüne sahip bir şahsiyet olarak karşımıza çıkıyor. Eminesku’nun etkileri iç ve dış politikada kendini hissettiriyor. Bükreş’te yazmaya başladığı „Issız Dahi“ (Genıu Pustıu) adını verdiği romanın Viyana’da genişletiyor ve adını „Naturi catilinare“ olarak değiştiriyor. Bu romanında iç ve dış politikaya yaptığı etkilerin yansımalarını görüyoruz.1872 yılın sonunda Eminesku Berlin’de bulunuyor. Burada gittiği Universitede Felsefe, Genel Felsefe Tarihi, Mantık Bilimi (içinde de politika ve felsefe alanındaki bilimsellik ve kötümserlik konuları) Mısır Tarihi, Roma Tarihi, Fiziki Goğrafya ve benzeri gibi çeşitli dersleri aldığını halen korunan üniversite defterlerinden anlıyoruz. Eminesku yaptığı bilimsel çalışma ve araştırmalara paralel olarak manzum ve manzume şeklindeki edebi çalışmalarını yürütüyordu. Romen milli folkrlorunden motiflerin bulunduğu, kaynağını Romen milli folklöründen olan Calin Nebunul (Deli Kalin), Fata din gradına de aur (Altın Bahçedeki Kız), Bin Bir Gece Masalına benzer,Miron şi frumoasa fără corp (Miron ve Vücutsuz Güzel) gibi verdiği eserlerinden, sanki doğdu köyüne, Ipoteşti’ye, dönme özlemini dile getirdiği sesizleniyor.
Eminesku Berlin’de bulunduğu zamanlarda, Romen diplomatlardan Teodor Rosetti ile N. Kretulesku’da ataşe görevinde bulunuyorlardı.
Zamanın Okullar Bakanı olmak üzere hazırlanan Maioresku Eminesku’yu Iaşi Universitesine profesor olarak atamak istediği, ancak Eminesku’dan da Doktora tezini hazırlamasını istemiştir.
Kendisine yapılan bu teklifi memnuniyetle karşılıyor, ancak doktorluğu kendisi için „çok erken buluyor“.
Şairin entelektüel yapısı, temiz,dürüst ve erdemli kişiliği, onun Universite Profesörlüğüne gelmesine mani oluyor.
1 Eylül 1874 tarihinde Iaşi’a dönüyor ve Merkez Kütüphanesinin müdürü oluyor. Iaşi’ta geçirdiği üç yıl şairin kısa hayatının en güzel ve bu verimli çağı oluyor. Çünkü burada, Iaşi kütüphanesinde görevde bulunuyor iken, en büyük aşkı Veronika Mikle’ye burada kavuşuyor.
Kütüphane müdürlüğü yaptığı sırada, zamanın bakanına, kütüphanede laik ve dini konulardaki eski kitapların toplanarak koleksyon haline getirilmesini teklif etti.
Eminesku’ya göre, dil, din, üslüp ve bilim,irfan, ilim zenginlikleri bu kitaplarda vardı.
Eminesku’nun Okullar müsteşarlığı yaptığı dönemlerde de aynı kaliteyi, aynı iş disiplinini ve profesyonel hayattaki başarısını ve düzgünlüğünü görüyoruz.
Gazetecilik yıllarında Romen dili, kültürü üzerinde çalışmalar yapıyor,Eliade, Massin, Balcesku v.s. gibi ünlerin hayatlarını inceliyor ve yazıyor. Romen folklor ürünlerinin derlenmesi teklifini getiriyor ve bu konudaki çalışmalarını devam ettiriyor, ancak gazete yöneticilerinin olumsuz tutumu yüzünden gazetecilikten ayrılıyor.
Çevresinde oluşan düşmanların baskıları yüzünden Iaşi’tan ve en büyük aşkı Veronika’dan ayrılmak zorunda kalıyor.
1877 yılı Ekim ayı sonunda Timpul (Zaman) adlı gazetede yazdığı yazılara bakılırsa Eminesku’nun bu tarihlerde Bükreş’te yaşadığı anlaşılıyor.
Timpul (Zaman) gazetesinin basın ve yayımdaki bütün yükü Eminesku’nun omuzlarındadır. Çünkü gazetedeki makalelerin iç ve dış politika hakkındaki yazıların yazılması, röportajların hazırlanması, prens IV. Napoleon cinayeti, Tuna Avrupa Komisiyonunun problemlerinin dile getirilmesi gibi konular Eminesku’nun tüm enerjisinin harcamasına neden oluyordu.
Bu yorgunluk Eminesku’nun sağlığını bozdu.
1880 ve 1881 yılları arasında bir ara gazetede şef redaktör olarak görev yaptığını görüyoruz, ancak buradaki görevine de son veriliyor.
Bu sıkıntılı ve hüzünlü hayatı, en büyük eseri olan Luceafarul (Çoban Yıldızı’nın) yazılmasına sebep oluyor.
15 haziran 1889 yılında Bükreş’te hayata gözlerini yumuyor. Belu mezarlığına gömülüyor. Tabutu arkasında yürüyen büyük halk kalabalığı ağlıyordu. Cenaze töreninde Romanya’nın ünlü, kültürlü kişileri ve siyastçiler katılmışlardır. Barkanescu’nun yönettiği koro Eminesku’nun vasiyeti olan „Mai am un singur dor“ (Son özlem’i) çaldı. Bu şarkının bir variyantının „Arkadaşsız ve ikbalsız mezar“ mısrasında yer alan söyleminde şair adeta kendisini tasvir ediyordu.
Ancak, bu söz, bu tanımlama zaman içerisinde doğruluğunu kaybediyor. Çünkü Eminesku’nun mezarı sanki bir Kabe gibi bütün insanlar tarafından ziyaret ediliyor ve tüm Romen halkı Eminesku ile dost oluyor.
Perpesicius – 1964
Türkçe’ye çevirenler: Gülten Abdula ve Namık Kemal Yıldız
Stelele-n cerStelele-n cer După un semn Nişte cetăţi Stol de cocori Zboară ce pot Floare de crâng, Orice noroc Până nu mor, Nu e păcat |
Asmandaki YıldızlarDenizler üzerinde Bir işaret üzere Boşluklar üzerinde Katar katar turnalar Birbirini geçerek Hayatta hep böyledir. Su durgunluk anları Kederden ağladıkta, Asla yazık değil midir |
Mihai Eminescu
▲ Cuprins ▲ İçindekiler ▲ Contents ▲
Merhaba güzelim, bak nasıl doldurdu
- Dur önce şu sigaramı yakayım-
Kırmızı bir güneş bardağımızı
Dışarda kararan rum kilisesinin
Gürültüyü yapraklara çeviren
Çan sesleriyle yüklü ve karmakarışık
Saatlerden geçiyoruz umut, ayrılık günleri.
Yüzünün gülü kapalı
Acı eylül geçiyor köklerimizden
- Sanırım değişen bir şey olmalı.
Biliyoruz öğle sonu mavi perdesi
Gözlerinin yıldızıyla ışıyan
- Dur güzelim yüzüne dokunacağım-
Ve aklı yetmeyen tarlakuşuna
Öpüşlerle derinleşen bir halı
Yeni gelin bahçeleri dokuyan
- Bu kör eylül karanlığından uzak-
Bir ölümsüz yaz ülkesi olmalı
Çıkalım buradan hemen gidelim
- Ben önce şu hesabı vereyim-
Avluda Fatihin ormanlarından
Kesilmiş çamlara bakan rum yetim
İçimi yalnızlıkla dolduruyor
Kapıda sadakor bir dalınlığın
Ardından bize bakan şu delikanlı
-Nasıl benim gençliğime benziyor-
Şiirimiz bitince ve solduğunda
Sarı gül yaprağına yazdığım divan
Alıp götürecek bir sahaf olmalı
Bir zambağın taçyaprağında yağmur tanesi
Bir kula atın rüzgarlı bayırdan kaynağa inişini
Yarısı gölgeli kumlarda ölümü bekleyen karanlık boğayı
Sabaha karşı ve hiç uyunmamış tanyerinde ışıyan kavak ağacını ve bütün bunları birden düşündüren seni düşünüyorum şimdi
ONAT KUTLAR
▲ Cuprins ▲ İçindekiler ▲ Contents ▲
Reşedinţa zeilor se afla, bineînţeles, pe Muntele Olymp. Cu toate acestea ei petreceau o mare parte a timpului lor pe pământ, în Anatolia. Olymp este un vârf muntos, în nordul Greciei, la graniţa cu Thessalya şi Macedonia. Pe acest vârf, 10.000 picioare înălţime, palatele şi grădinile zeilor alcătuiau un rai exlusiv al lor.
Nici chiar grecii din antichitate nu au căuzt de acord asupra localizării exacte a acestui rai. În Grecia există cel puţin patru munţi cu acest nume, Olymp, şi încă şi mai mulţi în Turcia de astăzi.
Uludağ (care însemnă Muntele cel Mare), lângă Bursa, nu departe de ţărmul de sud al Mării Marmara, este cunoscut şi ca Muntele Olymp. Numele vechi pentru Uludağ este Kessıs Dağ, care însemnă Muntele Călugărului.
Pe pantele acestui munte există, în zilele noastre, excelente pârtii de schi. Bursa, care prin izvoarele sale termale a devenit de secole o staţiune a sănătăţii, este posibil să îi fi atras zeii, deoarece aveau şi ei nevoie de odihnă sau un masaj, după contactele lor cu muritorii de pe pământ.
Alţi munţi numiţi Olymp sunt Nif Dağ, la est de Izmir şi alte vârfuri în Lycia, Galatia, Clicia şi chiar pe insula Cypru.
Material prelucrat şi tradus de pe internet
Bediha Cocoi
▲ Cuprins ▲ İçindekiler ▲ Contents ▲
Mâncatul este o problema foarte importantă în Turcia. Este de neconceput pentru membrii casei să mănânce singuri, “să facă incursiuni” în frigider sau să mănâce în goană, în timp ce familia este acasă. Este normal să se serveasca trei mese “stând jos” în jurul mesei. Micul dejun „kahvalta“ (literarar însemnand „sub cafea“), tipic constă din pâine, brânză feta, măsline negre şi ceai. În multe locuri de muncă se serveşte masa de prânz, care intră în contractul de angajare. Masa de seara se serveşte atunci când toţi membrii familiei se adună acasă, acesta fiind şi momentul pentru a-şi impărtăsi impresiile asupra evenimentelor de peste zi. Meniul constă din trei, patru feluri de mâncare care se servesc însoţite de salată. Vara, cina se serveşte pe la opt. Rudele apropiate, cei mai buni prieteni sau vecinii se pot alătura fără un protocol special. Alte persoane sunt invitate anticipat pentru că în asemenea ocazii se fac pregatiri speciale. Meniul se stabileşte în funcţie de consumul sau nu al băuturilor alcoolice. Dacă se servesc, musafirii vor gasi deja, la sosire, aperitive specifice pe masă. Cina poate fi servită în gradina casei sau pe terasa balconului. Felul pricipal va fi servit câteva ore mai târziu. În celălalt caz, cina va începe cu o supa, urmată de un fel cu carne, legume şi salată. Urmează feluri pregatite cu ulei de măsline cum ar fi ardeii umpluţi (dolma) şi în final desertul şi fructele. Apoi musafirii se vor scula şi se vor retrage într-un alt loc al sufrageriei pentru a servi ceai sau cafea, în timp ce se strânge masa.
Femeile se adună cu prietenele de şcoală sau vecinele pentru a servi ceaiul de după amiază. Acest lucru se întâmplă la intervale regulate, 7-15 zile. Acestea sunt ocazii speciale unde se servesc cel puţin o duzină de feluri de prăjituri, produse de patiserie, plăcinte, toate pregătite de gazdă. Scopul social al acestor întalniri este „sa se bârfească“ şi să se împărtăşească experienţa în privinţa diferitelor aspecte din viaţa publică şi privată. Şi, bineînţeles, o altă funcţie importantă este schimbul de reţete. Au loc schimburi de idei pertinente, în timp ce femeile se consultă în privinţa inovaţiilor şi soluţiilor la provocările culinare.
De acum cred că este clar faptul că noţiunea de “mâncare de pe foc” atunci când se merge la cineva acasă este complet străina turcilor. Responsabilitatea pregătirii mâncărurilor cade, în întregime, în sarcina gazdei, care aşteaptă la rândul ei acelaşi tratament.
Există două ocazii atunci când vecinele colaborează pentru a pregăti cantităţi mari de alimente pentru iarna cum ar fi “tarhana”- iaurt uscat şi supa de roşii, sau tăiţei. O alta este atunci când familiile se adună pentru a petrece o zi la ţară. Se ştie din timp cine va pregăti chiftelele, ardeii umpluţi, salatele şi pilaful şi cine va aduce carnea, băuturile si fructele. Mangalul, grătarul, păturile, pernele, instrumentele muzicale – saz, ud sau vioara- sunt pregătite pentru acea zi.
Picnicul este o umbră palidă a acestei ocazii despre care se mai spune că înseamna “a fura sorţii o zi”. Kuçüksu, Kalamys şi Heybeli, din vechiul Istanbul, erau locuri tipice pentru aceste ieşiri, aşa cum povestesc multe cântece. Alte locuri memorabile sunt viile din Meran, Konya, lacul Hazar din Elazığ şi Bozcaada din Çanakale.
Comemorarea a doi sfinţi Hızır şi Ilyas (care reprezintă nemuriea şi abundenţa) la Festivalul de primăvară (Hidirllez) de pe 5 mai marchează începutul anotimpului plăcerilor (safa). Cu această ocazie se recită poezii, se cântă cântece şi, bineînţeles, se mănâncă mâncare bună.
O ocazie similară (safa) o constituia vizita săptămânala la Baia turceasca. Mâncarea pregătită cu o zi înainte, era încărcată în căruţele trase de cai, împreună cu hainele curate şi săpunul parfumat. Dimineaţa era petrecută lângă bazinul din marmură şi sala de aburi. Apoi oamenii se retrăgeau pe paturi de lemn pentru a se odihni, mânca şi a se usca înainte de a se întoarce acasă.
În zilele noastre nu mai există asemenea momente de odihnă deoarece au fost distruse de viaţa modernă. Cu toate acestea multe familii mai încearca să fure măcar o zi sorţii, cel puţin o dată pe an, chiar dacă soarta este cea care triumfă. Împachetatul mâncării pentru excursii este o activitate aşa de tradiţională încât, chiar şi acum, este un lucru obişnuit să se pună câteva chiftele, ardei umpluti, plăcintă, care pot călători chiar şi cu avionul în locuri îndepărtate, spre amuzamentul pasagerilor şi iritarea echipajului.
Nunţile, ceremonia botezului şi sărbătorile sunt celebrate cu fast. În Konya, de exemplu, la o nuntă se sevesc şapte feluri de mâncare. Masa începe cu o supă, urmată de pilaf şi friptură din carne, ardei umpluţi cu carne şi orez galben ca şofranul- un desert tradiţional la nunţi. Se servesc plăcinte înainte de al doilea desert care constă din halva cu griş. Masa sfârşeşte cu păstai cu roşii, unt şi mult suc de lămâie.Această masă de nuntă este tipic anatoliană având uşoare variaţii regionale. A doua zi după nuntă familia mirelui trimite familiei miresei tăvi cu baclavale.
În timpul vacanţelor se aşteaptă ca oamenii să facă vizite scurte prietenilor din oraş, vizite care sunt imediat întoarse. Trei sau patru zile se fac vizite, aşa că trebuie pregătită destulă mâncare care să reziste în perioada vizitelor. În timpul vacanţei bucătăriile şi cămările abundă în plăcinte, ardei umpluţi cu orez, budinci şi deserturi care pot fi puse pe masă fără a necesita o pregătire prea îndelungată.
Moartea este o altă ocazie pentru a găti şi oferi mâncare. În această situaţie vecinii pregătesc şi trimit feluri de mâncare casei îndoliate timp de trei zile după deces. Singurul fel de mâncare pregătit de gospodina din casa îndoliată este halvaua care se trimite vecinilor şi este servită vizitatorilor. În unele regiuni este obiceiul ca o buna prietenă a persoanei decedate să înceapă să pregătească halvaua. În acest timp se rememorează amintiri şi evenimente dragi legate de persoana decedată. Apoi lingura se dă următoarei persoane care continuă să amestece halvaua şi să depene amintiri dragi. De obicei pregatirea halvalei se încheie în momentul în care fiecare persoană din cameră a spus câte ceva. Această ceremonie simplă şi frumoasă face ca cei rămaşi în viaţă să vorbească despre momentele fericite şi să uşureze, pe moment, durerea, întărind legăturile dintre oameni.
Bediha Cocoi
▲ Cuprins ▲ İçindekiler ▲ Contents ▲
Türkiye Diyanet Işler Başkanlığı ve Türkiye Diyanet Vakfı Genel Müdürlüğünün uygun bulması üzerine, Romanya Müftülüğü hizmetlerinde kullanılmak amacı ile 1424 dolara bilgisayar, yazıcısı, monitor ve skaner T.C. Başkonsolosluğu Din Hizmetleri Ateşesi Mustafa Çalışkan tarafından alınarak Başkonsolos sayın Hayati Soysal tarafından 28.04.2000 tarihinde Müftü sayın Osman Necat’a teslim edilmiştir.
Cemaatimize bir camimiz daha hizmet veriyor.
T.C. Başkonsolosluğu vasıtası ile Türk Iş Adamlarından Metin Aygül ve Ahmet Üysal tarafından bütün malzemeleri temin edilerek ve 1 milyon ley usta parası ödenerek Dobromir caminin tamirine yardımcı oldular. Bu hizmete Müftülüğümüzün de 3 milyon ley para katkısı oldu. Kapısı ve bazı kilimler Anadol Köy camisinden temin edildi.
T.C. Başkonsolosluğuna, Müftülük Dairesine, Iş Adamlarına ve RDTB merkez yönetim kadrosuna Dobromir halkı adına teşekkür eder, Allahtan sağlık ve sıhhat dilerim.
İslam Remzi/ RDTB – Din komisyonu başkanı
▲ Cuprins ▲ İçindekiler ▲ Contents ▲
Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed (S.A.V.)’in dünyaya teşrifleri, asırlardır ecdadımız tarafından „Mevlit Kandili“ olarak kutlanagelmektedir.
Diyanet Işleri Başkanlığı ile Türkiye Diyanet Vakfı işbirliği yaparak, Peygamberimizin Miladi doğum günü olan 20 Nisan 571 tarihini „Kutlu Doğum Haftası“ olarak her yıl bir proje dahilinde kutlamaktadır.
T.C. Köstence Başkonsolosluğu Din Hizmetleri Ataşeliği, Mecidiye Kemal Atatürk Ilahiyat ve Pedagoji Lisesi, Romanya Müftülüğü, Türk ve Tatar Birlikleri ile Dobruca Türk İşadamları Derneği’nin yapmakta oldukları faaliyetler çerçevesinde, peygamberimizin 1429’uncu doğum yıl dönümü kutlamaları gerçekleştirilmiştir.
Buna göre, Din Hizmetleri Ataşeliğimizce hazırlanan „ 2000 Yılı Çalışma Proramı“ çerçevesinde Kutlu Doğum Haftası, bölgenin özelliği dikkate alınarak, Mecidiye ve Kobadin’de (21/04/2000), Tulça’da (22/04/2000), Mangalya’da (23/04/2000) ve Köstence’de (29/04/2000) kutlanmıştır.
Ayrıca, Dobruca Türk Işadamları Derneğince „Peygamberimiz Hz. Muhammed(s.a.v.) başta olmak üzere bütün geçmişlerimiz ve özellikle de şehitlerimizin ruhlarına” 28 Nisan 2000 cuma günü Köstence Hünkar Camii’nde Cuma namazından önce Mevlid okutturulmuştur.
Bu faaliyetlerin yanında Tulça ve Köstence’deki hazırlanan Kutlu Doğum Haftası münasebetiyle Türk Birliği tarafından, Gülten Abdula’nın hazırladığı „Hz.Muhammed’imizin Mucizeleri“ başlığı altında sergi birer sergi düzenlenmiştir.
Ilk insan ve ilk Peygamber Hz. Adem (A.S.)’den itibaren Allah tarafından din olarak gönderilen ilahi emirler değişikleğe uğramış, sosyal ve ahlaki değerler değişmişti. Hz. Isa’dan sonra insanlar, Allah’ın emir ve yasaklarını unutmuşlardı. Böylece de her şeyi inkar eden bir nesil ortaya çıkmıştı.
Hz. Muhammed'in dünyaya geldiği yıllarda insanlar arasında hak ve hukuk diye bir şey kalmamıştı. Güven tamamen sarsılmış, en yakın akraba ve kardeş arasında da bir bağ kalmamıştı. Yetimlerin, dulların ve acizlerin hakları ellerinden alınıyor, zulme uğrayanların sesine kulak verilmiyor, kadınlar insanlığın en aciz ve en mazlum bölümünü teşkil ediyor, kadının bir eşyadan farkı bulunmuyor ve kız çocukları diri diri toprağa gömülüyordu. Insani değerler kaybolmuştu. Dolayısıyla, bir çok sıkıntılarla bunalmış olan insanlık artık bir kurtarıcı bekliyordu.
Işte böyle bir zamanda Peygamberimiz Hz. Muhammed (S.A.V.), Miladı 20 Nisan 751 tarihinde dünyaya geldi.O’nun doğumuyla dünya nurlandı. Zira Allah Kur’an-ı Kerim’deİ “Ey peygamber!Biz seni hakikaten bir şahit, bir müjdeci ve bir uyarıcı olarak gönderdik. Allah’ın izniyle, bir davetçi ve nur saçan bir kandil olarak gönderdik“ (Ahzab Süresi, 45.46) buyurmaktadır.
Hz. Muhammed (S.A.V.), 40 yaşına geldiği zaman, durumunda bazı değişiklikler olmaya başladı. Çünkü Allah O’nu yüce bir vazifeyi kabule hazırlıyordu. Kulağına gaipten sesler geliyor ve "Sen Allah Elçisisin" deniyordu. Rüyaları olduğu gibi çıkıyordu. Miladin 610’uncu yılında Ramazan-ı Şerif ayında Hz. Peygamber adeti üzere Hira Mağarasına gitmişti. Burada Allah’a kulluk yapıyordu.
Bir gün Cebrail (A.S.) kendisine göründü ve "Oku" dedi. Peygamberimiz "Ben okuma bilmem" diye cevap verdi. Bu durum üç defa tekrar etti. Cebrail üçüncüsünde “Yaratan Rabbi’nin ismiyle oku. O insanı bir aşılanmış yumurtadan yarattı. Oku! Insana bilmediklerini belleten, kalemle (yazmayı) öğreten Rabbin, en büyük kerem sahibidir“ (Alak Suresi, 1-5) mealindeki ilk ayetleri Peygamberimize okudu. Böylece, Kur’an-ı Kerim Hazreti Muhammed’e inmeye başladı.
Hz. Muhammed (S.A.V.), bu ilk vahiyeden sonra evine dönerek, gördüklerini eşi Hz. Haticeye anlatmıştı. O da; “Allah’a yemin ederim ki, Cenab-ı Hak hiç bir vakit seni utandırmaz. Çünkü sen akrabanı gözetirsin, işini görmekten aciz kimselerin ağırlıklarını yüklenirsin, fakire verir, kimsenin kazandıramayacağını kazandırırsın. Misafiri ağırlarsın. Hak yolunda herkese yardım edersin
“ diyerek, O’nun peygamberliğini hemen kabul etmiş ve daha sonra da Hz. Peygamber (s.a.v.)’i amcazadesi Nevfel oğlu Varaka’ya götürmüştü. Varaka Tevrat ve Incil’i okumuş. Ibrani dilini ve eski dinleri bilen bir ihtiyardı. Varaka peygamberimiz (s.a.v.)’i dinledikten sonra:“ Müjde sana ya Muhammed! Allah’a yemin ederim ki sen Hz. Isa’nın haber verdiği son peygambersin. Gördüğün melek, senden önce Cenab-ı Hakk’ın Musa’ya göndermiş olduğu Cibril’dir. Keşke genç olsaydım da, kavmin seni yurdundan çıkaracağı günlerde sana yardımcı olabilseydim. Hiç bir peygamber yoktur ki, kavmi tarafından düşmanlığa uğramasın
“ şeklinde cevap vermişti.
Hazreti Muhammed (S.A.V.), önce insanların vicdanında bir inkılap yaptı. Çünkü, inkılap insanların kalplerinde meydana gelmedikçe, insanın değişimi mümkün olamazdı. Peygamberin gönderiliş gayesi, insanın yaratılış gayesiyle aynı noktada birleşmektedir. O da Allah’a gerçekten kul olma noktasıdır. Bunun için Allah „ Ben cinleri ve insanları ancak bana kulluk yapsınlar diye yarattım“ buyurmuştur.
Hz. Peygamber (s.a.v.), tıpkı diğer peygamberler gibi ızdırap ve çileli bir dünya hayatı yaşamıştır. Zira Hz. Nuh (a.s.), bu çileyi asırlarca çekmiştir. Hz. Ibrahim (a.s.), bu uğurda sürgün edilmiş ve yine bu uğurda ateşe atılmıştır. Hz. Musa (a.s.)’ın Israiloğullarından çekmediği kalmamıştır. Hz. Yahya (a.s) ikiye biçilmiş ve Hz. Isa (a.s.) ise bir gün dahi gülmemiştir. Bunun örneklerini çoğaltmak mümkündür.
Bir defasında, Peygamberimize saldırmışlar ve O’nu kanlar içerisinde bırakmışlardı. Bu esnada kızı Hz. Fatma (r.a.) koşarak gelmiş, hem babasının yüzündeki kan izlerini siliyor, hem de ağlıyordu. Ancak, Allah Resulu (s.a.v.), o halinde dahi kızını teselli ediyor ve „Kızım ağlama, Allah babanı zayi etmeyecektir“ diyordu.
Çünkü Allah resulu, insanlara bir kere „La ilahe illah“ dedirtebilmek için nelere katlanmış ve nelere göğüs germiştir. O, düşmanlarının bile doğru yola gelmelerini ve böylece de cennete girmelerini arzu ediyordu. O, Taif’e gittiği zaman taşlanmış, yüzü gözü kan içinde bir bağa girip saklanmıştı. yanında azatlı kölesi Zeyd de vardı. Bu sırada Cenab-ı Hak, Melek göndererek, eğer isterse bir dağı kaldırıp kendine isyan edenlerin tepesine indirebileceğini tebliğ etmişti. Ama O, ellerini kaldırarak, „Allah’ım! Onların neslinde – kıyamete kadar – yalnızca Allah’a ibadet edip O’na şirk koşmayan birilerini göndereceğini ümit ediyorum“ diye dua ediyordu.
Peygamberimizin en yakın arkadaşlarının durumları da bundan farksızdı. Onlar, Mekke sokaklarının her hangi bir yerinde dayaktan geçirilirler, kızgın demirlerle vücutları dağlanır, kızgın kumlar üzerinde sürüklenir, göğüslerinin üzerine kaya parçaları konur, böylece de çile ve ızdırabın en şiddetlisinde maruz kalırken dahi, kendilerine geldikleri zaman dillerinde „Allah Rasulü’nün durumu nasıldır?“ diye sorarken, „ Allah birdir, Allah birdir“ diye imanlarının gereğini yerine getirmeye çalışıyordorlardı.
Müslümanlık Mekke’de doğdu, Medine’de gelişti ve Hudeybiye Barış Anlaşmasından sonra, Medine dışında yayılmağa başladı. Mekke’nin fethinden sonra, her taraftan Arap kabileleri bölük bölük Medine’ye gelip Müslümanlığı kabul ettiler.
Hz.Peygamberimiz, 23 yıl gibi kısa bir zaman içinde insanlığa medeniyet, ilim ve fazilet getirdi. Siyahın beyaz, beyazın siyah üzerinde üstünlüğü olmadığını beyan etti. Hangi ırktan olursa olsun insanların birbirinin kardeşi olduğunu ilan etti.
Mustafa ÇALIŞKAN
T.C. Köstence Başkonsolosluğu
Din Hizmetleri Ataşesi
▲ Cuprins ▲ İçindekiler ▲ Contents ▲
REP: V-aş ruga să precizaţi domnule ministru ce se înţelege prin minoritate religioasă în România şi în lume în general.
Nicolae Brînzea: Conceptul de minoritate şi cel de minoritate religioasă în special sunt încercări de încadrare în domeniul Juridic ci intenţia de a normaliza complexitatea vieţii sociale.
Instituţiile europene şi internaţionale în încercarea de a promova drepturile şi libertăţile omului au dezvoltat o politică de protejare a minorităţilor, considerîndu-se că acestea sunt cele expuse abuzurilor şi discriminărilor de orice fel.
Exact în această direcţie, Adunarea generală a Naţiunilor Unite, prin rezoluţia 36/55 din 25 noiembrie 1981, a adoptat Declaraţia privind eliminarea tuturor formelor de intoleranţă şi de discriminare din motive de religie sau de convingere.
Mai mult, Convenţia-cadru pentru protecţia minorităţilor naţionale adoptate la Strasbourg la 1 februarie 1995 şi ratificată de România, afirma că „părţile se angajează să recunoască fiecărei persoane aparţinând unei minorităţi naţionale dreptul de a înfiinţa instituţii, organizaţii şi asociaţii religioase.“
După cum vedeţi, România se alătură organismelor europene şi internaţionale şi promovează în privinţa minorităţilor religioase libertatea şi dreptul acestora de a-şi păstra tradiţia şi obiceiurile religioase.
In acest context, pe baza extraselor de mai sus aplicate la spaţiul românesc, bisericile aparţinînd minorităţilor naţionale (Cultul Musulman, Cultul Mozaic, Biserica Reformată, Biserica Armeană, Biserica Evanghelică C.A., Biserica Evanghelică S.P.) pot fi considerate ca şi comunităţi religioase minoritare în raport cu Biserica Ortodoxă Română care reprezintă aproximativ 90% din populaţia ţării noastre.
Rep: V-am ruga să vă referiţi la statutul şi condiţia minorităţilor religioase din ţara noastră.
Nicolae Brînzea: Corelând cu răspunsul la întrebarea anterioară, puteam spune că România asigură minorităţilor religioase drepturi egale cu majoritatea constituită pe acest criteriu. Astfel, pe lîngă B.D.R., toate celelalte 14 culte recunoscute de stat se bucură de acelaşi tratament din partea statului: ajutor financiar pentru construcţii şi reparaţii, lăcaşe de cult, ajutor financiar pentru instituţiile de învăţământ ale acestora, salarizarea de la stat a clerului, ajutor logistic în privinţa protejării patrimoniului eclesiastic mobil şi imobil, etc.
Cu alte cuvinte, Statul român tratează nediferenţiat cultele religioase din ţara noastră şi ajută suplimentar comunităţile minoritare (spre exemplu Biserica Evanghelică C.A. care sa diminuat mult ca urmare a emigrării saşilor către Germania) şi le susţine pe cât posibil proiectele referitoare la conservarea propriilor tradiţii.
REP: Cum apreciaţi domnule ministru legislaţia romînească în ce priveşte minorităţile religioase, privită şi în perspectiva integrerii europene a ţării noastre.
Nicolae Brînzea: După cum probabil ştiţi, Guvernul României a retras de curând din Parlament proiectul Legii cultelor, urmînd ca aceasta să fie rediscutat ca reprezentanţii cultelor. Motivul retragerii vizează, evident, anumite aspecte procedurale care au apărut ca o necesitate în condiţiile acceptării României la negocierile de integrare în Uniunea Europeană.
Oricum, până la intrarea în vigoare a viitoarei Legi a cultelor, legislaţia românească oferă un cadru juridic deosebit de confortabil liberei exercitări a libertăţii religioase înţeleasă, într-un sens constituţional, ca o expresie a libertăţii de conştiinţă.
Incepând cu Decretul-lege cu caracter reparatoriu referitor la Biserica Romană Unită cu Roma şi până la Hotărârea de Guvern privind modul de executare a serviciului militar alternativ a existat şi există în permanenţă o grijă deosebită a Guvernului României faţă de aspectele legislaţiei ce urmăresc exprimarea liberă a libertăţii religioase minorităţilor.
Rep: Ar fi interesant de cunoscut cum sunt asigurate în ţara noastră drepturile şi libertăţile religioase pentru aceste minorităţi.
Nicolae Brînzea: Sunt, bineînţeles, cîtevsa aspecte punctuale la care ar trebui să mă refer. E vorba despre sprijinul în acordarea de viye pentru misionarii străini care îşi desfăşoară activitatea misionară sau de caritate în cadrul anumitor culte sau asociaţii şi fundaţii sau sprijinul financiar acordat pentru completarea fondurilor de personal tuturor celor care solicită acest lucru. Mă refer în mod exclusiv la cultele religioase indiferent de ponderea lor raportat la totalul populaţiei.
Totuşi, dincolo de aceste elemente, există din partea Secretariatului de Stat pentru Culte, o disponibilitate egală faţă de toate minorităţile religioase, în sensul în care această instituţie asigură interfaţa între diversele forme de coagulare ale vieţii religioase din România şi instituţiile Statului Român.
Şi dovada cea mai elocventă este, îmi permit să cred acest lucru că una dintre cele trei Direcţii ale Secretariatului de Stat pentru Culte se numeşte Direcţia Relaţii Culte ale Minorităţilor Etnice.
REP: Dacă aveţi amabilitatea să schiţaţi politica departamentului pe care îl conduceţi faţă de cultele religioase minoritare.
Nicolae Brînzea: După cum aminteam deja mai sus, politica religioasă a Secretariatului de Stat pentru Culte are printre coordonatele activităţii sale şi relaţia cu cultele minoritare, politica instituţiei fiind asigurată în acest sens printr-o direcţie distinctă, Direcţia Culte Minoritare.
Exista în acest sens o strânsă colaborare în elaborarea politicilor care are tangenţă cu viaţa religioasă a minorităţilor, Secretariatul de Stat pentru Culte invită la consultări diferiţi reprezentanţi ai acestor grupuri sociale.
In concluzie, putem spune că politica Secretariatului de Stat pentru Culte tinde să păstreze într-un echilibru solid tradiţiile poporului român exprimate în Biserica Ortodoxă- înţeleasă cu un cult majoritar- cu tradiţiile şi aspiraţiile legitime ale celorlalte culte din România şi, bineînţeles, a diverselor asociaţii şi fundaţii a căror activitate are o istorie extrem de recentă.
ROMÂN PRES
▲ Cuprins ▲ İçindekiler ▲ Contents ▲
THEODOR MARTAS
„Atunci din negreala pietrii vor ieşi doi ochi vii şi strălucitori. Piatra se va albi şi va fi martoră a tuturor acelora care i s-au spovedit.“
la Meca se apreciau frumuseţile beduine sau venetice. Pe străzi circulau preotesele amorului, coborâte din Persia sau venite tocmai din Grecia, atrase de legende şi de bogăţiile oraşului, unde se rulau comorile comerţului.
Negustorii bogaţi aveau camere speciale pentru aceste arzătoare fiice ale deşertului sau ale aventurii.
Acolo, ele apăreau fără voal, beau vin, petreceau şi acordau favoruri rafinate, persane sau bizantine, în care orientul a rămas atât de expert şi enigmatic, pentru occidentali.
In oraşul acesta, brutal şi sălbatic Mahomed, noul născut, rămase în grija unei mame fără nici o protecţie. Aşa, cum era şi obiceiul locului mama profetului îşi încredinţă copilul unui trib de beduin. O beduină, sub viaţa aspră a deşertului, îl hrăni cu laptele ei. Beduina se numea Halime. Tribul se numea Benu Saad.
Pe nisipul galben şi fierbinte, în periculoasa existenţă a omului de stepă şi în infinitul căldurii şi al orizontului care se întindea de la uşa cortului,îşi făcu copilăria, viitorul trimis al lui Allah (Dumnezeu).
Aici a învăţat el farmecul nepreţuit al cuvântului, a ascultat cântecele poeţilor şi în peregrinările nesfîrşite a văzut oameni şi obiceiuri. O versiune ne încredinţează că la vârsta de patru ani, când Mahomed se juca în nisip cu mai mulţi copii, i s-a arătat îngerul Gavril.
Acesta i-ar fi despicat pieptul şi inima şi i-ar fi vîrît curajul şi credinţa. Aşa a fost el pregătit pentru misiunea sa profetică. La vârsta de şase ani, mama micului Mahomed, muri în deşert, aproape de trib.
Rămas orfan, bătrâna sclavă Barakat, îl aduse la Meca, la bunicul său Abd el Mutalib, care descindea din tribul Haşimit. Bătrân şi temându-se de moarte, el încredinţă copilul fiului său Abu Talib şeful tribului, care deveni şi tutorele lui Mahomed. Abu-Talib, şeful Haşimiţilor, era comerciant şi făcea dese curse cu cămilele între Siria şi Yemen.
Cum, Mahomed creştea şi nu avea nici o ocupaţie, unchiul său îl luă ca ajutor şi de multe ori, îl însărcină să conducă caravana în deşertul Irakului sau al Siriei.
In aceste dese expediţii, spiritul de observaţie se dezvoltă fără voie.
Mahomed îşi dete seama de idolatrie, de religia creştină, de puternica stăpânire a Bizanţului.
A văzut, în ţinuturile deşertului, călugări retraşi în viaţa ascetică, oameni care îşi torturau existenţa pentru o credinţă, rugându-se în singurătate. A participat la vârsta de şaisprezece ani la o luptă sălbatică, aşa cum numai ţinutul deşertului poate să ne-o dea; a cunoscut elocvenţa negustorilor care te încântă cu vorba lor imaginativă. Dar toată această experienţă nu-l ajută la nimic.
Mahomed era sărac.
Unchiul său făcea afaceri din cele mai strălucitoare, iar tribul lui suferea de marea metehnă; numărul băieţilor era mai mic decât al fetelor, fapt ce aducea slăbiciunea forţei tribale şi desconsiderarea. Părăsind comerţul, Mahomed rămase să ducă viaţa de linişte şi de adâncă reflecţie, aceea de cioban al oilor. Dornic de Meca unde trăia o lume întreagă de frământări, se întoarse mai târziu în cetate şi practică un mic comerţ.
Comerţul lui era mic, dar cinstea i se dovedi mare. In scurt timp i se duse reputaţia de om cinstit şi de încredere, de unde şi supranumele de EL Emin (om de încredere). Tânărul negustor avea vârsta de douăzeci şi cinci de ani. ca toţi arabii care se respectă, Mahomed purta barbă, o barbă neagră şi lucioasă. Capul era în turban, părul şi-l îngrijea ungându-l cu parfumurile orientului, iar corpul şi-l spăla în fiecare dimineaţă cu apă. Dinţii, ca să se păstreze totdeauna albi, în contrast cu faţa bronzată, şi-i spăla cu o bucată de lemn făcută special. Bărbatul voinic, cu figura plină de energie, cu muşchi tari şi aspri, cu ochi arzători şi întotdeauna cu cearcăne unse de pomezi ca să se poată apăra contra razelor arzătoare ale soarelui, Mahomed era tipul deşertului care deştepta toate simţurile femeilor. Atras de această frumuseţe masculină îmbietoare, o văduvă care mai fusese căsătorită, cu numele de Hatige, fiica bătrânului Kuveiled, din familia Kureişilor, îl ceru pe tânăr, ca administrator al bunurilor nenumărate. Mahomed îşi începu astfel, iarăşi viaţa de conducător de cămile în slujba văduvei bogate. Din nou spiritul lui trebuie să se ascută în discuţiile aprinse cu negustorii şireţi şi încă odată deşertul cu toate tainele lui, trebuie să-l cunoască. Din Siria la Yemen, conducătorul de caravane întâlneşte în pieţile publice sau în pustiu oameni care se luptă cu problema credinţei.
Predicatori ai diferitelor secte, caută să-l convertească. Fiecare pretinde revelaţia divină: unul e mai fanatic decât celălalt. In grotele din stâncile colţuroase, stau de ani de zile, bătrâni extenuaţi care caută un Dumnezeu.
Biblia era tălmăcită în mii de feluri. Fiecare înţelegea cum vroia şi sub influenţa orientului mai îndepărtat, mulţi se dedau la viaţa de pedeapsă şi privaţiune completă. Mahomed îi cercetă pe aceşti tălmăcitori şi constată că nici unul dintre aceştia nu găsise încă adevărul divin, credinţa autentică. Creştinismul degenerase. Din el nu mai rămăsese decât ceremonialul şi indisciplina barbară care o oglindea şi Bizanţul.
Când zilele se scurgeau leneşe în legănatul cămilei, ochii lui Mahomed priveau infinitul nisipos şi mintea-i sintetiza toate problemele existenţei.
Unde era oare adevărul?
Ajuns în centrele comerciale, uita toată această frământare sufletească şi participa cu ardoare la discuţiile negustoreşti, înfruntând dibăcia adversarilor. Văduva Hatige era extrem de mulţumită de zelul acestui tânăr frumos, pus în slujba ei. Deşi în vârstă de patruzeci de ani, o stăpânea simţul şi dorinţa de a-l lua în căsătorie.
Intr-o zi trimise pe sclavul Meisara să-l întrebe de gândurile lui. A doua zi Hatige se prezentă în persoană şi îi spuse:
„Mahomed, te iubesc pentru credinţa ta, pentru sinceritatea ta şi pentru purtarea ta curată. Te bucuri de stima poporului. Tot ca şi mine descinzi din nobilul izvor al Kureişilor. Aş vrea să-ţi devin soţie.“
Căsătoria se celebră imediat.
Devenit bogat, lângă o soţie iubitoare şi bună, Mahomed duse aceiaşi viaţă de îngrijire corporală şi de plăcere senzuală conform cerinţelor timpului.
„Parfumurile, femeile şi rugăciunea, sunt pentru mine bucuria supremă în lume“, spunea el, înainte de a-şi cunoaşte vocaţia. Viril, ceea ce este un mare merit în morala arabă, el avu cu Hatige şase copii: trei băieţi şi trei fete. Clima nesănătoasă, praful şi condiţiile de viaţă din Meca, îi seceră într-o singură zi cei trei băieţi!
Poate din acest doliu se va naşte toată tansformarea spirituală a viitorului profet.
Personajul elegant şi bogat, omul voluptos şi plin de bucuriile vieţii, Mahomed, se transformă brusc sufleteşte
Se spune că timp de cinsprezece ani, Mahomed a fost chemat de liniştea deşertului pentru ca cuvântul lui Allah să fie rostit prin el.
Inainte de retragerea îndelungată în peştera muntelui Hira, el avea accese de devoţiune, nu pentru zeii din Kaaba, împopoţonaţi ca nişte paparude, ci pentru suflul necunoscut al stâncilor din deşert.
De multe ori, părăsind viaţa îmbelşugată ce o ducea la Meca, el se retrăgea în singurătate unde reflecta în tovărăşia pietrelor şi a nisipului.
Această meditaţie solitară, transformă a în aşa măsură pe negustorul liniştit şi conştiincios, încît încetul cu încetul, el îşi părăseşte afacerile şi întreaga avere pentru asprimea şi neantul nisipului.
Găsise Mahomed în viaţa lui de până atunci un vid al existenţei?
Destul e să constatăm că liniştea nu şi-a putut-o găsi decât în viaţa ascetică. Nu suferise numai Mahomed trebuinţa acestei retrageri din existenţa comună. Pustiul Arabiei era plin de astfel de asceţi numiţi hanifi pe care unii beduini îi priveau cu indiferenţă. Nu mai departe, un văr al profetului Uraka ibn Naufal practica aceeaşi viaţă austeră şi solitară.
Toţi aceşti sfinţi ai pustiului erau socotiţi un fel de blazaţi ai timpului. Ei cunoşteau toate religiile. Trecuseră prin păgânism, iudaism şi diferite forme ale creştinismului, fără ca să poată potoli nevoia interioară. Mai toţi erau cunoscători ai textelor sfinte şi antice. Aşa că, Mahomed, nu era un izolat în această practică şi nu putea uimi pe contemporani prin renunţarea sa la viaţa de mai înainte. Mahomed, rătăcind fără răgaz prin munţi şi văi, figura lui de aristocrat elegant, începuse să se descompună din cauza privaţiunilor pe care şi le impunea.
Corpul i se usca pe zi ce trecea, privirea devenise tristă şi rătăcitoare, ca a omului abătut şi îngândurat. Zile şi nopţi,ore în şir stătea retras în peşterile stâncilor de unde ieşea foarte rar. Picioarele lovite de stâncile colţuroase, frecate de nisipul aspru, îi erau numai răni.
Imprejurul lui domnea liniştea adâncă de mormânt şi peisajul fantastic al apusului de soare care colorează rocile şi orizontul în nuanţe de neînchipuit.
Atmosfera uscată şi fierbinte de fiecare zi şi noapte, frecventată de fantome, îl istovea. Nervii aţâţaţi de neaşteptatul care trebuia să vie şi numai venea, i se zduncinară.
Tăcut, fără ca să rostească un cuvânt luni de zile, el nu ascultă decât pulsul pământului uscat şi nepăsător şi nu privea decât astrele care ascund atâtea taine. Intr-o zi, istovit, se prăbuşi în nisip. Atunci ochii i s-au ridicat spre ceruri, urechea a ascultat glasul nisipului. Nimic.
Tremurând, întră în caverna sa din Hira, clătinîndu-se, se ridică, cu greutate, apoi înaintă hămesit de foame şi de sete, doborât de căldură şi de chinul nervilor. Privi în lături, în sus, şi în jos, privire de om muribund, fără suflu;când, în sfârşit, deodată, noaptea de kadir se anunţă.
In acel moment, natura întreagă a adormit. Fluviile au încremenit. Vântul a tăcut. Duhurile rele au amorţit. Iarba n-a mai crescut şi arborii au vorbit.
Aceasta era noaptea de Kadir.
▲ Cuprins ▲ İçindekiler ▲ Contents ▲
O întreagă gamă de schimbări sociale au făcut ca noul feminism să devină o idee uşor acceptabilă. Mecanizarea şi automatizarea economiei au făcut ca forţa musculară să fie mai puţin importantă în competiţia pentru locurile de muncă. Un proces de educaţie mai îndelungat şi cu o bază mai substanţială a deschid şi femeilor de etnie turcă noi orizonturi profesionale şi ele se simt frustrate atunci când aceste aspiraţii rămân nesatisfăcute.
Schimbările sociale perceptibil intensificate după anul 1990, au făcut ca femeia de etnie turcă a zilelor noastre să fie educată, mai înstărită,mai bine îmbrăcată şi răsfăţată de tot ceea ce oferă tehnica modernă. Rolul de soţie-mamă gospodină n-o mai satisface decât în parte. Marea majoritate a femeilor de etnie turcă nu activează în mişcarea feministă. Ele sunt însă influenţate de ea şi la fel ca bărbaţii lor, sunt de părere că societatea actuală are nevoie de schimbări.
Noua filozofie feministă include teza egalităţii cu bărbaţii atât pe piaţa muncii cât şi în organizaţiile sociale. Ea nu se limitează însă la această revendicare. In ultimii ani femeile au pătruns în domenii care fuseseră tradiţional rezervate bărbaţilor. In acest sens avem exemplul femeilor din Turcia care s-au evidenţiat ca lideri politici, miniştri, oameni de afaceri bancheri, piloţi, militari, poliţişti etc.
Obiectivul noului val al mişcării feministe nu este o lume în care bărbaţii şi femeile să-şi vadă rolurile inversate, ci una în care ambele sexe să fie libere să-şi aleagă felul de viaţă dorit, în conformitate cu talentele şi preferinţele lor individuale.
Pentru ca femeile să obţină acea încredere şi individualitate de care ele au atâta nevoie pentru a se afirma ca fiinţa umane cu drepturi şi obligaţii depline, ele trebuie să se evidenţieze ca forţă politică şi să se organizeze într-o atmosferă caracterizată de ambiţie, lipsită de pasivitate naturală şi incapacitate de exercitare a puterii.
Cred că dacă o femeie doreşte să se dedice unui gen de activitate la fel de intens ca bărbaţii, ea poate reuşi la fel de bine.
Jr. Feizula Melen-Semra
▲ Cuprins ▲ İçindekiler ▲ Contents ▲
Düğün, O’nun varlığı ile son sınırına ulaşan bir neşe içinde geçmişti. Ata, ayrılmak üzere ayağa kalkınca kendisini uğurlamak için halk iki sıra diziliverdi Sevecen bakışlarını sağa sola yönelterek yavaş yavaş ilerlerken bir yerde durakladı, sonra durdu, elini yedi sekiz yaşlarında bir kız çocuğunun başına uzattı.
Çocuğun arkasında yer alan ve anası ile babası olduğu belli olan çifte yavaşça seslendi: „Öpeyim mi?“
Herkesi derinden duygulandıran bu isteği ana babanın nasıl yerinde bir minnetle karşıladıkları kestirilebilir.
Atatürk, çocuğu iki eliyle kaldırdı, öptü ve yere bıraktı. Fakat sahne bununla kapanmış olmadı.
Uyanık ve duygulu çocuk: „Ben de öpeyim, ne olursunuz Atatürk, ben de sizi öpeyim“diye direndi.
Ata, belki de hiç ummadığı halde kendisine babalık mutluluğu tattıran bu içten davranışı, çocuğu bir daha yerden alarak yüzüne yaklaştırmakla karşıladı. Bilmiyorum, halk bu dokunaklı sahneyi, gözleri yaşlı alkışlayarak kutlu kılarken, o çelik iradeli insanın da iki damla gözyaşını tutamadığını görebilmiş mi idi?
Mehmet Ali Ağabey
(Atatürk’ten 20 Anı)
Ziua de 23 aprilie, pentru copiii din Turcia este o zi a primăverii,a copilăriei. Este ziua pe care marele bărbat al Turciei moderne a dăruit-o copiilor din Turcia ca şi copiilor din întreaga lume. Este ziua, cînd toţi copiii lumii se întâlnesc la marele bal al Primăverii, al copilăriei, al lumini şi-al păcii.
Atatürk, „părintele turcilor“ este şi astăzi prietenul copiilor, iar copiii l-au răsplătit anul acesta cu o piesă întitulată sugestiv „ATATÜRK ŞI COPIII“.
Premiera piesei a avut loc la Istanbul.
Actorii care au dat viaţă personajelor au fost copiii şi actorul Ertudrul Postodlu, în rolul lui Atatürk. Piesa s-a bucurat de o largă audienţă.
Fiica adoptivă a lui Atatürk, prima femeie pilot, Sabiha Gökçen a urmărit cu emoţie spectacolul televizat şi a mulţumit tuturor celor care au pus suflet la realizarea spectacolului, semn că marele om este încă viu în sufletul poporului.
▲ Cuprins ▲ İçindekiler ▲ Contents ▲
În cadrul manifestărilor dedicate luptei împotriva rasismului, xenofobiei şi a diferenţelor religioase, la Galaţi s-a desfăşurat un seminar organizat de Studenţii gălăţeni la care au fost invitaţi şi reprezentanţi ai aripei tinere din fiecare comunitate etnică gălăţeană. U.D.T.R. – Galaţi, a trimis pe Memet Sitare şi Abdula Elvin Mahmut.
Acesta din urmă a prezentat mesajul de pace şi înţelegere al întregii comunităţi, mesaj pe care-l redăm în întregime.
“Stimaţi organizatori,Împreună cu domnişoara Memet Sitare reprezentăm aripa tânără a comunităţii turce din Galaţi, cunoscută sub numele de UDTR-Galaţi.
Comunitatea noastră s-a reînfiinţat în anul 1990 cu noua denumire şi are ca scop păstrarea identităţii lingvistice, religioase şi spirituale în contextul majorităţii şi a celorlalte etnii din ţară.
Comunitatea noastră este iniţiatoarea unor proiecte îndrăzneţe şi progresiste, am putea spune, deoarece primul Forum interetnic al Tinerilor din România, desfăşurat la Galaţi în colaborare cu D.P.M.N. şi Consiliul Judeţean Galaţi a avut ca urmare înfiinţarea în sânul fiecărei comunităţi a unei organizaţii de tineret, care face parte din uniunea mamă.
O altă acţiune de anvergură naţională iniţiată tot de noi, a fost cea a Zilelor Multiculturale Interetnice Euroregionale, prima de acest gen, pentru care Comisia Europeană din România ne-a oferit medalia de aur „9 Mai, Ziua Europei“.
Sătui de ură şi violenţă am păşit în anul 2000 cu speranţa binelui. Ne dorim cu toţii ca anul acesta toate forţele binelui să se unească pentru a găsi cele mai bune soluţii de înlăturarea rasismului, xenofobiei, şovinismului, violenţei şi urii.
Am ajuns în situaţia în care ne punem următoarele întrebări, de ce oamenii urăsc? Cum se poate de există atâta indiferenţă în faţa răului? Cum vom reuşi să creem respectul pentru demnitatea umană.
O întâmplare petrecută acum 700 în urmă la care filozoful turc Mevlana a găsit răspunsul mi se pare elocvent pentru a o împărtăşi şi noi.
Se spune că doi fraţi dintr-o pricină necunoscută se certaseră şi nimeni nu-i putea împăca. Ba chiar ajunseseră să se urască de moarte.
Într-un târziu s-au înfăţişat în faţa lui Mevlana cerîndu-i să le facă dreptate. Acesta i-a ascultat pe rând, după care le-a spus următoarea parabolă. „Vedeţi, Allah (Dumnezeu) a creat două feluri de oameni. Unii greu de urnit ca pământul, alţii uşori, maleabili ca apa.
Acolo unde ajunge apa, pământul înverzeşte şi rodeşte. Se aud cântece de privighetori şi se simte miros de flori proaspete şi parfumate. Fără apă pământul ar fi sterp şi urât.“ Apoi privirea lui Mevlana s-a oprit asupra fratelui care i s-a părut mai blând şi i-a spus: „Tu fă-te apă şi curgi spre el. Doar aşa bunătatea şi împăcarea va înflori, iar voi veţi primii binecuvântarea cerească“. Cred că această parabolă poate fi un punct de plecare pentru a găsi răspuns la cea de a treia întrebare, pe care o puneam mai devreme.
Este împerios necesar să organizăm cât mai multe mese rotunde, conferinţe, paneluri, seminarii cu lectori bine pregătiţi şi cu un auditoriu cât mai numeros, mai ales din rândul tinerilor. Doar prin dialog vom putea înlătura stereotipurile naţionale şi culturale şi vom putea convinge tinerii despe necesitatea fraternităţii, indiferent de religie, limbă, culoare şi rasă.
Vocile noastre trebuie să se unească, să fie într-un număr cât mai mare şi să nu tolerăm nimănui regimul morţii şi al discriminării între fiinţele umane. Să nu uităm trecutul, dar nici să ne cramponăm de el. Să fim raţionali, deschişi şi luminaţi pentru a nu deveni din nou victimele răului. Comunitatea turcă din Galaţi a dovedit prin toată activitatea sa că este o comunitate deschisă spre progres, spre dialog şi cunoaştere chiar dacă nu a uitat paginile negre care au umbrit spiritualitatea comunităţii.
Fie ca anul 2000 să fie un an de pace, bunăstare şi progres.
Abdula Elvin Mahmut – vicepreşedinte U.D.T.R. Galaţi, aripa tânără
▲ Cuprins ▲ İçindekiler ▲ Contents ▲
Atatürk’ün beyaz vapuru
Samsun’a geldi durdu
Bütün okullu çocukların
Kalbi küt küt vurdu.
Sahilde bir çiçek tarlası
Rüzgarda dalgalanıyordu.
Çocuklar, ellerinde mendiller
Sevinçten ağlıyordu
Gelin gibi, Atatürk’ün vapuru
Süslenmiş
bembeyaz, nazlı
Büyük direğinde Reiscumhur forsu
Selam durdu şehir, erkekli kızlı
Atatürk’ün beyaz vapuru
Yurdumun salillerine gurur.
Bugün Samsun bayram içinde;
Yarın Izmir’in, Antalya’nın olur.
Karadeniz, Marmara, Ege, Akdeniz
Bu mutlu günlerde bahtiyar,
Atatürk’ün beyaz vapuru
Barış ve güvenlik taşır diyar diyar
Tarık ORHAN